ERMENİ KADINLARIN YÜZYILLIK YALNIZLIĞI VE MÜCADELESİ

Söyleşi: Ayşegül Oğuz
24 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI

İstanbul Ermenilerinin soykırımdan geriye kalan yetim çocukların izinde muazzam bir çabaya girdiği mütareke günlerinde yayına başlayan Hay Gin dergisi ve kurucusu feminist yazar Hayganuş Mark, Ermeni kadınların cemaat içindeki konumlarını, kadınlık bilincini, çağdaşlık ile gelenek arasındaki gerilimli ilişkiyi işlemeyi, dergi 1933’te devlet eliyle kapatılana dek sürdürdü. Hay Gin’in öyküsünü ve I. Dünya Savaşı sonrasında işgal altındaki İstanbul’un Ermeni cemaatini mercek altına alan “Bir Milleti Diriltmek –1919-1933 Toplumsal Cinsiyet Ekseninde Türkiye’de Ermeniliğin Yeniden İnşası”nın yazarı ve “Bir Adalet Feryadı –Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar” adlı kitabın Melissa Bilal’le birlikte eşyazarı olan akademisyen Lerna Ekmekçioğlu’ndan, Ermeni kadınların 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ilk yarısına uzanan dönemde verdiği varoluş mücadelesini dinliyoruz.
Hay Gin‘in 1 Haziran 1921 tarihli sayısında Takuhi Tavit Kalantar ve yetiştirdiği öğrenciler. “Hay Gin, vatanı için çalışan anneleri kadınların eşit haklara layık olduğunun kanıtı olarak sunuyordu…”

Bir Milleti Diriltmek kitabınızdaki amacınızı giriş bölümünde şöyle ifade ediyorsunuz: “Ermeniliğin korumacı gelenekçiliğe yaslandığı ve ‘geleneğin’ kadınlarla bağdaştırılan norm ve fikirler etrafında toplandığı şartlar altında, feministlerin cinsiyet eşitliği talebiyle Ermeniliği sürdürme arzusu nasıl uzlaşabilirdi? Soykırım ve azınlıklaşma sonrasında nasıl hem Ermeni hem feminist olunabilirdi? Bu kitabı yazma sebebim bu soruyu cevaplayabilmekti…” Sizi bu kesişimin tarihselliği üzerine düşünmeye sevk eden nedenler neydi?

Lerna Ekmekçioğlu: Ermeni kadınların bir kadınlık bilinci var mıydı, var idiyse taleplerini ne şekilde formüle ettiler? Amaçlarına ulaşmayı başardılar mı, başaramadılarsa neden? Bu soruları soruyordum, çünkü İstanbullu bir Ermeni olarak ben de belli bir denge sorununu hep yaşadım. Üniversitede okurken eşitsizliğe, haksızlıklara öfkeleniyordum. Cemaat içinde kadınların varlığı mesela, geleneksel evsel rollerinin dışarı taşmasından ibaret olan cemaat içi faaliyetlerle sınırlıydı. Onları profesyonel hayatta sadece öğretmen olarak görebiliyorduk. Bütün kilise yönetim kurulları, patrikhane komisyonlarına seçilen delegeler erkekti. Kadın-erkek arasındaki bu eşitsizliği gördükçe feminist okumalar yapmaya, açıklamalar bulmaya çalıştım. Boğaziçi Üniversitesi’nde okurken Feminist Kadın Çevresi’yle tanıştım. Oradan gelen esinle Ermeni kadınları olarak bir grup kurduk, ilk başta cemaatin içinde bir şeyleri değiştirmeye çalıştık. Tarihin gücünü arkana aldığında, geçmişteki figürlerin varlığını hatırlattığında talepler daha meşru oluyor. Biz de Ermeni geçmişinde feminizmin olduğunu kanıtlamaya çalıştık. O süreçte geçmişi anlamaya çalışırken kafamdaki çerçevenin yanlış olduğunu, soykırımla ya da azınlıklaştırılma süreciyle ilgili doğru düşünmediğimi farkettim. Gördüklerimin, eşitsizliğin dahi, bir tarihsel dönem ve olaylar silsilesinin sonucu olduğunu uzun zaman kavrayamamıştım. Cemaatteki kadın-erkek arasındaki işbölümü mecburen öyleydi yani. Dolayısıyla hem Ermeniliği devam ettirmek hem de feminist olmak, yani patriyarkal olmadan Türkiye’de Ermeniliği sürdürmek mümkün olmadığından, feminizm de patriyarkayla çeliştiğinden bu kadınların kimliğinin çelişkilerle dolu olduğu açıktı.

Lerna Ekmekçioğlu’nun New York Üniversitesi’nde tamamladığı doktora çalışması Aras Yayıncılık tarafından Serdar Aksoy çevirisiyle Türkçeye kazandırıldı

Kitaba konu ettiğiniz Hay Gin dergisinin kurucusu Hayganuş Mark feminist tahayyül içinden konuşmayı her fırsatta sürdürmeye gayret etse de, benzer çelişkiler onu da dönüştürüyor. Siz araştırmanız boyunca bu sorunlarla nasıl yüzleştiniz, bunları nasıl yorumladınız?

