ANKARA’DAN “SURİYELİLER” MANZARALARI

Hale Gönültaş
26 Kasım 2018
SATIRBAŞLARI

Ankara’da yüzlerce Suriyeli mülteci kentsel dönüşüm kapsamına alınan Yukarı Dikmen Vadisi ve Karakusunlar bölgesinde naylon çadırlarda yaşıyor. Bir yandan dondurucu soğuklara karşı tedbir almaya, bir yandan da görünmez olmaya çalışarak. Geçim ve temel ihtiyaçlar ayrı çaresizlik. Niçin ve nasıl? Hassan, Hasseme ve Sefer anlatıyor. Dikmen Vadisi’nden naklen… 

Finli gazeteci Lotta Nuotio, Suriyeli stajyer doktor Modi’nin Suriye’den başlayıp Türkiye üzerinden İsveç’e uzanan kaçış hikâyesini Milyonlardan Biri başlığıyla kitaplaştırdı (Ayrıntı, 2018). Modi, 2011’de Lazkiye’de hastaneye yaralı getirilenlere yardım etmeye çalışan bir doktor adayıyken, çalıştığı hastanedeki polisler ve muhtemelen meslektaşları tarafından muhaliflere yardım ettiği gerekçesiyle rejime ihbar ediliyor ve tutuklanıyor. Kaçana kadar kaldığı farklı hücrelerde korkunç işkencelere maruz kalıyor. Nuotio, kitabın ilerleyen sayfalarında “takip edilme” hissine dayanamayan, korkunun gölgesinde yaşamayı reddeden Modi’nin önce Türkiye’ye, daha sonra İsveç’e kaçış hikâyesini ayrıntılarıyla aktarıyor.

Modi’nin bir grup mülteciyle Marmaris’te bindiği eski bir tekne, Rodos’a doğru yol alırken denizin ortasında batıyor. İyi yüzme bilen Modi açık denizde çocukları kurtarmaya çalışsa da dalgalar ve sert esen rüzgâr, onun çabalarını sonuçsuz bırakıyor. Tekne Ege’nin sularına gömülürken Modi ile birlikte az sayıda mülteci yüzerek kıyıya ulaşıyor. Modi, Suriye’deki annesini arayıp Rodos’ta batan gemiden kurtulduğunu söylüyor ve yıllar süren hayatta kalma mücadelesi nihayet İsveç’e ulaşıp mültecilik statüsüne kavuşuncaya kadar devam ediyor.

Nuotio’nun kitabının isminden de anlaşıldığı gibi, Modi “milyonlardan biri” sadece. Suriye’den çıktıktan sonra, başta Türkiye olmak üzere, bölge ülkelerine sığınan, buralardaki korkunç yaşam koşullarında hayata tutunmaya çalışan, çoğunluğu çocuk milyonlarca insanın gidecek yeri, başını sokacak evi yok.

Ankara’da yüzlerce Suriyeli mülteci naylon çadırlarda yaşıyor. Çadırda yaşayan mültecilerin yaşam mücadelesi iki yıl önce Suriyeli Said ailesinin 36 günlük bebeklerinin eksi 20 derecede donarak ölmesiyle gündeme gelmişti.    

Suriye savaşının ilk yıllarında mültecileri “misafir” olarak ülkeye davet eden Türkiye ise pek öyle misafirperver görünmüyor.

Ankara’nın merkezindeki Dikmen Vadisi’ni şöyle bir dolaştığınızda, Türkiye’nin mültecilere ilişin “misafirperverliğinin” özetini görmek mümkün.

Ankara’da maddi imkânsızlıklar nedeniyle konut kiralayamayan yüzlerce Suriyeli mülteci kentsel dönüşüm kapsamına alınan Yukarı Dikmen Vadisi ve Çiğdem Mahallesi Karakusunlar bölgesinde naylon çadırlarda yaşıyor. Çadırda yaşayan mültecilerin yaşam mücadelesi iki yıl önce Suriyeli Said ailesinin 36 günlük bebeklerinin eksi 20 derecede donarak ölmesiyle gündeme gelmişti.

