ÜÇÜNCÜ NESİL BİYOYAKITLAR: ALGLER

Duygu Kaşdoğan
24 Ağustos 2018
SATIRBAŞLARI

Yeşil kapitalizmin yeni gözdesi, atmosferdeki oksijenin, dile kolay, yarısını üreten algler, yani su yosunları. Fosil yakıtlara alternatif olarak yıllarca propagandası yapılan tarımsal ürün bazlı biyoyakıt endüstrisinin vahim sonuçları ayan beyan olduğundan beri, bir süredir rafa kaldırılan mikroalg enerji projeleri hızla dolaşıma girdi. Yine bir “mucizevi çözümle” karşı karşıyayız. Ancak, proje değişiyor, senaryo değişmiyor: Ekolojik risklerin gözardı edilmesi, toprakların ya da denizlerin gaspı, organizmaların metalaştırılması… Alglerin aynasında tekno-kapitalizmin işleyişine bakıyoruz.
Debra Corbett

Modern sanayi toplumlarını mümkün kılan koşullar arasında değerlendirilen kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtlara alternatif enerji kaynağı arayışları iklim değişikliği bağlamında hızla artıyor. Özellikle elektrik üretiminde fosil yakıtlara dayalı enerji sistemlerinin yerini “yenilenebilir enerji kaynağı” olarak değerlendirilen güneş ve rüzgâr  sistemlerinin yavaş da olsa almaya başladığını görüyoruz. Bir sermayedarın, kamu görevlisinin, bilim insanının, teknisyenin ya da enerji sistemlerinin üretiminde rol oynayan herhangi bir failin konumunda olmasak da yeni sistemlerin inşa ve işleyiş süreçlerine farklı biçimlerde tanıklık ediyoruz. Örneğin bir yolculuk esnasında rüzgâr türbinlerinin fotoğrafını çekiyor ya da Karaburun’da bu türbinlere karşı sesini yükselten halkın kaygılarını bir haberden okuyoruz. Düşük karbonlu enerji sistemlerine geçişte kamusal bir tartışma zeminine sahip güneş ve rüzgâra dayalı enerjiler sürecin en görünür kısmı. Geçiş sürecinde görünmeyen, kamusal bir tartışma zemini henüz oluşmamış başka sistemler de mevcut; örneğin elektrik, ısı, biyogaz, biyoetanol ve biyodizel üretimi için geliştirilen ve kullanılan mikroalgler. Gezegenin oksijen üretiminde önemli bir rol oynayan bu mikroorganizmaların alternatif enerji sistemlerinin unsuru ve faili haline gelişine yakından bakalım.[1]

Algler biyosferimizin hemen hemen tüm ekolojilerinde bulunan organizmalar. Bazı türleri nemli taş ve kayaların yüzeyinde, ağaç gövdelerinde çoğalıyor. Diğerlerine ise çöllerde ya da Antarktika buzullarında rastlanıyor. Yine de alglerin çoğalması için en uygun ortamlar okyanuslar, göller, nehirler, göletler ve sulak alanlar gibi akuatik çevreler. Bir akvaryumun köşesinde birikirler, göletlerde köpük halinde karşımıza çıkarlar, okyanus akıntılarında sürüklenirler. Algler aslında her yerdedir. Fakat birçok yaşam ortamında dikkatimizden kaçarlar, ta ki aşırı miktarda üreyene kadar. Buna en iyi örnek “kızıl akın” ya da “alg patlaması” olarak bilinen olgudur: Bazı mikroalg türlerinin (örneğin dinoflagellates) sucul ortamda popülasyonunun artmasıyla, ortamdaki oksijen seviyesi azalır ve su yüzeyinde gözle görünür toksik kütleler oluşur. Günümüzde mikroalglerin enerji kaynağı olarak değerlendirilmesi aslında bir bakıma alg patlamalarından esinleniyor. Özellikle çevre mühendislerinin dile getirdiği şekliyle, “tehdit” olarak görülen alg popülasyonlarındaki artış bir “fırsata” dönüştürülüyor. Araştırmacılar mikroalglerin hızlı üremesinden yola çıkarak bu organizmaların alternatif enerji arayışlarına potansiyel çözüm sunabileceği fikrini öne sürüyor. Ancak, araştırma laboratuvarlarında algler çoğu zaman araştırmacıların istediği kadar hızlı çoğalmıyor. Kimi zama büyümeyi reddediyorlar. Bir bakmışsınız aylardır beslediğiniz, kontrol altında tuttuğunuz kültür bir gecede çöküvermiş, tüm algler ölmüş. Alglerin evcilleştirilerek insanlara kaynak olarak sunulması adına özellikle son on yılda teknobilimsel çalışmalar hem dünyada hem de Türkiye’de hızla artıyor.

Alternatif enerji sistemleri hakkında mikroalgler üzerinden düşünmek keyfi bir seçim değil. Bugün dizginsiz bir biçimde tükettiğimiz fosil yakıtların önemli bir kısmı yaşamış, ölmüş, yüzyıllar boyunca okyanus ve denizlerin alt tabakalarında birikmiş mikroalglerden oluşuyor.