Hay Gin içinde Hayganuş Mark çok önemli bir figür. Bütün Hay Gin sayılarını okudum, notlar çıkardım. Bu faaliyet neredeyse bir buçuk sene sürdü. Bir biyografi yazmak istemiyordum. Hay Gin’deki diğer figürleri de çok önemsiyordum, ama onları pek tanımıyordum, son derece faal bir kadın olmasına rağmen Zaruhi Kalemkâryan’ın adını hiç duymamıştım mesela. Sürekli yazıyorlar, fikirleri değişiyor, koşullar inanılmaz sert ve hayatları tam tersi yönde çok hızlı değişiyor. Örneğin Hayganuş Mark cumhuriyetin kurulmasından sonra bambaşka şeyler söylemeye başlıyor. Ama bazı şeyler aynı kalıyor, feminizmini bu yeni döneme uyarlıyor. Dolayısıyla, onu anlatırken çelişkilerini atlamamaya çok özen gösterdim. Amacım muntazam bir Hayganuş Mark heykeli yapmak değil. Hayganuş Mark’ta da, dönemin diğer feministlerinde de gördüğüm bir şey, ilerici mi, muhafazakâr mı olduklarına bir türlü karar verememeleri. Hem kadınlar modernleşsin, özgür seçimler yapsınlar, hem de “doğru seçimler” yapıp Ermenilerle evlensinler, çocuk doğursunlar istiyorlar. Burada tabii Tanzimat’tan beri Osmanlı aydınlarında varolan “ne kadar alafrangalaşsak vaciptir” tartışmaları akla gelebilir, çağdaşlık ile geleneğin kime nasıl ne kadar bölüneceği Osmanlı Ermenilerinde de çok uzun zamandan beri varolan bir tartışma. 1915 sonrası İstanbul’unda Ermeni feministler için çok yeni ve çok ama çok zor boyutları çıkıyor bu sorunun. Mesela soykırım sırasında kaçırılan kadınlardan bazıları Ermeniliğe geri döndüklerinde çocuklarını ya da karınlarındaki bebekleri istemiyorlar. Zorla hamile bırakılmış kadınlar çocuklarını sahiplenmiyor, düşmanın çocuğu olarak görüyorlar. Yazarken zorlandığım bölümler bunlar. İstanbul’daki Ermenilerin genel politikası her çocuğun sahiplenilmesi yönünde oluyor. Feministler belki kadınların çocukları istememe veya doğurmama hakkını savunurlardı normalde. Ama bu soykırım sonrası dönemde Ermenilik davası üstün çıkıyor. Gerekirse hamile kadınları hastaneye hapsedip Ermeni çocukların doğuşuna yardımcı oluyorlar. Biz bugünkü feminist ve seçimci duyarlılığımızla bu kadınları kınayabiliriz, ama o dönemi yıllarca okuduktan sonra ben artık kınayamıyorum. Felaket hepimizin algılayabildiğinden çok daha derin.

Amacım muntazam bir Hayganuş Mark heykeli yapmak değil. Dönemin feministlerinde gördüğüm bir şey, ilerici mi, muhafazakâr mı olduklarına bir türlü karar verememeleri. Hem kadınlar modernleşsin, özgür seçimler yapsınlar, hem de “doğru seçimler” yapıp Ermenilerle evlensinler, çocuk doğursunlar istiyorlar.

Hayganuş Mark ve arkadaşları nasıl bir feminist mirasın içinden çıkmış?

2000’lerin başında yayınladığımız Bir Adalet Feryadı kitabında beş feministi incelemiştik. Şimdi yine Melissa Bilal’le kitabı genişletiyoruz ve bu kez 12 kadını inceliyoruz, süreci 1860’lardan 1960’lara getiriyoruz. 1918 sonrasında İstanbul’dan çıkıp Amerika’ya giden Vartuhi Kalantar Nalbandyan, Zaruhi Kalemkâryan, Beyrut’a giden Siran Seza ve Fransa’ya göçmek zorunda kalan Anayis ve Zaruhi Bahri gibi feministler diasporada kadınlarla ilgili faaliyetlerini devam ettiriyorlar ve Ermeniliğin çözülüp yok olmasını önlemeye çalışıyorlar.

Hayganuş Mark, kapatılışından 21 yıl sonra Hay Gin tabelasının önünde, derginin bir nüshasıyla (Fotoğraf: Ara Güler)

Bir Adalet Feryadı’nı Elbis Gesaratsyan’la başlatıyoruz. Bildiğimiz kadarıyla Ermeniler arasında feminist bilincin, kadınlık bilincinin oluşması 1860’ların başlarına, Tanzimat reformlarının yapıldığı, Ermeni Nizamnamesi’nin basıldığı zamanlara denk geliyor. Ermeni milleti bir sekülarizasyon sürecinden geçiyor, bunun içinde mesela kız okulları konusu önemli bir yer kaplıyor. Bütün bu modernizasyon sürecinde kadınların bu projeye bir şekilde bağlanabildiklerini görüyoruz, kadınlar bu yeri doldurmayı kendileri için hak görüyorlar. Hayganuş Mark’ın Elbis Gesaratsyan’ı okumuş olması belki de mümkün değil, ancak o mirastan gelen çok önemli iki kurum var: 1879’da kurulan Tıbrotsaser Hayuhyats Ingerutyun (Okulsever Ermeni Kadınlar Cemiyeti) ve Azkanıver Hayuhyats Ingerutyun (Milliperver Ermeni Kadınlar Cemiyeti). İkisinin de amacı kadının eğitime ulaşmasını sağlamak ve kadını güçlendirmek. Zabel Asadur’un, yani Sibil’in kurduğu Azkanıver, Ermeni vilayetlerinde kız okulu açmak amacıyla kuruluyor, Sırpuhi Düsap ve annesinin kurduğu Tıbrotsaser de bu okullara öğretmenler yetiştirmek için faaliyet gösteriyor. Osmanlı’da başka kız okulları da açılıyor, ama Ermeniler bu okulları kendileri finanse ediyor. Para topluyorlar ya da üyelerden belli bir aylık para alıyorlar, kendi yağında kavrulacak kurumlar üretmek zorundalar. Türk feminizminden farkını düşündüğümüzde, devlet desteğinin ihtimalinin bile olmaması önemli bir şey.

Burada Hayganuş Mark için de önemli olan Sırpuhi Düsap’a parantez açmak gerekiyor. 1880’lerin başında üç tane roman yazıyor, üçü de kadınlarla ilgili. Kendisinden sonra gelen neredeyse bütün kadın yazarlar Mayda’nın kendilerinde ne kadar büyük bir etki uyandırdığından hep bahseder. Çok radikal olmamakla beraber Mayda’daki temalardan biri kızların da kocalarını seçme hakkı olduğu. Zorla evliliğe ve görücü usûlüne karşı olduğunu, romantik aşkın kadınlar için de hak olduğunu, evlendikten sonra nasıl kadınlardan aldatmamaları bekleniyorsa erkeklerin de aldatmamasının beklendiğini yazıyor romanda.

Yetimler hem geçmişi hem de felaketi, ama aynı zamanda geleceği, umudu temsil ediyorlar. Gürbüz çocuk yarışması fikrini Hayganuş Mark Amerikalılardan alıyor. Bu da bir umut propagandası tabii ki, “ölmedik, sağ kaldık” diyebilmenin bir yolu. Etrafta gürbüz çocuk yok, ama yetimlerin bir gün gürbüz çocuk olacağı anlatısıyla umudu tazeleyen bir fikir bu.

