EKOFEMİNİZME GİRİŞ–II: BÜYÜK MEDENİYETİMİZ

Yayo Herrero
23 Mart 2019
SATIRBAŞLARI

Kalkınmacı model, neo-klasik iktisadın değer kuramı, ekolojik kriz, köle büyükanneler ve bakım emeği krizi arasındaki bağıntılar neler? Büyüme miti doğa, kadınlar ve tüm toplum üzerinde nasıl yıkıcı etkiler yaratıyor? Yayo Herrero’ya kulak vermeye devam ediyoruz.

 

Önceki bölümde, içinde bulunduğumuz maddi dünyanın vahim durumunu özetledik. Peki ama, “büyük medeniyetimiz”, “bilgi toplumumuz” nasıl oldu da böyle bir noktaya vardı? Ekofeministler olarak, özellikle ekonomiye, ama aynı zamanda politika ve kültüre bu soruyu yöneltmenin bırakıldığını düşünüyoruz. İki temel noktadan soruyu açalım.

Doğa ve karşılıklı bağımlılık

Birinci noktamız doğa. Doğanın dışında yaşayamayız, zira biz de doğayız. Besinler, su, etrafımızı çevreleyen her şey ya doğadan elde edildi ya da doğa tarafından üretildi. Doğa olmadan yaşamamız mümkün değil. Buna rağmen medeniyetimiz –sanki geliştirdiğimiz teknoloji sayesinde doğadan bağımsız yaşamamız mümkünmüş gibi– kendi türümüzle diğer canlı hayat arasına bir duvar örüyor. Bu medeniyet doğaya çok uzak ve yabancı bir ekonomik model, ona bağlı bir yaşam biçimi geliştirdi. Ama biliyoruz ki, doğanın bir sınırı var. Yenilenemeyen kaynakların –adı üstünde– sınırlı olduğunu zaten biliyoruz. Ancak, yenilenebilir kaynakların da bir sınırı var. Zira yenilenebilir kaynaklar kendini yeniden üretmek için zamana ihtiyaç duyuyor. Bu süreç kapitalizmin istediği hızda değil, doğanın ritmine uyumlu gerçekleşiyor. Ve biz an itibariyle bu sınırı çoktan aştık.

Laia Arqueros, “Islık Çalan Rahim ve Hayıt”

İkinci noktamız karşılıklı bağımlılık. Hiçbir insan tek başına, yalıtılmış bir hayat süremez. Her şeyden önce, varolabilmemiz için birinin bizi doğurması lâzım. Üstelik, yaşam döngüsünün belirli dönemlerinde birinin bakımı olmadan hayatta kalmamız mümkün değil. Örneğin, temizlenmek, beslenmek, bir yerden bir yere gidebilmek gibi temel ihtiyaçlarımızı giderebilmemiz için zamanının büyük bir kısmını bize yardım etmeyi iş edinmiş biri olmadan çocukluğu, çoğunlukla da yaşlılığı geçirmemiz mümkün değil. Kısacası, hepimiz hayatımızın bir noktasında diğer insanlara bağımlıyız. Bakıma dair bu maddi ihtiyaçları özellikle tek tek belirtiyorum, çünkü mesele sadece ilgi ve şefkatle ilgili değil. Diğerlerine göre daha savunmasız olan bedenlerin hayatını sürdürebilmesi için çok büyük bir emek gerekiyor. Bu da sonlu bir emek.

Dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde diğerlerine göre daha savunmasız bedenlerin bakımını üstlenenler hep kadınlar oldu. Kadınlar yaşamın sürdürülebilmesi ve bakım için emek harcamayı genetik ya da başka bir nedenle daha üstün yetilerle donanmış oldukları için üstlenmiyor, iş bölümü toplumsal cinsiyete göre belirlendiği için üstleniyorlar. Bazen kültürel etmenler yüzünden, bazen aldıkları eğitim nedeniyle, bazen de görev bilinciyle veya korkudan bakım emeğini sarf ediyorlar. (Aile içi erkek şiddetini kastediyorum, birçok kadın için ev en tehlikede oldukları yer.) Ya da ihtiyaç duyanlara içselleştirdiğimiz bir sevgiyle bakıyoruz. Öte yandan, erkeklerin de eşit şekilde sevgi ve şefkat hissedebildiklerini, dolayısıyla yaşlıların bezini değiştirmek gibi yaşama dair tüm işleri yapacak kapasiteye eşit oranda sahip olduklarını şiddetle savunuyorum.