Yüzlerce mülteci naylon çadırda

Suriye’de yedi yıl önce iç çatışmalarla başlayan göç dalgasıyla gelen milyonlarca mülteci, kampların yanısıra Türkiye’nin hemen hemen her kentine akın etti. Suriyeli mültecilerin büyük bir kısmı yaşadıkları illerde ekonomik imkânsızlıklar nedeniyle kiraların düşük olduğu mahallelerde konut kiraladılar. Ankara’da, son istatistiklere göre, 86 bin 876 Suriyeli mülteci yaşıyor ve mülteci nüfusun kayda değer oranı Siteler, Örnek, İskitler, Pursaklar ve Telsizler gibi kentin kenar mahallerinde yaşamlarını sürdürüyor. Söz konusu semtler son birkaç yıldır etnik ve mezhepsel aidiyetlerden kaynaklı “Şam Mahallesi” ve “Küçük Halep” isimleriyle anılıyor.  

Kent merkezine uzak, bakımsız evlerin kiraları Suriyelilerin akını ile 700- 800 liraya kadar yükselmiş durumda. Yüksek kiraları karşılama imkânı olmayan Suriyelilerin büyük bir bölümü 150-200 lira kira karşılığında Yukarı Dikmen Vadisi ile Çiğdem Mahallesi Karakusunlar bölgesindeki gecekondulara kiracı olarak yerleşti. Kentsel dönüşüm kapsamına alınan bölgeki gecekondular, hak sahiplerinin de onayıyla 2012’den itibaren Ankara Büyükşehir Belediyesi zabıta ekiplerince peyderpey yıkılmaya başlandı.

Fakat belediye, müteahhit ve bazı hak sahipleri arasındaki anlaşmazlık nedeniyle bölgede henüz yapılaşmaya gidilemedi. Daha önce gecekondulara kiracı olarak giren Suriyelilerin büyük bölümü evleri yıkılınca aynı alana çadır kurarak yaşamlarını sürdürme yoluna gitti. O bölgede halen yüzlerce Suriyeli mülteci çadırlarda yaşıyor.

Mülteciler çadırları kurarken adeta görünmez olmaya çalışmışlar. Çünkü Dikmen Vadisi’nde, yolun karşı tarafında yükselen lüks sitelerde oturanlar “görüntü kirliliği”, “güvenlik kaygısı” ve “sıhhi nedenlerle” Suriyelilerin bölgeden çıkarılmasını talep ediyor. 

Görünmez bedenler olmaya çalışmak

Ankara’nın dondurucu ayazında çadırda yaşamak, başlı başına bir yaşam mücadelesi gerektiriyor. Mültecilerin yaşam alanlarına gittiğimiz pazar günü, erkekler çadırları kışa hazırlamak için imece usûlü çalışıyorlardı. Çadırlara ulaşmak için moloz ve çöp yığınları arasındaki dik yamaçtan, ağaç dallarına, kimi zaman kaygan toprak zemine tutunarak yan yan inmek gerekiyor. Ağaç dalları çadırların vadinin üst tarafından görünmesini engelliyor.

Mülteciler çadırları kurarken adeta görünmez olmaya çalışmışlar. Çünkü konuştuğumuzda öğreniyoruz ki, Dikmen Vadisi’nde, yolun karşı tarafında yükselen lüks sitelerde oturanlar “görüntü kirliliği”, “güvenlik kaygısı” ve “sıhhi nedenlerle” Suriyelilerin bölgeden çıkarılmasını talep ediyor. Bu nedenle mülteciler vadinin üst tarafına hiçbir şekilde çıkmamaya özen gösteriyor. Türkiye’de yasal olarak “geçici koruma statüsü” ile bulunuyorlar, ancak çadırların zabıta ekiplerince kaldırılmaması için adeta görünmez olmaya çabalıyorlar. Çocukların vadinin üst kısmına çıkmaları ailelerince yasaklanmış.