Artan araştırma faaliyetlerine rağmen, mikroalglerden enerji üretimi çoğunlukla niş bir alan ya da gerçekleştirilmesi pek de mümkün olmayan bir çaba olarak değerlendiriliyor. Henüz tam anlamıyla enerji kaynağı olarak metalaştırılamamış mikroalglere dair bir tartışma zemini açmak istememizin nedeni, bu yaşam formlarının, enerji kaynağı olarak kullanılmasının ne derece ve nasıl mümkün olduğuna dair bir sonuca varmak değil. Piyasalarda alınıp satılan bir metadan ziyade birtakım teknobilimsel ve iktisadi süreçlerin materyali olarak laboratuvarlarda ve/veya pilot ölçekli çalışmalarda kullanılan mikroalgler üzerine konuşmaya başlamanın iki bakımdan önemi var: İlk olarak, teknobilimsel süreçlerle nasıl iktisadi değer yaratıldığını, yani mikroalgler gibi yaşam formlarının piyasalarda meta haline gelmeden önce, örneğin laboratuvarlarda yürütülen çalışmalarla iktisadi değerlendirme rejimlerine nasıl dahil olduğunu anlamaya ve tartışmaya ihtiyacımız var. Feminist teknobilim araştırmacısı ve tarihçi Michelle Murphy’nin ifade ettiği gibi, teknobilimsel alanlarda yaşamın iktisadileştirilmesi süreçlerini irdelememiz çok önemli. İnsan bedeninden mikroorganizmalara kadar hangi yaşamların değerli olup olmadığına, popülasyon ölçeğinde, makro-ekonomik göstergelere göre karar veren bir iktisadi rejime dikkat çeken Murphy, bu rejimin meşruiyetini mümkün kılan teknobilimsel süreçleri analiz etmemizi öneriyor.[2] GSMH bazlı ekonomi insan yaşamının değerinin belirlendiği bir konteynır olarak nasıl öne çıkıyorsa, yapılı ekoloji olarak adlandırdığım mikroalglerden enerji üretim sistemleri de algleri topyekûn biyokütle olarak kullanıyor; üretim sisteminin maliyeti mikroalglerin “yenilenebilir enerji sistemleri” içinde değerli olup olmadığını belirler hale geliyor. Yapılı ekolojiler aracılığıyla iktisadileştirilen yaşamlar üzerine düşünmek, yaşam formlarının ekolojik değerini araçsallaştırılan ekonomik mantığı aşmamız, bu canlıların gezegenin ekolojik sürdürülebilirliği açısından değerlerini fark etmemiz ve onlarla yeni ilişkilenme biçimleri oluşturmamız için çok önemli.   

Ölmüş algler, yaşayan algler

Alg membranı

İkinci olarak, alternatif enerji sistemleri tasarım ve inşa süreçlerine yurttaşlar olarak müdahale edebileceğimiz kanalların açılması çok önemli. Çoğu zaman tüketiciler hangi enerjinin nasıl kullanıldığına rıza gösteriyor ya da tepki veriyor. Oysa özellikle içinde bulunduğumuz düşük karbonlu, iklim dostu enerji sistemlerine geçiş döneminde, hangi enerji kaynağının nerede, nasıl ve kimin için üretileceği konusuna herkes müdahil olabilmeli. Söz konusu üretim ilişkileri mikroalglerden enerji üretiminde olduğu gibi teknobilimsel süreçlerle şekillendiğinde müdahale kanallarının oluşturulması gerekiyor. Bu bağlamda, mikroalgler üzerine konuşmak teknobilimsel üretim süreçlerine nasıl müdahil olabileceğimize, dikkatimizi hangi konu ve sorulara yönelteceğimize dair ipuçları verebilir.

Öyle bir materyal/kaynak/teknoloji bulalım ki, enerji sorunumuzu hepten çözsün… Genel eğilim böyle. Oysa enerji sorununun salt bir kaynak değil, aksine üretim ve tüketim biçimlerini belirleyen toplumsal ilişkilerle ilgili olduğunu tespit etmemiz elzem.

Alternatif enerji sistemleri hakkında mikroalgler üzerinden düşünmek keyfi bir seçim değil. Bugün dizginsiz bir biçimde tükettiğimiz fosil yakıtların önemli bir kısmı yaşamış ve ölmüş, yüzyıllar boyunca okyanus ve denizlerin alt tabakalarında birikmiş mikroalglerden oluşuyor. Mikroalgleri enerji kaynağı olarak gündeme getiren araştırmacılar ve diğer aktörler “modern algleri” fosil yakıt ekonomisinin yerine geçecek potansiyel kaynak olarak sunuyor. Plastik torbalardan temizlik ve kozmetik ürünlerine, motorlu taşıtların yakıtından evlerimizde kullandığımız elektriğe, tarımsal gübreden tükettiğimiz gıdalara, ilaçlara kadar birçok alanda başat veya destekleyici materyal olarak değerlendirilebilecek mikroalgler fosil yakıtlardan kurtuluşun sembolü haline geliyor. Mikroalglerin atık su arıtımında biyoremidasyon teknolojisi olarak kullanımı da söz konusu. Mikroalglerin potansiyeli hakkında heyecana kapılmadan, mikroalg çalışmalarını vaat ekonomisinin yeni bir unsuru olarak değerlendirip kenara itmeden mikroalglere dayalı enerji sistemlerini nasıl analiz edebiliriz? Bir mikroalg enerji projesi üzerinden değerlendirmeye çalışalım. Önce, hangi koşulların bu projeleri mümkün kıldığına bakalım.