Sibil olarak bilinen yazar Zabel Asadur’un salonu da dönemin entelektüelleri için önemli bir uğrak yeri. Haftanın bir günü evinin salonunu açıyor Sibil. Hayganuş Mark’ın annesi okuma-yazma bilmiyor, babası büyük ihtimal kör ya da yarı kör. Düşük bir sınıftan geliyor Hayganuş Mark, ama Esayan’da okuyor. Onun okul çağında kız okulları yaygınlaşmış artık ve alt sınıftan gelenler de rahatlıkla okuyabiliyor. O okulda öğretmen olan Sibil, Hayganuş Mark’ın öğretmeni oluyor. Hayganuş’un yazma yeteneği bu okulda keşfediliyor. Sibil sayesinde Hayganuş Mark entelektüel camianın içine çekiliyor.

Hayganuş Mark, eşi Vahan Toşigyan’la birlikte

Bir de tabii eşi Vahan Toşigyan hayatında önemli bir karakter. Genç yaşta, 1904 civarı evleniyorlar. Vahan Toşigyan da gazeteci, entelektüel. Hayganuş Mark’ı ve Hay Gin’i maddi manevi her zaman destekliyor. Hayatlarında bir İzmir dönemi var, ama İzmir’e gitmeden önce Dzağig’de (Çiçek) çevirmen yazar olarak çalışıyor Hayganuş Mark ve dergiyi Ermenice kadın dergisine çeviriyor. Anılarında yazdığı kadarıyla bu dergi zamanında Süfrajetlerden çok etkilenmiş, ateşli bir feminist. Dergiye erkek yazarlar yazsın istemiyor, ama o kadar kadın yazar da olmadığı için erkeklere kadın isimlerini mecbur kılıyor.

Ermeni Kadınlar Birliği’nin yayını olarak başlıyor Hay Gin’in faaliyeti, bu birlik hangi amaçlarla bir araya geliyor?

1918’de, tıpkı 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’ten sonra oluşan hava gibi, bir sürü organizasyonun, yapının, derginin ortaya çıktığı çok canlı bir ortam var. Ermeniler bu ortamı canlı tutmaya çalışıyorlar, çünkü herkes adına çok ciddi, kritik kararlar alınacak. Bu dönemde kadınlar bir araya gelip Ermeni Kadınlar Birliği’ni kurduğunda bir yayına ihtiyaç duyuyorlar. Hay Gin bu amaçla çıkarılıyor. Daha önce böyle oluşumlar var, yayınlar da çıkıyor, ama bunların hiçbirinde “tam bir siyasi eşitlik istiyoruz” demiyorlar. Öte yandan, şu da etkili: 1917’de Rus Ermenilerinin kurduğu Yerevan Cumhuriyeti’nde ve Bolşevik Devrimi’yle oluşan ülkelerde kadın-erkek eşitliği tanınıyordu, daha sonra kurulan Ermenistan Cumhuriyeti’nde üç tane kadın milletvekili vardı. Bu durum İstanbul’daki kadınlara büyük bir güç veriyor. Karar mekanizmalarında yer almak istiyorlar, oy hakkı talep ediyorlar. Okullardaki eğitimden hastanelerin bütçesine kadar her şeye patrikhane komisyonlarındaki erkekler karar veriyor, “komisyonlara neden biz de girmiyoruz” diyorlar. Hay Gin bu taleplerin şekillenmesinde, sözün çoğalmasında etkin bir rol oynuyor. Hayganuş Mark ve Hay Gin’in kadrosunda yer alan kadınlar 1919’dan önce politize olmuşlar, ama ayrıca 1918 sonrasında patrikhane hem erkeklerden hem de kadınlardan vatan vergisi toplamaya başlıyor. Hay Gin, “madem kadınlardan da bu vergi talep ediliyor, biz de milli bir aktörüz, o zaman karar mercilerinde bizim sesimiz neden duyulmasın” diyor.

Ermeniler arasında kadınlık bilincinin oluşması 1860’ların başlarına, Tanzimat reformlarının yapıldığı, Ermeni Nizamnamesi’nin basıldığı zamanlara uzanıyor. Ermeni milleti bir sekülarizasyon sürecinden geçiyor, bu meselede kız okulları önemli bir yere sahip. Bu modernizasyon sürecine kadınların bir şekilde bağlanabildiklerini görüyoruz.

Kitabı 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle başlatıyorsunuz. Bu tarihin felaketzede Ermeniler için önemi nedir?

Çok önemli bir an, çünkü artık Osmanlı savaşı kaybettiğini kabul ediyor. Bu antlaşma imzalandığı anda, aynı gece, hükümetin en önemli insanları, yani soykırımın failleri kaçıyor. Mondros hükümleri çerçevesinde, hayatta kalanların evlerine dönebilme şansı doğuyor. Bu antlaşma Ermeniler için bir devrin bitişi anlamına geliyor.

Mondros imzalanmış, felaketzedeler İstanbul’a dönmeye başlamış, ortada büyük bir yetim sorunu var. İstanbul Ermenileri bir dayanışma ağı kurup bu yetimlere kol kanat germeye çalışıyor, bir yandan patrikhane ve meclis lağvedilmiş. Hay Gin bu ortamda doğuyor, değil mi?