Çifte yük ve bakım emeği krizi

Son yıllarda özellikle “zenginleştirilmiş” Küresel Kuzey’de bir dönüşüm gerçekleşti. Bu dönüşüm sayesinde biz kadınlar toplumsal ve vatandaşlık haklarımızın tanındığı tek bir alanda haklar elde ettik: “ücretli iş” alanı. Ancak, ücretli iş alanına girdiğimizde, hane içi işlerin bir kısmının erkekler tarafından üstlenilmesiyle bir eşitlik tesis edilmedi. Bu yüzden, “çifte yük” dediğimiz, birçok kadının hem hane içindeki hem de dışındaki işleri üstlenmek zorunda kaldığı bir durum ortaya çıktı.

Ekonomik değeri belirleyen mekanizma üretimi ihtiyaçlarla ilişkilendirmeyen, doğanın sınırlarından kopuk bir model. Ekonominin ne pahasına olursa olsun büyümesini makbul sayan “büyüme miti” sorunuyla karşı karşıyayız.

Bununla paralel bir dizi sosyal dönüşüm, bakıma harcanan emeğin çok daha zorlu ve talepkâr hale gelmesine neden oldu. Yaşlı nüfusun artması, demografik piramitteki değişim emek zamanını çok arttırdı. Son zamanlarda sıklıkla kişisel bir örnek veriyorum, ama eminim çok kişiye tanıdık gelecektir. Biz bir anneye bakmakla yükümlü beş kardeşiz. Babamız hayatta değil. Aramızdan sadece üçümüz “çoğaldık”, birer çocuğumuz var. Bunun dışında, ben ayrılıp yeniden eşleştim. Yani kızımın annesi ve babası, onların da birer yeni eşi var. Bu durumda kızım ilerde iki değil dört kişinin bakımını üstlenecek. Ayrıca, çocuk yapmamış iki dayısının bakımını da kısmen üstlenmek zorunda kalabilir. Abartılı gelebilir, ama işin özü şu: demografik piramitteki bu değişim, kadınların ailedeki yaşlılara bakmasına dayanan önceki bakım modelini imkânsız hale getiriyor. Feminizm bu olguya “bakım emeği krizi” adını veriyor. Peki bakıma ayrılması gereken emek ve zamanın muazzam artmasıyla ortaya çıkan “bakım emeği krizi”yle nasıl başa çıkılıyor? Özellikle iki yolla: 

Köle büyükanne ve bakım emekçileri

Başa çıkma yöntemlerinin ilki, feminist sosyolojinin “bakım emeğinin kuşaklar arası transferi” diye adlandırdığı “köle büyükanne sendromu”. Birçok büyükanne kızları ücretli işlerine gidebilsin diye torunlarına bakıyor. İkincisi ise sınıfsal bir mesele: Bazı kadınlar ücretli emeklerinden kazandıkları paranın bir kısmını bakım işlerini yapması için başka kadınlara ödemeye başladı. Evde veya bakımevlerinde yaşlılarımıza bakan kadınların nereden geldiklerine bakınca şunu fark ediyoruz: Onlar da ekonomik metabolizmamızı ayakta tutan hammaddelerin gasp edildiği coğrafyalardan geliyor. Başka toprakları sömürerek büyüyen yamyam ekonomik metabolizma, birbirine bağımlılık ve bakım konusunda yarattığı sorunları diğer toprakların üstüne yıkıyor. Peki bu nasıl ve neden gerçekleşiyor? Birkaç noktayla açıklayalım.

Ekonomi fakültelerinde neo-klasik ekonomi modeli temel alınıyor. Neo-klasik iktisat sadece parasal açıdan ifade edilebilen şeylerin değerini hesaba katan bir paradigma. Parayla ifade edilemeyen her şey ekonomik saha çalışmasının tamamen dışında kalıyor, görünmez kılınıyor. Bu özellikle de hayata dair temel ihtiyaçlar için geçerli. Çünkü tozlanmaya, su döngüsüne ya da nitelikli yaşlanmaya parasal bir değer koyamayız. Tüm bunlar iyi bir yaşam için elzem faktörler olsa da pazar tarafından yok sayılıyor.

Kültürümüzde parça tesirli bomba imal etmek de, buğday yetiştirmek de üretimden sayılıyor. Biri korkunç sonuçlar üretirken, diğeri yaşamı idame ettirmek için şart. Ancak, ilki daha çok ekonomik büyüme sağladığı için ekonomik metabolizma tarafından hararetle destekleniyor.

Zaman zaman yaşamsal ihtiyaçları fiyatlandırma denemeleri de oldu. Örneğin, güya amacı sera etkisi yapan gazların salınımını azaltmak olan bir pazar beliriverdi. Ama yıllar süren uygulamalardan sonra gaz salınımı ve sera etkisi artarak devam etti. Üstelik karbon pazarı sayesinde petrol bazlı enerji şirketleri daha da zenginleşti.