Yaşam bilimleri ve kapitalizm

Mikroalglerden biyoyakıt elde etmeye yönelik küçük ölçekli ilk üretim girişimleri 1950’lerde California Berkeley Üniversitesi’nde yürütülen çalışmalarla gerçekleşti.[3] Bu çalışmalar İkinci Dünya Savaşı sonrası atık su arıtımını da içeren enerji tasarrufu programlarının öne çıktığı dönemin hâkim bilimsel görüşünü doğruluyordu: Alg sistemleri gibi fotosentetik süreçlerin geniş ölçekte enerji üretimi için plantasyonu savunulamazdı.[4] 1973 petrol krizi ile ABD’nin yeni enerji kaynakları arayışının bir parçası olarak alglerin enerji üretimi için kullanımı dış piyasalara bağımlılığı azaltmak adına tekrar gündeme geldi. Bugün halen alglerden enerji üretimi konusunda çalışan biyokimyager John Benemann ve çalışma arkadaşları 1978’de ABD Enerji Bakanlığı’na bir rapor sundu.[5] Raporda fosil yakıt maliyetleriyle rekabet edebilecek fiyatlarda geniş ölçekli alg sistemlerinden metan gazı elde edilebileceği iddia ediliyordu. Aynı yıl, ABD başkanı Jimmy Carter alglerden biyoyakıt elde edilmesi için hükümet destekli Aquatics Species Program (ASP) projesini başlattı.

NASA’nın San Francisco plot proesi için yaptığı illüstrasyon. Denizlerde büyük alanlar kaplayacak alg mebranları sulak alanların ve okyanus gaspının artmasına neden olacak

ASP’nin amacı yüksek yağ içeriğine sahip mikroalgleri havuzlarda, kömür yakıtlı termik santrallerin atık olarak ürettiği karbondioksitle besleyip yetiştirerek biyodizel üretimini gerçekleştirmekti.[6] Araştırma faaliyetlerinin büyük bir kısmı Ulusal Yenilenebilir Enerji Laboratuvarı’nın (NREL) California Golden kampüsündeki araştırmacılarla ülke çapındaki üniversitelerde ve özel sektör projeleri aracılığıyla yürütüldü. Bu geniş kapsamlı çalışmalara rağmen araştırmalar alglerden biyodizel üretim maliyetinin petrol bazlı dizel yakıt maliyetinin iki katı olduğuna dikkat çekiyordu.[7] Her ne kadar, 1996’da projenin sonlandırılmasına dair öne sürülen gerekçe yüksek maliyetler olsa da kapanış raporu incelendiğinde, mısır bazlı biyoetanol üretimine kayan devlet desteğinin önemli bir rol oynadığı göze çarpıyor. Bu tespit, 2007’de ABD hükümetinin alg biyoyakıt çalışmalarını yeniden canlandırmasının ardındaki temel gelişmeleri okuduğumuzda doğrulanıyor.

Mikroalg enerji projeleriyle tarihsel ve toplumsal olarak biçimlenmiş karmaşık meseleler tek bir sorun olarak tasavvur ediliyor. Bu sorunun da teknolojik müdahalelerle çözülebileceği savlanıyor. Böylesi bir teknolojik müdahale ise denizler üzerinde bir “çitlemeye”, okyanus gaspı sürecine işaret ediyor. 

2000’lerde artan gıda fiyatları ve biyoyakıtlar arasındaki ilişki, “ya gıda ya da yakıt” sloganıyla ayyuka çıktı. 2008’de, Aditya Chakrabortty’nin Guardian gazetesinde kaleme aldığı yazıda, ekonomist Donald Mitchell tarafından hazırlanan Dünya Bankası’nın gizli raporunun gıda fiyatlarındaki toplam artışın yüzde 75’inin mısır bazlı biyoyakıt üretiminden kaynaklandığını ortaya koymasıyla birlikte bitkilerden yakıt üretimi hükmünü neredeyse yitirdi. Öyle ki, Birleşmiş Milletler eski özel raportörlerinden John Ziegler biyoyakıtları “insanlığa karşı cinayet” olarak değerlendiriyordu.[8] Biyoyakıtlara karşı yükselen protestolara cevap arayışındaki hükümetler alternatif biyoyakıt hammaddesi üzerine çalışmalara başladı. Algler “en umut vadeden” materyal olarak öne çıkmaya başladı.[9] Öyle ki, üçüncü nesil biyoyakıt[10] olarak sunulan algler kötü şöhretli biyoyakıtların imajını değiştirebilecek potansiyele sahip olduğu kadar, yeni biyo-ürünlerin (vitamin, ilaç, kozmetik) geliştirilmesiyle biyoekonomi sektörünün genişlemesinde de önemli rol oynayabilecekti.[11] Nitekim 2007’de ABD Enerji Bağımsızlığı ve Güvenliği Kanunu (EISA) altında çıkarılan Yenilenebilir Yakıt Standartları (RFS) ile mısır bazlı biyoetanol üretimine sınırlama getirilerek tarımsal faaliyetlerle rekabet etmeyecek alternatif biyoyakıt kaynaklarına yönelik teşvik sağlandı. Alglerin popülaritesi özellikle Mayıs 2009’da Başkan Obama ve Enerji Bakanı Steven Chu’nun yeni biyoyakıt araştırmalarına 800 milyon dolar yatırım yapılacağını açıklamasıyla artmaya başladı.[12] 