Hay Gin‘in 1931 tarihli bir nüshası

Kitabın adı tam da bu manzarayı imliyor. Kaç insanın öldüğünü başta kimse bilemiyor. İstanbul’da yaşayanlar olayın dehşetine dair her detaya hâkim değil. 250 entelektüelin katledilmesi büyük bir hadise, ama İstanbul imha sürecinden muaf tutuldu, İstanbul’da kalan Ermeniler oldu. Savaş zamanında tabii ki devlet tarafından bir sürü binaya el kondu, acılar yaşatıldı, ama Mondros’tan sonra mesela o binalar Ermeniler tarafından geri alındı. Hatta Ermenilere ait olmayan binalar dahi işgal kuvvetleri tarafından gaspedilip Ermenilere verildi. Buralar bu diriltme, toplumu yeniden inşa etme faaliyetleri için kullanılabildi. O sırada Ortaköy’den Samatya’ya kadar birçok semtte çadır mahalleleri kuruldu. Burada felâketzedeleri mümkün mertebe diri tutmak, ölmemelerini sağlamak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. İstanbullu Ermeni elitler savaş boyunca çok rahatsız bir dört yıl geçiriyorlar, “bize de sıra gelecek mi” sorusuyla yatıp kalkıyorlar. Ama bir yandan da hayatta kalmış olmanın suçluluk duygusu ve yaşadıkları şokun da etkisiyle felâketzedelerin yardımına koşuyorlar. Eskiden kurulup kapanmış olan Ermeni Kızılhaçı’nı yeniden açıyorlar, başına da kadınlar geçiyor. Asıl dikkat çekmek istediğim durum da bu, işlerde kadınların çok fazla öne çıkmış olmaları. Bir yandan hemşire sayısını artırmak, doktorların gönüllü olarak dispanserlerde, hastanelerde çalışmalarını sağlamak gibi işlerin yanında, annelik rolünün devamı olarak düşünüldüğü için yetimlerin bakımını üstleniyorlar. Yetimlerin istihdamı, hamama götürülüp bitlerinin temizlenmesi, yemek bulmak, para toplamak konusunda kadınlara çok rol düşüyor, onlar da canla başla çalışıyorlar. Buna ek olarak bir de toprak kavgası var. Daha önce küçük grupların dillendirdiği bu durum geniş bir kesimde büyük bir arzuya dönüşüyor ve bağımsız Ermenistan kurma fikri bu dönemde kendisini tarihte ilk kez açık bir halk hareketi olarak gösteriyor. Anti-kolonyal bir mücadele diye de düşünülebileceğimiz bir talep oluşuyor. “Devlet madem bizi bu kadar istemiyor, biz de neden kendi devletimizi kurmayalım? Burası bizim kadim toprağımız” diyorlar. Savaşı kazanan güçlü Batılı devletlerin buna sıcak bakmasıyla ve Ermeni devletinin kurulmasına dair açık sinyaller vermeleriyle gelişiyor bu düşünce. Paris Barış Konferansı sırasında bu konu sıkça konuşuluyor. Ermeni liderler “bize yapılan bunca vahşetten sonra herhalde tekrar aynı çatı altında yaşamamıza izin vermezler” diye mantık yürütüyorlar. Osmanlı kaybetmeseydi bağımsız Ermenistan hayali çıkmazdı, çıkamazdı. Kaybetmeyebilirdi de.

Sırpuhi Düsap, 1880’lerin başında üç roman yazıyor, üçü de kadınlarla ilgili. Kendisinden sonra gelen bütün kadın yazarlar “Mayda”nın kendilerinde ne kadar büyük bir etki uyandırdığından hep bahseder. Çok radikal olmamakla beraber “Mayda”daki temalardan biri kızların da kocalarını seçme hakkı olduğudur.

Peki bu hayali vatanın toprağı İstanbul muydu?

Hayır, İstanbul bu planda hiçbir zaman yoktu. İstanbul Ermeniler için Yunanlılarda olduğu gibi sembolik bir değer taşımıyor hiçbir zaman. Yine de başta çok büyük bir hayal, bir denizden öbür denize, Trabzon’dan Mersin’e uzanan bir harita söz konusu. Milâttan önceki bir Ermeni krallığının haritasını örnek kabul ediyorlar. Bu gibi birçok hayal Ermenilerin içinde de hızla kavgaya dönüşüyor, harita zamanla küçülüyor. Hayali Ermenistan için doğudaki altı vilayet, Van ve çevresi diyebileceğimiz bir harita söz konusu oluyor. Rusya Ermenilerinin bir devlet kurmaları da önemli bir an. Osmanlı Mondros’ta kaybettim, çekiliyorum deyip kaçtığında bağımsız bir Ermenistan zaten var. Böylece doğu ve batı Ermenilerini birleştirmek bir amaç haline geliyor. İstanbul’daki kadınlar da buna sıcak bakıyorlar. Hay Gin işte tam da bu ortamda doğuyor. Kadınların emeğine ihtiyaç duyulan bu dönemde bağımsız Ermenistan’ı kurma propagandasını da bu kadınlar yapıyor. Sadece dönemin elit kadınları da değil, tüm kadınlar buna destek veriyor, çünkü yeniden çocukların doğması gerekiyor. Böylesi büyük felaketler yaşamış halkların o felaketin ardından çocuk doğurtma isteği olduğunu biliyoruz. Devleti kuracaklarsa içine nasıl insan koyacaklar, vatandaş doğması lâzım! Bu sürecin bir diğer motivasyonu da intikam dürtüsü, çünkü Ermeniler bir yandan da çalınan çocukları ve kadınları geri almak için büyük bir mücadeleye girişiyor. Bu operasyonlarda yine örgütlü kadınlar çok etkin bir şekilde görev alıyor. Patrikhane kadınlarla bu konuda ortak çalışıyor, bu faaliyete Mondros hükümleri de izin veriyor.

M.Ö. 70’te Büyük Tigran Krallığı’ndan Lozan Antlaşması’yla tanınan sınırlara kadar Ermenistan’ın çeşitli sınırlarını gösteren harita. Kaynak: Bir Milleti Diriltmek

Ermeni toplumunda hızla bir felâketzede anlatısı oluşuyor, yetimlerin topluma yeniden kazandırılması için büyük bir uğraş veriliyor. Bir yandan da Hay Gin sayfalarındaki gürbüz çocuk yarışmaları ses getiriyor. Bu yarışmalarla murad edilen ne?

Yetimler hem geçmişi hem de felaketi, ama aynı zamanda da geleceği, umudu temsil ediyorlar. Gürbüz çocuk yarışması fikrini Hayganuş Mark Amerikalılardan alıyor. Bu da bir umut propagandası tabii ki, “ölmedik, sağ kaldık” diyebilmenin bir yolu. Etrafta gürbüz çocuk yok, ama yetimlerin bir gün gürbüz çocuk olacağı anlatısıyla umudu tazeleyen bir fikir bu. Hay Gin daha sonra “güzel genç kızlarımız” diye bir köşe de yapıyor. Bu köşe eleştiriler alıyor, ama “bu kızlar büyüyecek, evlenecek, onların da çocukları olacak” diye bir devamlılık anlatısı oluşturmaya çalışıyorlar. Felaketle bir kesik atılıyor, ona rağmen yaşamın devam ettiğini gösterebilmenin araçlarını arıyorlar.

