KİMSESİZLER MEZARLIĞI: TÜRKİYE’NİN SOSYAL VE SİYASİ ÇEPER MİMARİSİ

Aslı Zengin
27 Mayıs 2020
SATIRBAŞLARI

20 Mayıs’ta Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’nda ortaya çıkan görüntüler bize neler söylüyor? Türkiye’nin kimsesizler mezarlıkları devletin ölümle, ölülerle, yasla, toplumsal farklılıklarla kurduğu ilişkiyi, yürüttüğü politikaları hangi boyutlarıyla sergiliyor? Kimsesiz ölenlere, ölümde kimsesizleştirilenlere yakın plan…
Fotoğralar: Aslı Zengin

Yer Kilyos Kimsesizler Mezarlığı. Tarih 22 Mayıs 2020. Sosyal medyaya düşen bir kamera çekimi plastik kutular içinde kimsesizler mezarlığından çıkarılan kemikleri gösteriyor. Videonun ilerleyen saniyelerinde bu kemiklerin Bitlis Yukarı Ölek köyünde, 2017’de yıkılan Garzan Mezarlığı’ndan geriye kalan kemikler olduğunu öğreniyoruz. 267 kişinin kemiklerinin kimi eksik, kimi bütünüyle kutulara doluşturulmuş ve üst üste yığılarak kimsesizler mezarlığına gömülmüş olduğu bilgisi dolaşıma giriyor. İnsanlar kayıplarından geriye kalan kemiklerle iki yıl sonra kimsesizler mezarlığında buluşuyorlar.

Ölüm üzerinden uygulanan şiddet ve zulüm siyasetine bir kez daha tüm çıplaklığıyla şahit oluyoruz. Cenazesi buzdolabında saklanan on yaşındaki Cemile Cağırga’dan, ölü bedeni sokak ortasında tam yedi gün kalan Taybet Ana’dan, evladının naaşını kargoyla alan Halise Aksoy’dan sonra, bu sefer kemikleri kendi topraklarından uzaklaştırılarak İstanbul’da kimsesizleştirilen bir toplu mezarı hafızamıza kazıyoruz. Kazı kazı bitmiyor. Devletin ölümle yakın ilişkisine bir yenisi daha ekleniyor.  

Kimsesizler mezarlığı elbette devletin sadece Kürtlere müstahak gördüğü ölüm siyasetiyle ilgili değil. Aksine, yaşamı ihlâl anlamı taşıyan başkalarını, memleketin diğer ötekilerini de içine dahil eden bir mekanizma: Terörist ilan edilenler, polis sorgulamasında işkencede öldürülenler, mezarlıkları tahrip edilip kemikleri taşınanlar, ailesi tarafından inkâr ve terk edilmiş trans kadınlar, gerçekten kimsesiz olanlar, namus için öldürülen kadınlar, erken doğan bebekler ve özellikle son yıllarda daha görünür olan kimliği tespit edilememiş mülteci ve göçmenler bu mezarlıkta yan yana yatıyor.

Kimsesizler mezarlığı, etnik, dini, mezhebi ve sınıfsal olduğu kadar, cinsel ve cinsi farklılıklar etrafında şekillenen bu ölüm dünyası Türkiye’nin toplumsal ve siyasi çeperlerinin ölüm topografyasını ve peyzajını sunuyor.

Kimsesizler mezarlığına bakınca Türkiye’nin toplumsal ve siyasi kıyısında kalmış ya da kıyılarına itilmiş cenazelerin fiziksel beraberliğini görüyoruz. Etnik, dini, mezhebi ve sınıfsal olduğu kadar, aynı zamanda cinsel ve cinsi farklılıklar etrafında şekillenen bu ölüm dünyası bize Türkiye’nin toplumsal ve siyasi çeperlerinin ölüm topografyasını ve peyzajını sunuyor.