Obama hükümeti döneminde ABD Enerji Bakanlığı alglerden enerji üretimini tekrar ajandasına aldı ve bakanlığa bağlı Biyoenerji Teknolojileri Ofisi (BETO) bu alandaki bilimsel çalışmaların ve ticari yatırımların artmasında büyük rol oynadı. Bu dönemde, Algal Biomass gibi hükümet-dışı kurumların öne çıkmaya başladığına, bilimsel çalışmaların, yatırımcıların ve şirketlerin sayılarının hızla arttığına tanık olduk. Diğer bir deyişle, ABD’de devlet, şirketler ve bilim insanları tarafından algler sadece enerji alanının değil, genel olarak biyoekonomi sektörünün gelecek vadeden bir kaynağı olarak el birliğiyle öne çıkarıldı.

Genleşen piyasa

Sadece 2017 yılında ABD’nin çeşitli sulak alanlarında 169 toksik alg patlaması yaşandı. Bu patlamalar alglerden enerji elde etme projelerinin de ilham kaynağı. 

Her ne kadar Trump yönetiminde BETO’ya ayrılan bütçede kesintilere gidilse de Enerji Bakanlığı’nın alg araştırmalarına sunduğu finansal destek devam ediyor.[13] Bir yandan da, alglerle ilgili girişimlerin salt devlet destekleriyle devam etmediğini de söyleyebiliriz. Obama döneminde bilimsel ve sektörel çalışmaların yeterli olgunluğa eriştiği düşünülürse, bu alandaki araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin özel sektör yatırımlarıyla yaygınlaşmaya devam etmesi şaşırtıcı değil. Piyasa araştırma raporlarından alglerin başta ABD olmak üzere, Avrupa, Japonya, Çin, Hindistan ve Güney Doğu Asya’da karayolu taşımacılığından havacılığa, ilaç sanayiinden biyoplastik sektörüne birçok alandaki uygulamalar için kullanıldığını öğreniyoruz. Algler etrafında oluşturulan yeni piyasa dinamikleri bu yazının kapsamını aşsa da piyasaların temel olarak kimler tarafından ve nasıl biçimlendirildiğini göstermek adına dünyanın önde gelen petrol ve gaz şirketlerinden ExxonMobil’e bakabiliriz. Şirket, Obama hükümetinin AR-GE desteğini açıkladığı 2009’da, alglerden biyoyakıt üretimine 600 milyon dolar yatırım yapıp 10 yılda alg biyoyakıtlarını piyasaya sunacağını beyan etti. Ancak 100 milyon dolarlık ilk dilimin ardından üretimin ticari anlamda geçerli olmadığını öne sürerek yatırımları yavaşlattı. 2017’deyse ExxonMobil insan genom projesiyle tanınan J. Craig Venter’ın şirketi Synthetic Genomics’le yürüttüğü işbirliğini yenileyerek bu alandaki yatırımlarını canlandırdı.[14]

Mikroalg projelerinin çoğunluğu temel bir soru üzerine çalışıyor: Enerjiyi daha ucuza nasıl üretebiliriz? Bu sorudan hareket ettiğinizde, algleri ekolojik yaşam formları olarak değil, ekonomik değer üretebilecek kaynak olarak tasavvur ediyorsunuz. Yaşamın iktisadileştirilmesi tam da bu!

ABD’nin algler konusunda başı çekmesinin temelinde yatan koşulları iyi okumak gerekiyor. Ne risk sermayesinin ülkedeki durumu ne bilimsel alanda ileri çalışmalar ne de hükümet desteği kendi başlarına alg biyoekonomi sektörüne zemin hazırlayan faktörler. Aksine, 1970’lerden itibaren, yaşam bilimleri ve kapitalizm arasındaki işbirliğini güçlendirerek dünya ekonomisindeki konumunu yeniden canlandırmaya çalışan ülkede, bu alandaki çalışmalar için gerekli olan kanalların hali hazırda mevcut olduğunu söyleyebiliriz.[15] Türkiye’de ise durum biraz daha farklı. 