Hay Gin düğünlere de önayak oluyor. Diasporada yaşayan genç erkeklerle yetim kızlar evlenirken yine bir tür propaganda dili üretiliyor mu?

Kaçırılan kızların, kadınların evlendirilmesi önemli. Çünkü genelde kimsesizler. İstanbul’daki Ermeni kadınlar bu yetim kızların çeyizini yapıyor. Anne-babaları olmadığı için düğünlerinde Hay Gin yazarları ve Ermeni Kadınlar Birliği üyesi kadınlar kilisede kız tarafını temsil ediyor. Kaçırılan kadınlar geri alınıp onlara yeni bir hayat sağlandığında “Türklere Kürtlere yâr etmedik” düşüncesinin de altını çizmek istiyorlar. Bir güç gösterisi bu aynı zamanda. “Bu kadını geri almayı, doğru kişiyle evlendirip doğru çocuklar doğurmasını başardık…” Varolduklarını, devam ettiklerini kendi kendilerine kanıtlama ihtiyacı içindeler o dönemde.

Mustafa Kemal’i veya cumhuriyet projesini seviyorlar mı, kim seviyor, anlamak istedim. Konuştuğum Ermeniler Atatürk öldüğü gün ağladıklarını anlatıyordu. 10 Kasım 1938’de çok travmatize olduklarını anladım. Batılılık konusu, Mustafa Kemal’in modern gözükmesi bu insanları çok etkilemiş.

Hay Gin’i kim okuyor, kaç basılıyor, nasıl bir okuyucu profili var?

Kaç basıldığını sayı itibarıyla bilmiyoruz. Ama 1923-24’e kadar yaygın bir şekilde okunuyor. Oldukça popüler, bunu o zamana kadar belli bir üne sahip olmuş kadınlar ve erkeklerin yazmasından anlıyoruz. Savaştan, soykırımdan sonra Hayganuş Mark’ın feminizminin çekirdek anlayışı değişmiyor, ama mecburen millileşmiş bir feminizme yöneliyor. Başka yayınlarda Hay Gin hakkında karikatürler basılıyor. Mektuplar geliyor, Boston’dan, Beyrut’tan, Mersin’den, Hayganuş Mark’ın dediğine göre, ta Japonya’dan. “Nerede bir Ermeni varsa Hay Gin oraya gitti” diyor anılarında. Derginin künyesinde satıldığı yerlerin adresleri yazıyor, bir dağıtım ağı içinde olduğu kesin. Bir de kütüphanelerde var. Mesela Beyrut’taki bir kütüphanede bütün sayılarını buldum. Ama İstanbul’da yok bütün sayıları.

Peki Hayganuş Mark’ın üretiminde, Hay Gin’in faaliyetinde, Ermeni toplumunda 1922 Lozan Antlaşması nasıl bir dönüm noktası?

Asıl kırılma noktası Lozan. Bir dönemin sonu, yeni bir dönemin başlangıcı. Lozan Konferansı neredeyse bir yıl sürüyor. Kırılma da yavaşça oluyor. O yüzden kitabın ilk bölümünü mütareke dönemine ayırdım. O dönem Hayganuş Mark’ın söyledikleriyle sonrası arasında büyük farklar oluşuyor. 1922’nin sonbaharından ‘23 yazının sonuna kadar Lozan’dan çıkacak sonuç bekleniyor. Korku ve panikle geçen günler, ne yapsak, gitsek mi, kalsak mı, karmaşıklık içinde büyük bir bekleyiş var. Statüleri belli değil mesela, o ne olacak? Ermeniler de Rumlar gibi gidebilirdi. Bilmiyorlar, toparlanıp çıkmak zorunda mı kalacaklar ülkeden. İzmir’in yanmasıyla İstanbul’a ulaşan panik dalgası ile başlayan, Lozan’ın imzalanmasıyla biten bir dönem bu. O andan sonra artık bir kabullenme dönemi başlıyor. Yeni koşullarla, Kemalizmin yükselmesiyle birlikte Hay Gin zayıflama dönemine giriyor. Zaten 1933’te devlet eliyle kapanacak.

Hay Gin yazarları

Hay Gin Lozan’ın imzalanmasının ardından üç sayı çıkmıyor. Sizce bunun özel bir sebebi var mı?

İzmir’de “Yunanın denize dökülmesi” olarak bilinen süreçle birlikte İstanbul’da “acaba bizi de denize dökerler mi” gibi sert bir hava esiyor. İstanbul’daki Ermeniler ve Rumlar şehri kendiliğinden terk etmeye başlıyor. Hay Gin yazarları Zaruhi Bahri ve Anayis tası tarağı dahi toplayamadan şehirden çoluk çocuk kaçıyorlar. Biri Romanya’ya, biri Bulgaristan’a sığınıyor, yıllar sonra Fransa’ya geçebiliyorlar. Feminist kadronun önemli isimleri şehri terk ediyor. İşgal kuvvetleriyle işbirliği yaptıklarının ortaya çıkması ya da öyle lanse edilmeleri gibi endişeleri de var. Katledilmek ya da ülkeden atılmak yerine kendi istekleriyle ülkeyi terk etmeyi tercih ediyorlar. Hayganuş Mark gitmeyen çok az sayıdaki entelektüelden biri olarak kalıyor. Ama gazeteci eşi Vahan Toşigyan ile bu düşüncelerden geçiyorlar sanıyorum. O esnada iki haftada bir yayınladığı Hay Gin tarihinde ilk ve son kez duruyor ve üç sayı çıkamıyor. Tekrar yayınlanmaya başladığında yazdığı başyazı zaten her şeyi açıklıyor: “Her şeye rağmen kaldık. Ve kalacağız.” Bence çocuklarının olmaması da böyle bir riski almalarında etkili. Bir de tabii ekonomik durumları o kadar iyi değil ve yurtdışında akrabaları yok.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Hayganuş Mark nasıl bir yol izliyor? Dergisini ve feminist bakışını muhafaza etmenin yolunu nasıl buluyor?