Toplumsal aidiyetin ölümcül tasarımı

Türkiye’deki kimsesizler mezarlıkları genelde büyük mezarlıkların içinde kendisine ayrılan parseller bütününden oluşuyor. En çok bilinenler arasında İstanbul’daki Kilyos, Ankara’daki Sincan ve İzmir’deki Doğançay mezarlıkları yer alıyor. Ölüm üzerine yaptığım bir araştırma dolayısıyla Kilyos’taki kimsesizler mezarlığını 2019 Ağustos’unda ziyaret ettim. Gözlemlediğim kadarıyla, kimsesizlere ayrılan alan üç parselden oluşuyordu. İlk ziyaretim mezarlığın en yüksek bölgesinde bulunan ve 2009’da açılan kimsesizler mezarlığının yeni kısmıydı. Kilyos Mezarlığı’nın daha aşağı kısımlarında bulunan eski kısım ise 1999’dan beri oradaydı. İki alan arasındaki farklar şaşırtıcıydı. Yeni olan kısım, etrafını saran mezarların aksine, çorak, özensiz, bakımı yapılmamış ve yer yer yabani otların kapladığı toprak parçasından oluşuyordu.

Toprak alan eşit büyüklükte dikdörtgenlere bölünmüş ve aralarındaki sınır çimento ile çizilmişti. Homojenlik bu mezar tasarımının asıl belirleyicisiydi. Her bir bölmenin başucu diye tahmin ettiğim kısmında bir rakam yer alıyordu. Mezarları sadece rakamla işaretlemek anonimliğe dair bir mesaj taşıyordu. Ya da her bir rakam yaşam esnasında var olan bir kimliği anonim bir göstergeye ya da statüsüzlüğe dönüştürmenin teknik bir aracı olarak işlev görmüştü. Görebildiğim en yüksek mezar numarası 683’tü.

Bildiğimiz üzere, normalde bir mezar taşının üzerinde merhuma ait kişisel bilgileri okuyabiliriz. Mezar taşına kazınmış bu bilgiler ölen kişinin ait olduğu ilişkiler ağının hikâyesini de anlatıyor. Tabii önemli bir koşulla: Bu bağların egemen toplumsal kodlarca kabul görmüş ve tanınmış olması gerekiyor. Bahsettiğimiz bağlar ve yakınlıklar olmadan ya da tanınmadan ölen kişinin ismi ve cismi kamusal bir ize, hayatın sosyal topografyalarında bir konuma işaret edebilme kapasitesini kaybediyor. Ölen kişinin hüviyeti böylece rakamların soyutlama becerileri içerisinde yitip gidiyor.

Mezarlık görevlileriyle konuşurken her bir rakamın ardında cenazeye ait kişisel bilgi kaydının mevcudiyetinden haberdar oldum. Şayet bir gün cenazenin sahibi çıkarsa ve cenazeyi başka bir yere defnetmek isterse diye, kimliği tespit edilen ölülerin kişisel bilgileri mezarlık kayıt sisteminde saklanıyor. Bu bilgi karşısında şaşırıp “neden betona rakamların yerine isimlerin yazılmadığını” sorunca, “sahibi olmayınca isme de gerek yok” cevabını aldım. Cevaptan tatmin olmayıp biraz daha açıklama rica edince mezarlık görevlisi bu sefer işin maddi tarafına değindi: “Sahip çıkan olmayınca, mezar taşının parasını ödeyecek kimse de yok demektir!” Ölünün evinden alınıp mezara gömüldüğü âna kadar olan cenaze masraflarını belediyeler karşılıyorlar, fakat geriye kalan işlemlerden cenaze sahipleri sorumlu. Özellikle kişiye has mezar taşı yapımı ölümün en ticari boyutu.

Kimsesizler mezarlığının eski kısmı ise dağınıklığıyla bayağı kafa karıştırıyordu. Mezarlar nerede başlıyor, nerede bitiyor, kim nerede, nasıl gömülmüş, anlamak zordu. Yeni kısımdaki betona yan yana sıralanmış rakamlar dizisinden sonra eski mezarlıkta yerden düzensiz bir biçimde yükselen ve üst üste dikişmiş sayı tabelalarıyla karşılaştım. Bazı noktalarda üst üste dikilmiş tabela adetini saymak zaman alıyordu. Mezarlığı daha ayrıntılı gezdikçe, tüm dağınıklığa rağmen, aslında alttan alta kendini belli eden ve belirli bedenleri bir araya kümeleyen –hatta yığan– bir düzenlemenin ayırdına varmaya başladım. Örneğin, kimsesizlerin mezarları, mezar taşlarında ismi Türkçe olmayan ölülerin yanına denk düşüyor ya da yer yer onlarla karışıyordu.