Türkiye’deki durum

Türkiye’de algler üzerine ABD’deki kadar yaygın bilimsel araştırma ve ticari yatırım olmasa da pek görülmeyen, ama kayda değer çalışmalar yapılıyor. Alglerin ürün geliştirme ve atık arıtımı gibi alanlarda materyal olarak kullanımı sayılı büyük şirketin, çeşitli üniversite ve kamu kuruluşlarında çalışan bilim insanlarının ilgi alanları içinde. Konya Şeker’in alanda yatırım yapmak üzere girişimde bulunmasından, TÜBİTAK’ın konu özelinde bir araştırma çağrısı yapmasına, laboratuvar ölçeğinde birçok üniversitede çalışmalar yürütülmesine kadar, algler devlet kurumlarının, şirketlerin ve bilim insanlarının ajandalarında değişik ölçeklerde yer alıyor. ABD’den farklı olarak, Türkiye’de alg çalışmaları büyük oranda bilim insanlarının ilgi ve girişimleriyle şekilleniyor; alg piyasalarının oluşturulmasında öncü rolü bilim insanları oynuyor. Özellikle, çevre mühendisliği alanında, çoğu zaman atık su arıtımı çalışmalarıyla beraber ilerleyen mikroalg biyoyakıt projeleri bugün ODTÜ, Koç, Boğaziçi, İTÜ, Ege Üniversitesi ve Gebze Yüksek Teknoloji gibi kurumlarda yürütülüyor. Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü öğretim üyesi Berat Haznedaroğlu’nun inisiyatifiyle hayata geçen İMBİYOTAB (İstanbul Mikroyosun Biyoteknolojileri Araştırma ve Geliştirme Birimi) projesi öne çıkan örneklerden biri. Üniversitenin Sarıtepe kampüsünde alg yetiştirme tesislerinde pilot ölçekte devam eden proje, alglerin enerji, gıda ve ilaç sektöründe değerlendirilmesi ve aynı zamanda atık su arıtımında kullanılması üzerine araştırma ve geliştirme faaliyetlerini kapsıyor.[16]

Türkiye’de emekleme aşamasındaki konu kamuoyu gündemine Haznedaroğlu’nun davetiyle NASA’dan araştırmacı Jonathan Trent’in geçtiğimiz aralıkta Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği sempozyumun ardından çıkan birkaç yazıyla geldi. Mikroalgler Bilim ve Teknik dergisinin Mart 2018 sayısına “Mikroalglerden Enerji: Sürdürülebilir ve Çevre Dostu” başlığıyla kapak konusu oldu. Dr. Tuncay Baydemir’in kaleme aldığı yazıda, Trent’in yürüttüğü OMEGA (Alg Yetiştiriciliği için Açık Deniz Membran Hazneleri) projesinin tanıtımı üzerinden okuyucuya mikroalglere ve OMEGA sistemine dair birtakım bilgiler veriliyor. “Mikroalgler enerji sorununu çözer mi?” başlıklı yazı bir anlamda genel eğilimi yansıtıyor: Öyle bir materyal/kaynak/teknoloji bulalım ki enerji sorunumuzu çözsün… Oysa enerji sorununun salt bir kaynak değil, aksine üretim ve tüketim biçimlerini belirleyen toplumsal ilişkilerle ilgili olduğunu tespit etmemiz elzem.

Ekonomik sürdürülebilirlik tahayyülü

OMEGA projesi en basit tanımıyla, alglerden biyokütle üretimini atık su ve karbondioksit arıtım süreçleriyle birleştiren entegre bir modele dayalı, kıyıların açığında, deniz ve okyanuslarda kurulan bir enerji sistemi öneriyor. Atık arıtımı ile biyokütle elde edilmesini hedefleyen proje dalga, rüzgâr ve güneş gibi enerji kaynaklarının ve su ürünleri yetiştiriciliğinin de sisteme entegre edilebileceği bir tasarıma sahip. Karbon yoğun endüstrilere ve atık su arıtım tesislerine yakın olan San Francisco körfezi projenin araştırma sahası oldu. Benzeri korunaklı körfezler potansiyel üretim mekânları olarak projenin yaygınlaştırılması çalışmalarında öne çıkıyor. Projenin alglerin yetiştirilmesi için kontrol edilen bir ekolojik ortam yarattığını, yani yapılı ekoloji oluşturduğunu söyleyebiliriz. Böylesi bir üretim sistemi tasarlanırken hangi kaygıların ve yaklaşımların nasıl içerildiğine yakından bakarak sistemin nasıl bir sürdürülebilirlik tahayyülü yarattığını görebiliriz. Jonathan Trent’in projenin tanıtımında dile getirdiği hususları incelediğimizde ekonomik sürdürülebilirlik kaygısının öne çıktığı görülüyor.[17] 

Bizlerle benzer kaygılara sahip birçok bilim insanı olduğunu biliyoruz. Buradaki kritik yaklaşım laboratuvarları toplumsal mekânlar olarak görmek ve bilim insanlarının uzmanlıklarının ötesinde beraber siyaset yapılabilecek aktörler olduklarını dile getirmek.

Neden körfezlerin proje için en iyi “fırsatı” sunacak mekânlar olarak seçildiğine bakarak başlayalım. Trent dünya nüfusunun yüzde 40-60’lık kesiminin kıyı bölgelerinde yaşaması, büyük kentlerin kıyıya yakın yerlerde kurulması ve neredeyse tüm kıyı kentlerinin atık suyu denizlere/okyanuslara boşaltmasından yola çıkarak körfezlerin OMEGA sisteminin ihtiyacı olan atığı, kirliliği üretmesinden bahsediyor. Böylece, kentsel ölçekte kirlilik sorununun bertaraf edilmesi için çözüm önerileri getirmek yerine, bu ve benzeri projelerle endüstriyel sistemin mevcut kirliliği üretmesi destekleniyor. Kirliliğin kaynağına müdahale yerine, kirlilik başka bir ekonomik sistemin girdisine dönüşüyor.