Tek parti döneminde herkes gibi o da susuyor. Hay Gin’i, kendisini ve Ermeni cemaatini T.C.’ye, Atatürk’e karşı minnettar, hayran, hatta yararlı göstermek istiyor. Bunu yapması biraz zor, çünkü iki sene öncesine kadar bunun tam tersi fikirler yayıyordu. Biraz zar atıyor gibi, zaten başka bir yol da yok. Ya gidecek ve dergiyi kapatacak ya da bu itaatkâr söylemi benimseyecek. Burada Ermenilerin Osmanlı’daki statüsü olan zımmiliğin önemli rol oynadığını görüyoruz. Zımmilik, özetle, aman edip itaat ettikçe ve ikincilliğini kabul ettikçe devlet ve çoğunluk tarafından tolere edilip korunmak anlamına geliyor. Modern vatandaşlık kavramının “eşit hak, görev ve özgürlükler” kavramıyla alâkası yok. Osmanlı’da Ermenilerden beklenen tebaa zihniyetine erken cumhuriyet dönemiyle bir geri dönüş var. Kemalist dönem aslında birçok açıdan Osmanlı’nın devamı olduğundan bu zımmilik de sekülarize edilip o güne uyarlanabiliyor rahatlıkla. Demek istediğim, tüm Ermeni aydınları gibi Hayganuş Mark da kendinden ne beklendiğini biliyor ve onu sağlayabiliyor. Üstüne üstlük artık Batılılaşmaya çalışan, radikal reformlar yapan bir Türkiye var. Türklerin yüzünü Batı’ya dönmesi Ermeniler için bir kolaylık da sağlıyor. İlk olarak “Türkler çok değişti” diyerek kendilerini ikna ediyorlar. Bir şekilde kalırız, yaşarız, bize bir şey olmaz gibi bir umut var, çünkü artık yeni bir lider var. İslâm anayasadan çıkıyor, çoğunluk gittikçe Ermenilere benziyor. Cuma günü olan resmi tatil Hıristiyanlardaki gibi pazara alınıyor. Bu tip seküler, laik devrimler hem hayatlarını kolaylaştırıyor hem de geçmişle o gün arasında bir fark olduğuna kendilerini inandırmaya yarıyor.

Ne Türkiye feminizmi ne de feminist tarihçilik 1915’le ya da 1908’deki devlet şiddetiyle yüzleşebildi. Hâlâ Ermenilerle Türkler paralel iki toplummuş gibi hayal ediliyor, hâlâ “Türk feministleri soykırıma uğrayan Ermenilerin feministleriyle dayanışmaya girdiler mi?” sorusu yerine “Ermeni feministlerin Türk feministleriyle ilişkileri nasıldı” diye soruluyor.

Cumhuriyetle birlikte Hay Gin’in sayfalarında nasıl değişiklikler oluyor?

Hayganuş Mark dergiye hiçbir zaman Türkçeyi sokmuyor. İstanbul’dan ayrılanlar yazı gönderse de, içeriğin gücü gittikçe zayıflıyor. İçerik hafifleşiyor, Fransızca kısa hikâyeler, İtalyanca roman tefrikaları çevrilip konuyor. Mutfak, adab-ı muaşeret ve moda sayfaları en baştan beri var, ama bakış açısı her zaman şu oluyor: Moda sayfaları okunurken akıllıca yazılar da okunur!

1930’ların başında bir mutfak özel sayısı hazırlıyor dergi…

Evet, amaç biraz da entelektüel kadınların mutfakta aktif olabileceğini göstermek. Geleneksel kadınlıktan uzaklaşmadıklarını ispat etmek istiyorlar. Feminizm karşıtlarına da bir cevap vermek istiyorlar. O mutfak sayısında dönemin ünlü kadın yazarları çeşitli reçeteler veriyor. Sibil geçmişten bir anekdot aktarıyor: Mayda’yı yazan Sırpuhi Düsap kadınların kamusal alanda da aktif olabileceği savıyla ortaya çıkıyor. Kitabın çıktığı dönemde henüz ünlenmeye başlayan Krikor Zohrab bu fikre çok karşı çıkıyor. Zaten romanın çıktığı dönemde Sırpuhi Düsap’la çok dalga geçiliyor. Sibil ise 1913’te “Krikor Zohrab’ın Eserlerinde Kadın Karakterler” diye bir yazı yazıyor ve Zohrab’ın yazdığı kadın karakterleri eleştiriyor. Tabii 1915’te Zohrab vahşice öldürülünce Ermeniler için büyük sembollerden birine dönüşüyor. Ama feministler savaştan önce Krikor Zohrab’a gıcık oluyorlar. Aslında bu da biraz önce bahsettiğimiz “çelişki”lerden biri olarak görülebilir. Önceden ters düştüğünü sonradan sahiplenmek, “düşman”ın değişmesi olarak okuyabiliriz. Savaştan çok sonra Sibil bu anıyı anlatıyor. Bir tarihte Zohrab yazar arkadaşlarına Fener’deki ormanda bir ziyafet tertiplemiş. Yemek esnasında masaya bir kuzu dolması geliyor, içinde de kısa bir not var, “Kültürlü kadınlardan sevgili yazarımıza” diye. Zohrab yemeği kimin yaptığını bilmeden “hayatta yediğim en iyi yemekti” diyor. İşte burada iki durum var: Birincisi kadınların haklı olduğunu gösterme çabasını, beri yandan Hay Gin’in nasıl böyle dramatik bir sessizliğe bürünmek zorunda kaldığını da gösteriyor. Yani cemaat biliyor Krikor Zohrab nasıl öldü, bu anekdot onu hatırlama çabası bir yandan, çünkü o esnada Ermeniler asla geçmişte yaşananlardan bahsedemiyorlar, bir tek evlerinde konuşuyorlarsa konuşuyorlar. Ama bu yollarla o hafızayı devam ettirebiliyorlar.

Solda, Mustafa Kemal evlatlık kızının 1925’teki düğününde: “Ermeniler, Türkiye’nin modern, Batılılaşmış,’uygar’ yeni liderini umutla selamladılar…” Sağda, ateşli Kemalizm yanlısı Türkçe makaleler yayınlayan haftalık Ermenice Nor huys gazetesinin 25 Ekim 1935 nüshası…

Dönemin Ermeni fertlerinin Mustafa Kemal’e hayranlık duymalarını siz de kitapta bir nevi şaşkınlıkla yazıyorsunuz. Ona hayran olmalarının sebebi ne sizce?