Mezarlıklar insanların yuvasını, yurdunu ve ait olduğu toprağı işaret eden yerler. Ancak mezarlıkların hikâyesi sadece toprak aidiyetiyle kalmıyor, bize daha da fazlasını anlatıyor. Bu ölüm peyzajına toplumsal hayata egemen olan yakınlık ve mülkiyet ilişkilerini yeniden üreten ve somutlaştıran mimari bir yapı olarak da bakmak gerekiyor.

Diğer ilginç nokta ise kimsesizlerin mezarlığı arasına adeta serpiştirilen bebek mezarlarıydı. Bu ufak mezar taşlarında okuduğum üzere, bebeklerin hepsi doğdukları yıl içinde ölmüşlerdi. Taşların çoğunda aileye dair bir bilgi bulunmuyordu. Üzerlerinde “Bebek Ahmet” ya da “Bebek Nermin” gibi genel isimler yer alıyordu. Özellikle birinin üzerindeki “Bebek Türk” yazısı ilginçti. Sanki Türk milleti için feda edilmiş bir bebek ikonasına işaret ediyor gibiydi. İsimsiz kimsesizlerle ismi yarım yamalak mezar taşına kazınan bebekler yan yana yatıyor ve Türkiye’nin toplumsal yaşam ve aidiyet hiyerarşisinde aslında yeri olmayan bir yeri kaplıyorlardı.


Yas, kan bağı, mülkiyet ve toprak

Ali Duran Topuz, Gazeteduvar’daki bir yazısında şöyle diyor: “Cenaze meselesi toprak meselesidir. Beden toprağa saklanmaktadır. Mezar hanenin, mezarlık ise şehrin bir yanıyla devamı, bir yanıyla da köküdür. Ayrı bir hane ve ayrı bir şehir.

Mezarlıklar insanların yuvasını, yurdunu ve ait olduğu toprağı işaret eden yerler. Cenaze, ait olunan toprakla, bu topraktaki yaşamla ve bu yaşam tarafından devamlı olarak hatırlanmakla yakından ilişkili. Ancak mezarlıkların hikâyesi sadece toprak aidiyetiyle kalmıyor, bize daha da fazlasını anlatıyor. Bu ölüm peyzajına toplumsal hayata egemen olan yakınlık ve mülkiyet ilişkilerini yeniden üreten ve somutlaştıran mimari bir yapı olarak da bakmak gerekiyor. Birçok ülke gibi, Türkiye’de de hetero-üretken aile modeli ve uzantıları mezarlıkların haritasını belirleyerek kendisini mezarlık yüzeyine kazıyor. Kabristan tasarım ve mimarisi aile kan bağlarının tam da göbeğinden yükseliyor.

Hepimiz “aile mezarlığı” tanımlamasına aşinayız. Cenazelerin gömülü olduğu yüzey aile şecerelerinin ve mülkiyet ilişkilerinin özerk kümelere ayrılarak yan yana dizildiği bir tasarım aslında. Aile şeceresinde ve mülkiyet rejiminde yer sahibi olmak zamana ve mekâna dair egemenliğini ilan etmiş bir düzenin parçası olmak demek. Aile kan bağları ve mülkiyet bu düzenin ilişkilerinde en kıymetli değer birimi olarak işlem gören toplumsal bir model. Nitekim, insanın sadece yaşarken değil, ölüm ânı ve sonrasında ya da diğer bir deyişle, toplumsal öbür dünyalarda da pay sahibi olabilmesi için aile, akrabalık, toprak ve mülkiyet bağlarına mensup olması gerekiyor. Kimsesizler mezarlığı ise bu mensubiyet ilişkilerinden dışlanmış ya da bu ilişkilerde bile isteye “çuvallamış” kişileri topraklarına katıyor.