Trent alg biyokütle yetiştiriciliği için denizlerin ve okyanusların kullanılması önerisini bir yandan da birincil nesil biyoyakıtlara, toprak alanların kullanımına karşı gelişen tepkilere bir çözüm olarak sunuyor. Hatta “marjinal topraklar” olarak değerlendirilen alanlarda alg çiftliklerinin kurulması önerilerine karşı, bu çiftlikler için su ve gübre taşıma maliyetlerine dikkat çekerek, maddi kaynağı söz konusu toprakların verimli hale getirilmesine ayırmayı öneriyor. İlk bakışta makul gözüken bu yaklaşım aslında marjinal topraklar kavramının toprak gaspı için meşrulaştırıcı ekonomik-teknik bir araç olarak kullanılmasının üstünü örtüyor.[18] Trent’in yaklaşımındaki iktisadi tutum enerji projeleri için marjinalleştirilmiş topraklara dair sosyal ve politik kaygıların önüne geçiyor; denizler ve okyanusların iktisadi olarak üretken ekolojiler olduğuna yönelik tahayyülün zemini de böylece kurulmuş oluyor. En basitinden, su taşıma maliyeti ortadan kalkıyor. Sistemin ekonomik olarak sürdürülebilirliğini önceleyen benzeri yaklaşımların nasıl ekolojik sürdürülebilirlik çerçevesine yerleştirildiğini görmek çok önemli. Çünkü tam da bu noktadan, bu gibi projelerin eleştirisini sunarak farklı üretim sistemlerinin tasarlanmasını mümkün kılabiliriz.

Tek sorun, tek çözüm yanılgısı

Trent’e göre enerji, gıda ve su kaynakları meselesi çağımızın en büyük sorunudur. Hükümetlerin, Manhattan Projesinde olduğu gibi, fonları ve beyin gücünü bu sorunun çözümüne aktarması gerektiğini söyleyen Trent çözümün alg biyoyakıt projelerini de içeren büyük ölçekli hükümet programlarıyla mümkün olduğunu iddia ediyor. Trent’in bütünleşik problem vurgusu günümüzde siyasi ve akademik söylemlerde popülerleşen bağsal düşünceye (nexus thinking) tekabül ediyor. OMEGA sistemi de bağsal teknoloji olarak öne çıkıyor.[19] Mikroalg enerji projeleriyle tarihsel ve toplumsal olarak biçimlenmiş karmaşık sorunlar tek bir problem olarak tasavvur ediliyor. Bu problemin de teknolojik müdahalelerle çözülebileceği savlanıyor. Böylesine bir teknolojik müdahale ise denizler üzerinde bir “çitlemeye”, yapılı ekolojiler üzerinden okyanus gaspı sürecine işaret ediyor. 

Yapılı ekoloji kavramını açmak adına biraz daha yakınlaşarak sistemin temel parçası olan OMEGA fotobiyo-reaktörlerine bakalım. Fotobiyo-reaktör, en basit şekliyle, havuzlar ve tanklar gibi mikroalg üretimi için kullanılan bir hazne. OMEGA projesinde bu hazneler yarı geçirgen membranlara sahip yüzen plastik tüpler olarak tasarlanmış. “Şeytan ayrıntıda gizlidir” diyen Trent OMEGA projesini öne çıkaran unsurun NASA’nın yaşam destek sistemlerinden ilhamla kurulan bu tasarım olduğunu söylüyor. Kaynakların “verimli” ve “tutumlu” kullanımını gerektiren uzay yolculuklarında atıkların yeniden kullanılması şarttır. Özellikle azalan fosil yakıtlar ve artan popülasyonla birlikte “sınırlı kaynakların” yönetimi konusunun gezegenimizdeki yaşamı da ilgilendirdiğini söyleyen Trent atığın bir nesne değil fail olduğundan bahsediyor. Atık (fosfat ve nitrojen) nasıl ki fazlalığı nedeniyle okyanuslarda alg patlamaları gibi ekolojik tehditlere yol açıyorsa, benzer biçimde, alglerin çoğalmasını ve enerji üretmesini de tetikler. Diğer bir deyişle, tehdit yaratan durum yapılı ekolojiler içinde kontrol altında tutularak, atığın belli biçimlerde gaspıyla bir fırsata dönüştürülür. İşte bu yapılı çevrede, ekolojik sürdürülebilirlik alglerin kaynağa dönüştürülmüş atığı kendi üremesi ve çoğalması için kullanma kapasitesine bağlıdır.

Öte yandan, algler kendinden menkul, doğal bir potansiyele sahip değil. Bu yüzden alglerin mevcut enerji sistemine bağlı sosyoekonomik yapıyı değiştirme potansiyeline yapılan vurgu konusunda dikkatli olmamız gerek. Potansiyelin aktive edilen, üretilen bir unsur olduğunu görmeliyiz. Örneğin, OMEGA projesi kapsamında kullanılan chlorella vulgaris türü yıllar boyunca çeşitli laboratuvar çalışmalarıyla geliştirildi. Bu yüzden atık su arıtımı sistemlerinde tercih edilmesi tesadüf değil.