Suriyeli mülteci erkekler sohbet etmeye pek istekli değiller. 37 yaşındaki Hassan S. kuzenleriyle birlikte çadırlarını kışa hazırlıyor. Hassan, gözleriyle konuşanlardan. Ellerini iki yana açıp “ne diyeyim” dercesine bakıyor. Hassan’ın eşi ismini söylemiyor, ancak misafirperverlikten geri durmuyor,  çay ve bisküvi ikram ediyor. Halep’ten gelmişler. Dört çocukları var. En küçüğü dokuz, en büyüğü 14 yaşında. Hassan, kâğıt ve hurda toplayıcılığı yaparak geçimini sağlıyor.

“Kim ister böyle yaşamayı?”

Çadırların önündeki ocaklar

Hassan’ın eşiyle otururken Hasseme C. yanımıza geliyor. 56 yaşında, Türkçeyi akıcı konuşuyor. Çevredeki yüksek lüks sitelerde oturanların Suriyelileri istemediklerini, sık sık belediyeye şikâyet ettiklerini, bu nedenle çadır alana dışardan gelenlerden kaygılandıklarını anlatıyor:

“Suriyeliler pis, hırsızlık yaparlar, görüntü çirkin, bu alanı boşaltsınlar diye belediyeyi arıyorlarmış. Kış gününde kim ister çadırda, bu pisliğin içinde yaşamayı, çoluğu çocuğu sefil etmeyi? Halep’te çok güzel, bahçe içinde bir evimiz vardı. Füze vurdu, yıkıldı. Ah bazen gözümün önüne geliyor. Ne çok ağladım, ne çok ağladım. 12 nüfusumuz var. Nasıl ev tutalım?  Kim ister çadırda, bu soğukta böyle yaşamayı?”

Hasseme, elinin parmaklarını küçük parmağından başlayıp sağ elinin başparmağıyla tek tek kapatarak saymaya başlıyor: “Annem, babam, erkek kardeşim, kardeşimin evladı, ablamın kocası, en yakın komşularım…” Saydıkları, Halep bombalandığı sırada kaybettiği yakınları.  2013’te Halep’te oğlu, gelini ve torunlarıyla yaşadığı eve füzenin isabet etmesiyle birkaç gün içinde göç yoluna düşmüşler. İlk sekiz ay Hatay Reyhanlı’da kampta kalmışlar. Ardından İzmir, şimdi de Ankara’dalar. Ailenin geçimini hurda ve kâğıt toplayıcılığı yapan oğullar sağlıyor. Yaşları dört ila on arasında değişen torunlarının hiçbiri okula gitmiyor, gidemiyor. Hasseme, “Ekonomik olarak okula gönderme imkânımız yok. Zaten bu alanın adresi bulunmadığı için çocukları okula almıyorlar” diyor.

“Kış gününde kim ister çadırda, bu pisliğin içinde yaşamayı, çoluğu çocuğu sefil etmeyi? Halep’te bahçe içinde bir evimiz vardı. Füze vurdu, yıkıldı. Ne çok ağladım, ne çok ağladım. 12 nüfusumuz var. Nasıl ev tutalım? Kim ister çadırda, bu soğukta böyle yaşamayı?”

Çadır kamptan bin kez daha iyi

Halep’ten komşuları Sefer de kış için çadırı yeniliyor. Sefer 34 yaşında, eşi Acer altı aylık hamile. İki çocukları daha var. Bölgede yaşayan diğer çocuklar gibi, onlar da hem maddi imkânsızlıklar hem de adres sorunu nedeniyle eğitim imkânına sahip değil. Sefer’in de evini füze vurmuş. O sırada evde olan erkek kardeşi, kardeşinin eşi ve halasının kızı hayatını kaybetmiş. Hurda ve kâğıt toplayıcılığı yaparak ailenin geçimini sağlıyor.