Bu duruma dair en çarpıcı örneklerden biri Türkiye’deki trans cenazeleri. 2009-2010’da, doktora tezim için İstanbul’da etnografik bir araştırma yaparken trans siyasetiyle dayanışma içinde yer aldım. O zaman hâlâ varlığını sürdüren İstanbul LGBTT Derneği’nin örgütlediği birçok kampanya ve eylemdeki işbölümüne katıldım. Bu eylemlerin çoğu trans kadın cinayetlerini hedef alıyor ve ölüm karşısında devletin ve toplumun takındığı eşitsiz tavra vurgu yapıyordu. Eylemlerin yanısıra trans cenazelerinin kendisi trans cemaati için önemli bir toplumsal ve siyasi meseleye dönüşüyordu. Hâlâ da öyle.

Kimsesizler mezarlığından bu dönemde bir cenaze vesilesiyle haberdar oldum. 2010 Mayıs’ında, beyin kanaması sonucu vefat eden Sinem’in cenazesi için Kazancı Camii’nde toplanmıştık. Sinem 50’li yaşlarda, geçimini seks işçiliği yaparak kazanan ve ailesi tarafından uzun zaman önce reddedilmiş bir trans kadındı. Cenaze esnasında evlatlarını inkâr eden ailelere dair hikâyeler dinlemiştim. Aileler trans çocuklarının bedenlerine sadece onlar hayattayken değil, öldüklerinde de küsüyorlardı. Ya cenazelerini kaldırmayı reddediyorlar ya da devletten cenazelerinin kimsesizler mezarlığına gömülmesini isteyebiliyorlardı.

Daha önce başka bir yazıda etraflıca yazdığım gibi,[1] trans kadınlar, imkânlarını seferber ederek kaynak topluyorlar, ölen arkadaşlarının cenaze bakım ve masraflarını üstleniyorlar ve ailelerin sahip çıkmadığı cenazeleri lâyıkıyla uğurlamak için mücadele veriyorlardı. Fakat cenazelere sahip çıkmak her zaman o kadar kolay olmuyordu. Kan bağına sahip aile bireyleri bazen bu çabalara karşı çıkıyor ve çocuklarının cenazesini arkadaşlarının organize etmesine izin vermeyebiliyordu. Ayşe bu kadınlardan biriydi. Ailesi, Ayşe’yi reddedip terk etmiş, vefat ettiğinde ise arkadaşlarının kendisi için düzenlemek istediği cenazeye izin vermemişti. Devletten Ayşe’nin kimsesizler mezarlığına gömülmesini istemişlerdi. Sadece kan bağı ilişkisi üzerinden geliştirilen yakınlık ilişkilerine izin veren bu sistem, kan bağı dışında kurulabilecek ve ailenin yerine geçebilecek diğer ilişkilerin üzerini kolayca çizip geçmişti.

Devlet kan bağını yasalar yoluyla tüm diğer yakınlıkların üzerinde tanımladığı için aileye hem cenazeyi yasal olarak kimsesiz kılma hem de cenazeye sahip çıkmak isteyen diğer yakınlık ilişkilerini inkâr etme yetkisini veriyor. Ailenin kim ve nasıl bir aile olduğu önemli bir kriter. Kimsesizler mezarlığı devletin elinde aileye karşı bir silaha da dönüşebiliyor.