Alglerin ekolojik kapasitesinin üretildiğine vurgu yaparken derdimiz “doğal” olanın korunması yönünde bir sav öne sürmek değil. Yapılı ekolojilerin günümüzün gerçeği olduğundan hareket ederek bu ekolojileri nasıl üreteceğimiz sorusunu önemsemek gerekiyor. Bugün mikroalg projelerinin çoğunluğu temel bir soru üzerine çalışıyor: Enerjiyi daha ucuza nasıl üretebiliriz? Bu sorudan hareket ettiğinizde, algleri ekolojik yaşam formları olarak değil, ekonomik değer üretebilecek kaynak olarak tasavvur ediyorsunuz. Aslında, yaşamın iktisadileştirilmesi tam da bu: Makro ekonomik gerekçelerle hazne içinde yetiştirilen alglerin popülasyon eğrileriyle ilgileniyoruz; fotosenteze bağlı yaşamın sürdürülebilirliğinde kozmik bir ekolojik değere sahip olan yaşam formları iktisadi çıktı ürettikleri oranda değerli hale geliyor.

Farklı hikâye ihtiyacı

Trent’in OMEGA projesinin hikâyesini anlatışına baktığımızda, fosil yakıtlara dayalı büyüme ekonomisine dayanan zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Aynı hikâye içinde aktörlerin sadece adı değişiyor: Fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynakları, eski zamandan kalma algler yerine modern algler. Daha kısa zamanda daha çok enerjiyi nasıl üretebiliriz sorusundan hareket eden bir projenin bize sunacağı hikâyenin ekonomik sürdürülebilirliği önceleyen düşünce ve pratikleri yeniden üretmesi kaçınılmaz. Yaşama farklı bakmamızı, çeşitli yaşam formlarıyla farklı ilişkiler kurmamızı mümkün kılacak yeni hikâyelere ihtiyacımız olduğu aşikâr. Örneğin, fotosentezin, bitkilerin, alglerin bu gezegendeki yaşamın ekolojik sürdürülebilirliği için nasıl değerli olduğu üzerine konuşabiliriz. Bu tartışmalar zamanla düşünme biçimlerimizde de değişiklik yaratır. Mevcut sistemin hızına ayak uydurmaya çalışmak yerine, karşısında durup müdahale etmemiz gereken önemli gelişmeler ise kapıda. Mikroalg projeleri de bunlardan biri. Bu doğrultuda, çalışmaların kamusal alanda tartışılması için baskı yapılması ilk adım olabilir. Bu amaçla bilimsel okur yazarlık yetilerimizi geliştirmemiz önemli hale geliyor. Müdahale kanalları açacak özel yetilere sahip olmayabiliriz, ama bizlerle benzer kaygılara sahip bilim insanlarının olmaması da düşünülemez. Buradaki kritik yaklaşım laboratuvarları toplumsal mekânlar olarak görmek ve bilim insanlarının uzmanlıklarının  ötesinde beraber siyaset yapılabilecek aktörler olduklarını dile getirmek. Böylece, ufuktaki yeni enerji mucizesi propagandasına karşı temel bir öneriye varıyoruz: Bilim eleştirisi yaparken eşzamanlı olarak bilim savunusu yapmak. Hangi bilimsel yaklaşım ve çalışmaların desteklenmesi gerektiğine sermaye değil, adil ve ekolojik bir yaşamı kurmak isteyen bizler yön vermeliyiz.

 

[1] “Algler, bitkiler gibi doğada fotosentez bakımından önemlidir. Algler, yerküredeki atmosferik oksijenin yarısını üreten, sucul hayvanlara besin sağlayan ve kara bitkilerinin ataları olan çoğunlukla sucul organizmalardır” [Graham, L., Graham, J. ve Wilcox, L. (2004). Bitki Biyolojisi, Ankara: Palme Yayıncılık, s. 134). Dünyadaki oksijenin yarısının okyanuslardaki fitoplanktonlar (mikroalgler) sayesinde gerçekleştiğine de vurgu yapmak için bu organizmalardan “görünmeyen ormanlar” olarak da bahsediliyor (https://www.learner.org/courses/envsci/scientist/transcripts/chisholm.html). Bu yazıda mikroalglerden bahsederken mavi-yeşil alg olarak da bilinen siyanobakterileri de içeriyorum; mikroalglerden enerji üretimi çalışmaları siyanobakterileri de içerdiği için literatürdeki siyanobakteri ve mikroalgler arasındaki farklılığı işaret eden tartışmalara girmiyorum [bkz. Margulis, L. (1967). “On the origins of mitosing cells,” Journal of Theoretical Biology, 14(3), 225-274]. Türkçede daha yaygın olarak kullanılan “yosun” kavramını kullanmayı tercih etmememin sebebi de bu kavramın günlük dilde moss olarak bilinen bitkileri adlandırmak için de kullanılıması.