Bunu sırf performans olsun diye mi yapıyorlar, yoksa gerçekten Mustafa Kemal’i veya cumhuriyet projesini seviyorlar mı, kim seviyor, anlamak istedim. Tiyatro mu bu diye merak ettim. Diasporada yaşayan yaşlı Ermenilerle mülâkatlar yaptım. Bir sözlü tarih çalışması yapmadım elbette, ama bu söyleşiler benim için önemli bir rol oynadı. Konuştuğum Ermeniler Atatürk öldüğü gün ağladıklarını anlatıyordu. 10 Kasım 1938’de çok travmatize olduklarını anladım. Batılılık konusu, Mustafa Kemal’in modern gözükmesi bu insanları çok etkilemiş. Özellikle kadınların açılması, fesin gidip modern şapkanın gelmesi, Ermeniliğin farklarının en azından kamusal alanda çok ortaya çıkmamasını mümkün kılıyordu. Herkes kapalı olduğunda Ermeni kadınların kim olduğu belliyken, herkes açıldığında Ermeni kadını da herkes gibi oluyor. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak ya amaç, Ermeniler kendilerini daha önceden medenileşmiş gördükleri için o balonun içindeler. Atatürk’ün yaptığı tüm devrimleri de iyi görüyorlar.

Hay Gin nasıl kapanıyor peki?

Bu trajik bir durum, ama bir yandan da beklenen bir son. 1931’de çıkan Matbuat Kanunu’nda, geçmişte Türk aleyhtarı yayın yapmış ya da Kurtuluş Savaşı sırasında düşmanlara hizmet etmiş yayınların sahipleri, Türk olmayanlar yayın çıkartamaz deniyor. Hayganuş Mark bu tanıma uyuyor, çünkü Hay Gin 1919-1922 arasında Türk aleyhtarlığı yapmış. Ama devlet Hay Gin’i bulur muydu, bilemiyorum, çünkü 1923’ten sonra Hay Gin geçmişi unutmak, unutturmak istiyordu. Belki cumhuriyet de unutacaktı, ancak dergi bir başka Ermeni tarafından ispiyonlanıyor. Hayganuş Mark’ın eşi gazeteci Vahan Toşigyan o sırada Nor lur’u çıkartıyor, Marmara gazetesinin editörlerinden Suren Şamlıyan’la rakipler ve bu kişi Hay Gin’in geçmişini devlete ihbar ediyor. Jamanak’ın genel yayın yönetmeni Ara Koçunyan hatıralarında üstü kapalı bir biçimde Şamlıyan’ın rakiplerini ortadan kaldırmak için muhbirlik yaptığından bahsediyor. Hayganuş Mark 1948’de Zaruhi Kalemkâryan’a yazdığı mektupta “Şamlıyan yüzünden kapandı Hay Gin” diyor. Bu kapanma Hayganuş Mark’ı çok ciddi etkiliyor. Depresyona giriyor, eline birkaç yıl kalem dahi almıyor. Cemaat içinde konferanslar veriyor, eşinin gazetesinde çeşitli kadın sayfaları yapıyor, ama hiçbir zaman eski popülerliğini bulamıyor. Yine de tanınan ve cemaatin saygı duyulan büyüklerinden biri haline geliyor. Yeni yetişen genç kadın yazarlar onunla ilişki içinde, onlara destek oluyor.

Kuşağım için kesinlikle sadece cemaat yok. Kendimi kadın davasının bir üyesi olarak görüyorum. Boğaziçi’ndeyken Hay Gin Kadın Platformu’nu kurduk. Kürt hareketiyle birçok işte yan yana geldik. Jujin, Roja, Pazartesi dergileriyle dirsek temasındaydık. Türkiyeli feministler, Kürt hareketi siyasi olarak gözümüzü açtı.

Hayganuş Mark 1966 yılında İstanbul’da vefat ediyor. Ancak arşivi Ermenistan’a gönderilmiş. Bunun sebebi ne sizce? Korumanın başka bir yolu bulunamadığından mı?

Hayganuş Mark’ın çocuğu olmuyor. Kirada oturuyor. Kütüphanesini, çalışma odasındaki mobilyalarını, kişisel eşyalarını öldüğünde bağışlanması için Tıbrevank’a bırakıyor. Ölmeden önce hastanedeki bakımına yardımcı olan üç kadın yazar, Sirvart Gülbenkyan, Adrine Dadryan ve piyanist Viktorya Çınar, Mark öldükten sonra yazı arşivini ve Hay Gin koleksiyonunu Ermenistan’a gönderiyorlar. 1960’larda Sovyet Ermenistanı’nda diasporadaki Ermenilerle kültürel ilişkileri geliştirmek için bir komite kuruluyor. O komitenin içinde bir kadın grubu var. Komitenin sekreteri Maro Markaryan zamanının önemli bir edebiyatçısı. Hayganuş Mark’a yazdığı mektuplar var, “Burada sizin jübilenizi yapalım, bize yazın, kim olduğunuzu öğrenelim” diyor. Diasporadaki entelektüellerin arşivlerinin Yerevan’da toplanması için büyük bir uğraş veriliyor. Hayganuş Mark’tan da arşivi isteniyor. Çok şükür gönderiliyor, bugün her şeyi o arşiv sayesinde öğreniyoruz.

Bu kitapta adı hiç geçmeyen bir kadın var: Zabel Yesayan. Hay Gin için sizce nasıl bir figürdü? Hayganuş Mark’la yolları hiç kesişmiyor mu?

Zabel Yesayan bir bohem. Hayganuş Mark anılarında Hay Gin’i çıkartmadan önce çalıştığı Dzağig için iki kişiden yazı istediğini söylüyor. Biri Krikor Zohrab, diğeri Zabel Yesayan. Hayganuş Mark, Zabel’in evine gidiyor. Zabel onu elinde sigarayla karşılıyor. Anılarında “Fransa’dan yeni gelmişti, havalar içerisindeydi. Yazı yazmak için bizden para istedi” diyor ve Zabel Yesayan’a küsüyor. Zabel de belki Dzağig için kendisine teklif geleceğini düşünmüştü, tahminimiz bu yönde ve Hayganuş Mark’ın kadın sayfasını yapıyor olmasına içerlemiş olabilir. Ama neden bu iş Hayganuş Mark’a verilmiş, biz de henüz bilmiyoruz. Hay Gin çıkarken zaten Zabel Yesayan Paris’te. Yesayan’ın Sorbonne’da 1915 ve başka katliamlar sırasında Ermeni kadınların yaşadıkları üzerine yaptığı bir konuşma var. Bu konuşma Paris Konferansı sırasında Ermeni delegasyonunu desteklemek için yapılıyor. Hay Gin bu yazıdan dergi sayfalarında bahsediyor. Bundan başka bir Zabel Yesayan yazısı basılmıyor.