Trans kadın arkadaşlardan biri, aile trans evlatlarını kimsesizler mezarlığına gömdürmesine rağmen, ölen çocuklarının mal ve mülklerini hiç çekinmeden aldıklarından bahsetmişti. Devletin kan bağına biçtiği yasal ayrıcalıklar olmadan, trans bir kadının bedeni ne mezarlıkta kimsesiz bırakılabiliyor ne de hayatındaki diğer yakınlık ilişkileri aile tarafından yok sayılıp reddedilebiliyor. Aileye verilen bu güç ancak devletin yasalarıyla sabitlenebiliyor. Devlet kan bağını yasalar yoluyla tüm diğer yakınlıkların üzerinde tanımladığı için aileye hem cenazeyi yasal olarak kimsesiz kılma hem de cenazeye sahip çıkmak isteyen diğer yakınlık ilişkilerini inkâr etme yetkisini veriyor. Böylece devlet, yakınlık ilişkisini ailenin ve akrabaların kan bağı üzerinden elde ettikleri bir ayrıcalığa ve mülke dönüştürüyor. Kimsesizler mezarlığı meselesinden de anlaşılacağı gibi, bu ayrıcalık ve mülkiyet ölen kişiyi fiziksel ölümünün ötesinde bir kez daha öldürebilecek bir kudrete sahip. Kan bağının bu haline devlet eliyle tescillenmiş ve desteklenmiş en ölümcül yakınlık ilişkisi diyebiliriz.

Devletin inkâr ettiği evlatlar ve cenazeler

Ne var ki, devlet ölüm karşısında aileyle her daim anlaşmaya varmıyor. Ailenin kim ve nasıl bir aile olduğu önemli bir kriter. Dolayısıyla, kimsesizler mezarlığı zaman zaman devletin elinde aileye ve cemaate karşı bir silaha da dönüşebiliyor. Hişyar Özsoy, “Araf’ta Kalmak: Tarih Mezarda Başlar” (2012) başlıklı, ölümün siyasetini konu alan yazısında, yalnızca biyolojik olarak insan öldürmenin, ulus-devletlerin kendilerine başkaldıranlara karşı giriştiği savaşta yeterli bir araç olmadığını belirtiyor. Egemen güç olarak ulus-devlet, ölenlerin bedenlerine anlam ve değer atfedilmesini engellemek için bütün olanaklarını kullanıyor.

Böylelikle, Özsoy’un da belirttiği gibi, egemen güç, ölenleri ait oldukları topluluklardan ayrı tutmaya çabalayarak hem siyasi hem de sembolik anlamda çok daha fazla kişiyi öldürmüş oluyor. 1990’larda Türkiye devleti, kendisine muhalif pek çok Kürdün dirisini ya da ölüsünü ortadan kaldırma stratejisini yoğun bir biçimde kullanarak bu kirli oyunu oynadı. Ölen gerillaların cesetleri çöp varillerine atıldı, ölenlerin yakınları cenaze ritüellerinden mahrum edildi. 2015’ten itibaren de benzer savaş taktikleri yeniden görülmeye başlandı. Kürtlere ve cenazelerine devletin biçtiği değer sistemini gözler önüne seren bir başka şiddet biçimi ise, öldürülen bazı Kürtlerin devlet tarafından kimsesizler mezarlığına gömülmeleri oldu. Kilyos’taki toplu mezar haberi bunun bir örneğini oluşturuyor.

Diyanet, 15 Temmuz gecesi öldürülen 16 askere cenaze töreni yapılmamasını duyurdu. Asker cenazelerinin 10’una kimse sahip çıkmadı. İBB başkanı Kadir Topbaş, kimsesizler mezarlığına defnedilmek üzere morgda bekletilen bu cenazeler için “Hainler Mezarlığı”nın kurulduğunu açıkladı. Hainler Mezarlığı için seçilen yer manidardı: Pendik’te, İBB’nin sahipsiz hayvanlar için kurduğu barınağın olduğu alan uygun görülmüştü.

Diğer bir örnek ise Veysi Karahanlı’nın cenazesi. Karahanlı 2011’de çatışmada öldürülüyor. Ailesi ve akrabaları kimsesizler mezarlığına gömülen bedenin peşini bırakmıyorlar ve DNA testini yaptırmak, Karahanlı’nın kimsesiz olmadığını kanıtlayacak raporu alabilmek için Adli Tıp koridorlarında üç ay boyunca çaba sarfediyorlar. Ölümünden dokuz ay sonra bu rapor yazılıyor ve ailesi oğlunun kemiklerini alıp kendi memleketlerine gömüyor.