Fotoğrafının çekilmesini de, görünür olmayı da istemiyor. En büyük korkusu Türkiye’ye ilk geldikleri sırada bir süre barındıkları kampa gönderilmek. Sefer, ayrıntılandırmak istemediği pek çok nedenden ötürü kampta yaşamayı istemediklerini söylüyor. “Derme çatma çadırda yaşamayı kampta yaşamaya bin kez tercih ederim. Çocukların üzerine kat kat battaniye sererim, sabaha kadar uyumam, ısıtırım çocukları” diyor. 

Yas ve yaşam mücadelesi

Hasseme C. ile konuşurken çadırların bulunduğu bölgeden aşağı inen patikanın sonundaki düz arazide çamaşır yıkayan bir kadın ve kız çocuğu dikkatimi çekmişti. Sefer’le sohbetimiz devam ederken kadın, kız çocuğunun yardımıyla ağaç dallarına gerili ipe çamaşırları serdi. Önce kadın, arkada kız çocuğu ellerinde leğenlerle patikayı çıkarak bulunduğumuz alana geldi. 

Leyla 36 yaşında, 16 yaşındaki kızı Elvin ve iki küçük oğluyla Halep’ten gelmiş. Hasseme, Leyla’nın halasıymış. Halep’teki çatışmalar sırasında eşi keskin nişancı tarafından vurulmuş, hemen orada ölmüş. Babasının vurulduğunu gören 13 yaşındaki oğlu o sırada babasının yanına koşunca bir kurşun da ona isabet etmiş. Çocuk bir hafta yaşadıktan sonra yaşamını yitirmiş.

Leyla halen yasta. Başörtüsü de, kıyafetleri de tepeden tırnağa siyah. Leyla’nın konuşurken dudakları titriyor, gözyaşları döküyor. Leyla’nın halası Hasseme kulağıma eğilip “Çok ağır geliyor evlat acısı. Bunu gördükçe kendi acımı içime gömüyorum. Sorma bir şey” diyor.

Yaşam koşullarını gözlemlemek, anlatılan hikâyeleri dinlemek, akla gelebilecek bazı soruları sormayı engelliyor. Örneğin, mutfak oluşturma imkânları olmadığı için yemekler çadırın önünde ateşte pişiriliyor. Bulaşıklar bölgede bulunan çeşmeden taşınan su ile yıkanıyor. Mülteciler öz bakımları için gereksinim duydukları sıcak suyu da güğümlerle ateşte ısıtıyor. Temel fiziki ihtiyaçlarını da çadırların ilerisinde sık ağaçlık bölgede gideriyorlar. Söz konusu bölgelerde çadırda yaşayan mültecilerin en temel sorunu sağlık ve eğitim. Hasseme C, yaşadıkları ortamın steril olmamasından ötürü kadın ve çocukların sık sık hastalandığını anlatıyor.

“Vatansız” çocuklar

Türkiye’de doğan her Suriyeli çocuk gibi, Ankara’daki bu bölgede yaşayan çok sayıda çocuk da resmi olarak “vatansız”. 5901 Sayılı Vatandaşlık Kanunu ebeveynlerden biri TC vatandaşı değilse çocuğa vatandaşlık hakkı tanımıyor. Mülteci çocuklar “Geçici Koruma Kartı”na sahip olsalar da ne Türkiye ne de Suriye vatandaşı sayılıyorlar.

“Vatansız” çocukları bekleyen en ciddi sorun, pasaportları olmadığı için yasal yollardan başka bir ülkeye gidemeyecek olmaları. Bölgenin kentsel dönüşüm kapsamına alınması nedeniyle adres gösteremedikleri için eğitim imkânından da yoksunlar. Bölgede, eğitim çağında yüzlerce çocuk yaşıyor. Bombardımandan kaçıp hayatta kalmaya çalışırken geldikleri Türkiye’de karınlarını doyurmak, soğuktan donmamak için ağır bir yaşam savaşı veriyorlar.

Dikmen Vadisi yamacının başında, yolun karşısında etrafları demirlerle çevrili yüksek lüks konutlarda oturanlara görünmemek için büyük çaba gösteriyorlar. Bakkala gitmek için en dolambaçlı, en uzun yolu tercih ediyorlar. Suriyeli mülteciler Ankara’nın orta yerinde görünmez bir alanda, adeta bedenlerini de görünmez kılmaya çabalıyorlar.   