Yeranuhi Kevorkyan ile Abraham Der Ğugasyan’ın düğün resmi (Kelekyan Yetimhanesi, 1928)

Peki sizin üniversite çağınıza dek Ermeni cemaatinde kadınların bir sessizliğe büründüğünü düşünüyor musunuz? Bu içe kapanıklığı ancak 1990’larda mı aşabiliyor Ermeniler?

Bu sessizlik değil, biz bilmiyoruz bence. Adrine Dadryan (1913-2002) var mesela, 1910’ların, ‘20’lerin sonunda doğanlar. Hayganuş Mark’ın son yirmi-otuz yılını yaşayan jenerasyon “biz feministiz” deyip Hay Gin gibi bir dergi çıkarmıyor, ama zaten artık yapamazlar da, zira cemaat o kadar içine çekiliyor ki, kadınlar hep çocuklara bakmak zorundalar. Adrine Dadryan yıllarca çocuk dergisi çıkartıyor mesela, kadınların cemaat içinde ne yapması gerekiyorsa onu yapmaya çalışıyor. Türkiye’ye veya dünyaya açılacağına, içeride kendini gerçekleştirme çabası veriyorlar. Evet, bunun değiştiği an 90’lar, bizimle gelen kuşak. Aras’ın, Agos’un 90’larda kuruluyor olması tesadüf değil. Biz bu kadınları bilmiyorduk, Ermeni okullarında da bu kadınların varlığını görmedik, duymadık. Türkiye kadın hareketinde, edebiyat tarihinde de bu kadınlar yer almadığı için biz sıfırdan başladık.

İlk keşifleriniz nasıl oldu?

Hayganuş Mark’ın sağ elinde Ermeni Kadınlar Birliği’nin, sol elinde Hay Gin‘in bayrağını tutan bir Süfrajet olarak tasviri (Dzabılvar darekirk, 1921)

Hayganuş Mark’ın kitabını elimize veren kişi 1923 doğumlu yazar Yervant Gobelyan, 2000 yılında vefat etti. Biz onu tanıdığımızda Agos’un Ermenice sayfalarında yazıyordu. 1954’te Hayganuş Mark’ın jübilesi için yine kadınların hazırladığı Hayganuş Mark ve Eserleri isimli bir kitaptı verdiği. 350 sayfa, son derece iyi hazırlanmış bir kitap. Hayganuş Mark’a zorla anılarını yazdırıyorlar bu yayın için, Hay Gin’in son iki senede yazdığı tüm editoryal yazıları kitaba dahil ediyorlar, şiirlerini de koyuyorlar. Bu güzel derlemeyi Yervant Gobelyan bize 1998’de Agos’un ilk binasında verdi, ondan sonra gözümüz çok açıldı. Böyle birisinin olduğuna inanamadık. Kitabın sonunda bahsettiğim gibi, Sibil’i, Hayganuş Mark’ı cemaat derneklerinde, okullarda anlatmaya başladık sonra. Biz de aynı mantığa sahiptik, bizi bizden başka kim merak etsin, biz birbirimize anlatalım diye düşünüyorduk. O sırada Toplumsal Tarih dergisi Gençler Tarih Yazıyor yarışmasını başlattı, biz de o sırada Boğaziçi’ndeyiz, hocalarımızın da desteğiyle başvurduk. Konu cemaatin bir faaliyetiyken birdenbire akademik bir alana taşındı.

Bir Adalet Feryadı kitabının sonuna yazdığınız “Bir Yokluğun Anatomisi” yazısı özellikle Türkiye feminist hareketinin tarih yazımı ve sınıflandırmasına yönelik güçlü bir itirazı dile getiriyordu…

Türkiye feminist çevreleri de, Türkiye kadın hareketi tarihçiliği de Osmanlı’da ve Türkiye’de Türk ve Müslüman olmayan feministlerin olduğu bilgisine sahip. Fakat ne Türkiye feminizmi ne de feminist tarihçilik 1915’le ya da 1908’deki devlet şiddetiyle yüzleşebildi. Yani bir paradigma değişimi olmadı. Hâlâ Ermenilerle Türkler paralel iki toplummuş gibi hayal ediliyor, hâlâ “Türk feministleri soykırıma uğrayan Ermenilerin feministleriyle dayanışmaya girdiler mi, onlara destek oldular mı?” sorusu yerine “Ermeni feministlerin Türk feministleriyle ilişkileri nasıldı” diye soruluyor. Bunları Bir Adalet Feryadı sırasında biz de soramamıştık.

Hayganuş Mark ve çağdaşları Ermeni toplumunun içinde varolma çabası verirken hem cemaati kollamak hem de yaşadıkları ülkenin koşullarına uyum sağlamak zorunda hissediyorlar. Sizin kuşağınızda bu durum değişti mi?

Evet, değişti, zaten 90’larla gelen değişim tam da bu. 70’lerde Türkiye solunun içine girmiş Ermeniler de memleketi düzeltmek, değiştirmek için kavga verdi. 12 Eylül darbesi, Özal kuşağı derken biz geldik. Kuşağım için kesinlikle sadece cemaat yok. Ben mesela kendimi kadın davasının bir üyesi olarak görüyorum. Boğaziçi’ndeyken Hay Gin Kadın Platformu’nu kurduk. Kürt hareketiyle birçok işte yan yana geldik, ortak hareket ettik. Jujin, Roja, Pazartesi dergileriyle dirsek teması içindeydik. Türkiyeli feministler, Kürt hareketi siyasi olarak gözümüzü açtı. Cemaatin içi kadar dışı da benim dert ettiğim şeyler. Boğaziçi de bunlardan biridir, LGBTİ hareketi de. Türkiye’nin demokratikleşmesi süreci için ne kadar çabalayabilirsem o kadar çabalarım. Boğaziçi direnişinin de yanındayım!

^