Kimsesizler mezarlığı 15 Temmuz 2016 yılında Erdoğan hükümetine karşı yapılan darbe girişiminde de gündeme geldi. Darbe girişiminin ardından, Diyanet İşleri Başkanlığı, darbecilerin içinde yer aldığı iddia edilen ve 15 Temmuz gecesi öldürülen 16 askere cenaze töreni yapılmamasını duyurdu. Asker cenazelerinin 10’una kimse sahip çıkmadı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, kimsesizler mezarlığına defnedilmek üzere morgda bekletilen bu cenazeler için Hainler Mezarlığı’nın kurulduğunu açıkladı.

Hainler Mezarlığı için seçilen yer manidardı: Pendik’te, İBB’nin sahipsiz hayvanlar için kurduğu barınağın olduğu alan uygun görülmüştü. Girişine “Hainler Mezarlığı” tabelası yerleştirilmişti, fakat daha sonra bu tabela Diyanet’in telkiniyle, aileleri rencide edeceği düşünüldüğü için kaldırıldı. Fakat kamuoyu mezarlığı hâlâ ihanetin cenazeler üzerinden somutlaştığı bir mahal olarak görüyor.

Kürt gerillalar ve TSK mensupları Türkiye siyaset arenasında bambaşka konumlara denk düşseler de, devletin nekro siyaseti (necropolitics) ikisini de düşman ve terörist ilan ederek bu ölüleri aynı kefede buluşturabiliyor. Cenazeler cesede dönüştürülüyor ve böylece bedenlerin tekil kimlikleri yok ediliyor. Devlet tarafından atanan “terörist” kimliği cenazenin o âna kadar var olan tüm kimlikliklerini geçersiz kılarak ölen kişiyi toplumsal harita ve manalardan silme çabası güdüyor.


Ya gayrımüslimler?

Mezarların mekânsal düzenlemesinde önemli rol oynayan diğer bir etken ise dini aidiyet farklılıkları ve bu farklılıkların ördüğü sınırlar. Bu ülkede mezarlık yıkım ve talanından nasibini alan kuşkusuz sadece Kürtler değil. Tamar Nalcı ve Emre Can Dağlıoğlu, Gezi Direnişi günlerinde Agos’ta yayınladıkları yazıyla, Taksim bölgesine dair ezberimizi bozmuşlardı. Bugünkü Gezi Parkı’nın, Askeri Müze’nin, TRT İstanbul Radyosu binasının, Hilton ve Divan otellerinin olduğu alanın Osmanlı döneminde Ermeni mezarlığı olduğunu ortaya koyuyorlardı. İsmi Surp Agop olan bu mezarlığa cumhuriyet döneminde hukuksuz yollarla el konuyor. Talan edilen, zorla el değiştiren ya da yeryüzünden silinen daha nice Ermeni mezarlığı tarihlerinin yazılmasını bekliyor.

Agos’ta yer alan başka bir habere göre, 2013 yılında, İstanbullu Hıristiyan bir aile, fertlerinden birini kaybettikten sonra cenazelerini gömmek için Kilyos Mezarlığı’nın gayrımüslimlere ayrılmış kısmına gidiyorlar. Vardıklarında gördükleri manzara karşısında dehşete düşüyorlar. Mezarlığı son derece bakımsız ve vahim durumda buluyorlar. Daha sonra İstanbul Nehir Kilisesi Baş Pastörü Güçlü Erman konuyla ilgili şikâyette bulunuyor:

“Maalesef çok bakımsız bir mezarlık. İneklerin ve hayvan pisliklerinin dolaştığı bir alan. Bu mezarlıkla eşitsizlik ve aşağılanma gözler önünde. Kendimizi ikinci sınıf vatandaş değil, hayvan pisliği gibi hissettik. Kardeşimizi hayvan pislikleri arasında gömdük. Buna lâyık değildi. Bu ülkenin vatandaşı olarak çalışıp vergi veriyoruz, eşit haklara sahip olmamız gerekir. Azınlıklara ayrılan mezarlığın bakımsızlığıyla böyle hissettiriliyorsa, demek ki devletin gözünde bir değerimiz yok.”