[2] Michelle Murphy, geçen yıl yayınlanan The Economization of Life başlıklı kitabında, ulusal ekonomik fayda adına nüfus yönetimini amaçlayan hesaplama ve deney gibi epistemolojik altyapıların yirminci yüzyılda yükselişini, ABD ve Bangladeş’in işbirliği halinde kullandıkları postkolonyal neoliberal tekniklerin (aile planlama, kalkınma projeleri gibi) tarihi üzerinden inceliyor. Murphy’nin bu çalışmada temel eleştirisi, etkin bir biyopolitik mantığın yaygınlaşmasıdır: “Bazıları, diğerleri daha iyi yaşayabilsin diye hiç doğmamalıdır” [Murphy, M. (2017). The Economization of Life. Durham, NC: Duke University Press].

[3] Oswald, W. J. ve Gouleke, C. G. (1960). Biological transformation of solar energy. Advances in Applied Microbiology, 2, 223–262.

[4] Goldman, J. ve Rhyter, J. H. (1977). Mass production of algae – Bioengineering aspects, Proceedings of the Conference (1976, Miami): Biological solar energy conversion içinde, New York, NY: Academic Press.

[5] Benemann, J., Pursoff, P. ve Oswald, W. J. (1978). Engineering design and cost analysis of a large-scale microalgae biomass system [Final Report to the US Department of Energy (NTIS# HCP/T1605-01 UC-61)]

[6] Programın detayları için, bkz. Sheehan, J., Dunahay, T., Benemann, J. ve Roessler, P. (1998). A look back at the U.S. Department of Energy’s aquatic species program-biodiesel from algae           [http://www.nrel.gov/docs/legosti/fy98/24190.pdf]

[7] Sheehan vd. (1998): 13.

[8] Food Secure Canada briefing note: Agrofuels. Food Secure Canada.(2010) [https://cban.ca/wp-content/uploads/agrofuels_briefing_note-FINAL.pdf].

[9] Gao, Y., Gregor, C., Liang, Y., Tang, D. ve Tweed, C. (2012). Algae biodiesel – a feasibility report, Chemistry Central Journal, 6(1), 1-16.

[10] Birinci nesil biyoyakıtlar, söz konusu tartışmalara yol açan, şeker pancarı, şeker kamışı, mısır gibi gıda ürünlerini kapsarken, ikinci nesil biyoyakıtlar lingoselülozik materyaller ve atıklar gibi gıda ürünü olarak kullanılmayan biyokütlelerin kullanımını öne çıkarır. Üçüncü nesil biyoyakıtlar ise biyoteknolojik müdahaleler ile enerji kaynağına dönüştürülen algleri kapsıyor.

[11] Biyoekonomi üzerine bir inceleme için, bkz. Kaşdoğan, D. (2018). “Biyoekonomi: ‘Yaşamın ekonomi-politiği’ üzerine bir düşünce deneyi”, Toplum ve Bilim, 144, 194-216.

[12] Department of Energy. (2010). “National algal biofuels technology roadmap” [https://www1.eere.energy.gov/bioenergy/pdfs/algal_biofuels_roadmap.pdf]. Ayrıca, ABD’de alglerden enerji üretimine yönelik siyasa sürecinin bir tartışması için, bkz. Trentacoste, Martinez ve Zenk. (2015). “The place of algae in agriculture: Policies for algal biomass production,” Photosynthesis Research, 123(3), 305-315.

[13] https://cleantechnica.com/2017/09/21/trump-admin-pitches-seaweed-biofuel-powered-car-future/

[14] ExxonMobil ve Synthetic Genomics arasındaki işbirliği 2009 yılına kadar gidiyor: http://corporate.exxonmobil.com/en/research-and-technology/advanced-biofuels/advanced-biofuels-and-algae-research.

2017 yılında yenilenen işbirliğine dair bir haber için: http://www.biofuelsdigest.com/bdigest/2017/01/19/synthetic-genomics-and-exxonmobil-renew-algae-research-agreement/

[15] ABD’de yaşam bilimleri ve kapitalizm arasında hızlanan trafiğin detaylı bir analizi için, bkz. Cooper, M. (2018). Life as surplus: Biotechnology and capitalism in the neoliberal era. Seattle, WA: University of Washington Press.

[16] https://imbiyotab.boun.edu.tr/tr

[17] Jonathan Trent’in söylemlerinin incelendiği aşağıdaki analizde kullanılan kaynaklar için: Trent, J. (2011). NASA and the Navy developing fuel of the future, Navy Currents Magazine, 18-24; Trent, J. (2012). Energy from Algae, New Scientist, 215 (2879), 30-31; “Trent, J. (2015). Evolution in our environment from A to Ω, [https://www.youtube.com/watch?v=ZBrbHy7l3tg]; Schwartz, D. (2011). NASA’s OMEGA scientist Dr. Jonathan Trent, [http://www.algaeindustrymagazine.com/nasas-omega-scientist-dr-jonathan-trent/].

[18] Nalepa ve Bauer, 2012.

[19] Williams, J., Bouzarovski, S. ve Swyngedouw, E. (2014). Politicizing the nexus: nexus technologies, urban circulation and the coproduction of water-energy [http://www.thenexusnetwork.org/wp-content/uploads/2014/08/Williams-Bouzarovski-Swyngedouw-Politicising-the-nexus-Nexus-Thinkpiece-2014-page-numbers.pdf] 

 

^