Fiyatlandırma ve “değer”

Dolayısıyla, değer meselesini fiyatlamaya indirgemek çok büyük sorun. Üstelik zaman içinde fiyatlandırma mutasyona uğradı ve üretim kavramını da çarpıttı. Üretim en temel tanımıyla, ihtiyaçları karşılamak için mal ve hizmetlerin miktar ya da faydalarını artırmaya yönelik çabaların tümüdür. Özünde insani ihtiyaçları karşılamayı amaçlar. Ancak, üretimi sadece parasal kavramlarla ölçmeye başladığımızda üretimi arttıracak faaliyetlerin niteliğini de sorgulamamaya başlıyoruz. Bir örnek verelim.

Kültürümüzde parça tesirli bomba imal etmek de –ki inanılmaz bir ekonomik büyüme sağlıyor– buğday yetiştirmek de üretimden sayılıyor. Bu iki üretim arasında insani ihtiyaçları karşılama açısından çok büyük bir fark var. Biri korkunç sonuçlar üretirken diğeri yaşamı idame ettirmek için şart. Ancak, ilki daha çok ekonomik büyüme sağladığı için ekonomik metabolizma tarafından hararetle destekleniyor.

Laia Arqueros, “Kadınlar Akademisi III – Dostluğun ritmi”

Hesaplanmayan zenginlik

Gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) göstergelerinde bu durumu daha net görüyoruz. GSYH ekonomik faaliyetlerle üretilen değeri ölçmeye yarayan bir gösterge. Bu gösterge temiz bir nehri zenginlik saymıyor. Ama eğer nehir kirliyse bir değeri var, çünkü temizlemek için para harcamak gerekiyor. Düz anlamıyla “hasta olmama”, yani sağlıklı bir bünyeye sahip olmak da hesaba dahil değil, çünkü ekonomik büyüme yaratmıyor. Ama hastalık büyüme yaratıyor, çünkü ilaç endüstrisi insanların hastalanıp ilaç satın almasına dayanıyor. Ekonomik değeri bu şekilde belirleyen mekanizma üretimi ihtiyaçlarla ilişkilendirmeyen, doğanın sınırlarından kopuk bir model. Ekonominin ne pahasına olursa olsun büyümesini makbul sayan, kalkınmacı modele hiçbir engel çıkartılmamasını salık veren “büyüme miti” sorunuyla karşı karşıyayız.

Demografik piramitteki değişim, kadınların ailedeki yaşlılara bakmasına dayanan önceki bakım modelini imkânsız hale getiriyor. Feminizm bu olguya “bakım emeği krizi” adını veriyor.

Medeniyetimize dair feminist eleştirinin ortaya koyduğu bir diğer konu da emek tanımının sadece ücretli işlere indirgenmesi. Diğer tüm emek türleri, özellikle insanların yaşayabilmesi için vazgeçilmez olan hane içi işler, emek sayılmıyor. Dolayısıyla, yalnızca maaşlı bir işte çalışanlar sosyal güvenceye erişebiliyor. Çünkü sosyal güvenlik primi ödüyorlar. Yılın 365 günü 7/24 hane içindeki insanların yaşamsal ihtiyaçlarıyla ilgilenen bir kişi, çoğu zaman kadın, “emek gücü” sayılmadığı gibi, sosyal güvenceye, emeklilik maaşına, sağlık hakkına sahip olamıyor. Ancak ücretli işte çalışan biri, çoğu zaman kocası üzerinden bu haklardan faydalanabiliyor. Bu da çok ciddi bir risk barındırıyor çünkü bildiğimiz üretim modelinin sonuna geldik. Ekonomik büyüme modeli ve yüksek üretim kapasitesinin temelinde yüksek miktarda fosil enerji kaynakları ve madenler bulunuyordu. Bunların sonuna geldik.

Dolaysıyla, kendimize şu soruyu sormakla yükümlüyüz: Bu ekonomik metabolizmayı değiştirmek için ne yapacağız? Üretim modelini hayatı korumak ve insanların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için nasıl değiştireceğiz? Ne yöne gideceğiz? Şimdi çıkış yolları düşünmeye çalışalım. Ama önce uyaralım, önerilerimiz ne bir reçete ne de bir yol haritası. Bunlar daha ziyade, mevcut durumla yüzleşmemize ve ondan çıkmamıza izin verecek bir model inşa etmek için birtakım işaret levhaları.

Çeviri: Pelin Doğan (Col·lectivaT Kültürel Çeviri, Araştırma ve Dil Teknolojileri Kooperatifi)

Devamı III. Bölüm’de.

^