Bu şikâyete cevaben dönemin İBB Mezarlıklar Müdürlüğü’nden yetkili kişiler açıklama yapıyorlar. Kilyos mezarlığındaki büyük bir alanın Hıristiyan mezheplerine mensup vatandaşlara, dinsizlere, kimsesizlere ayrıldığını ve bu alana ayrıca, hastanede ameliyatlarda kesilen organların gömüldüğünü belirterek, bölgedeki eksikliklerin giderileceğini söylüyorlar. Sonrasında değişen bir şeyler oluyor mu, bilemiyoruz.


Kimsesizleştirilenlerin yas topografyası

Siyaset felsefecisi, feminist ve kuir düşünür Judith Butler birçok yazısında yas tutmanın iktidar ve toplumsal eşitsizliklerle ilişkisini vurguluyor. Butler, kırılgan hayatları anlatırken, bu hayatları hayat olarak görmeyen ve dolayısıyla kayıpları esnasında yaslarına gerek duyulmayan ya da yasları tutulamayanlar olarak tarif ediyor. Bu hayatlar “tam da zaten çoktan kaybedilmiş veya yoksun kalmış olarak kabul gördükleri için kolayca kaybedilebilir, ya da cezalandırılabilirlerdir; devletin yasadışı şiddetinden [toplumsal ayrımcılık ve dışlanmadan] korunmaya ihtiyacı olan topluluklar olarak algılanmaktansa bildiğimiz insan hayatına tehdit olarak görülürler.”[2]

Gezi Parkı’nın, Askeri Müze’nin, TRT İstanbul Radyosu binasının, Hilton ve Divan otellerinin olduğu alan Osmanlı döneminde Ermeni mezarlığı. İsmi Surp Agop olan bu mezarlığa cumhuriyet döneminde hukuksuz yollarla el konuyor. Talan edilen, zorla el değiştiren ya da yeryüzünden silinen daha nice Ermeni mezarlığı tarihlerinin yazılmasını bekliyor.

Butler’ın kelimelerinin izinden gidersek, kimsesizler mezarlığını bu eşitsiz yas ekonomisinin mimari bir ürünü olarak tanımlayabiliriz. Ölümü mekânsal olarak düzenleme ve haritalaştırma gayreti aslında toplumsal ve siyasi çeperlerin yaşamdan devraldığı değerler silsilesini coğrafyaya kazıma emeli taşıyor.

Kimsesizler mezarlığı yapı ve tasarımıyla yas etrafında etnik, cinsel, cinsiyetçi ve sınıfsal sınırlar çizen bir harita. Yaşama hâkim olan şiddet ve iktidar ilişkilerinin ölümle ve toplumsal öbür dünyalarla girdiği çatışmanın ete kemiğe bürünmüş hali. Türkiye’deki toplumsal ve siyasi çeperlerin ölüm etrafında buluştuğu fiziksel bir yapı, ölülerden beslenen bir topografya. Yaşamı ihlâl anlamı taşıyan, egemen çerçevelere sığmayan ya da bu çerçeveleri bozan insanların bir arada yattığı, kimsesizleştirildiği ve böylece toplumsal öbür dünyalara dair imkânlardan sürekli olarak defedildiği bir mimari.

Ailelerinin inkar ve terk ettiği trans kadınlar, mezarları talan edilip kemikleri taşınanlar, terörist ilan edilenler, namus için katledilmiş kadınlar, erken doğan bebekler, kimliği saptanamayan mülteci ve göçmenler ve gerçekten kimsesiz olanların ölü bedenlerine iliştirilmiş rakamlar tablosu. Kimsesizler mezarlığı ölümün adeta abaküsü. 

 

[1] Aslı Zengin, 2015, “Sevginin Ölüm Dünyası: Aile, Arkadaşlık ve Trans Kadın Cenazeleri,” Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, sayı 26.
[2] Judith Butler, 2011, “Remarks on ‘Queer Bonds’”, GLQ, 17(2-3):381-87.
^