Deniz mezarlığı

Daha iyi bir yaşam umudu talep eden mültecilerin bir kısmı ise bilinmeyen bir yerlerde varsaydıkları umut ışığına doğru sınırlar arasında bedenlerini deniz sularına teslim ediyor. Ölümü göze alarak Akdeniz ve Ege sularından Avrupa’ya ulaşmaya çalışanların çok azı umut ettikleri yeni yaşama ulaşabiliyor. Uluslararası Göç Örgütü (International Organization for Migration – IOM) Kayıp Göçmen Projesi verilerine göre, 2018 yılının başından 20 Kasım tarihine kadar Akdeniz’de 2.063 mülteci yeni bir yaşam umuduyla çıktığı deniz yolculuğundan sağ çıkamadı.

IOM’a göre, Akdeniz kara sularında 888 kişi kurtarılmaya çalışılırken, 1.088 kişi yardım ekipleri ulaşmadan, 75 göçmen bilinmeyen nedenle, beş göçmen kalp durması, dört göçmen de hipotermi nedeniyle yaşamını yitirdi. Sahil Güvenlik Komutanlığı’na göre yılın başından 20 Kasım’a kadar toplam 740 göçmen Türkiye kara sularında boğuldu.

Ya sonra?

Rakamlarla bu kadar haşır neşir olmanın da meseleyi yeterince anlatmadığı ortada. Gerçek insan hikâyelerine bakmak, istatistikleri değil, trajediyi görünür kılmak gerekli. Burada da iş gazetecilere düşüyor. Finli gazeteci Lotta Nuotio’nun kaleme aldığı  Suriyeli stajyer doktor Modi’nin hikâyesi milyonlardan sadece biri. Modi denize düştüğünde, kıyıya yüzerken küçük bir çocuğu kurtarmaya çalışıyor, ama başaramıyor. Yüzerek Rodos’a ulaştığında derin bir suçluluk duygusu içindedir: “Hemen yola çıkmayı deneyebilirdim. Ne Esad ne IŞİD beni durdurabilirdi. Ne istersem onu yapardım. Ama bir süre sonra üzgün ve ağlamaklıydım. Neden o küçük çocuk değil de ben kurtulmuştum? Bana ne olacaktı şimdi?”

Modi yıllar süren hayatta kalma mücadelesinden sonra İsveç’te mülteci statüsüne kavuşabildi. Modi’nin “Neden o çocuk değil de ben?” diye soran suçluluk duygusunun ağırlığıyla baş edebilmesi ne kadar mümkün?

Sınırlar ve ötesi

Kış şartlarında çadırda yaşamak zorunda kalan savaş mağduru Suriyeli mülteciler, bölgedeki lüks sitelerde yaşayanların kendilerini “suçlu” gibi görmelerine anlam veremiyor. Sordukları “Kim ister böyle yaşamayı?” sorusuna nasıl bir yanıt verilebilir? Bölgede çalışan bir taksici ülkesinden sürgün edilmediği sürece bilemeyeceği bir yaşam alanını, “geçici barınma kamplarını” Suriyelilerin yüksek çıkarına uygun görüyor ve şu çözümü öneriyor: “Sersefil yaşayacaklarına kampa gitsinler. Üç öğün yemek önlerinde, karınları doyar. Bunların içlerinde de hırlısı var, hırsızı var. Bak abla, aç insan her şeyi yapar. Bunu unutma…”

Lüks sitelerin yüksek duvarlarını kesen yoldan ana caddeye doğru yürürken güvenlik kameraları, dev spot lambaları sınır hatlarındaki duvarları anımsatıyor. Suriyeli ailelerin çevrede yaşayanların rahatsız olmamaları için çocuklarının çıkmalarını yasakladıkları vadinin üst kısmı burası. Duvarın gerisinde, yüksek güvenlikli sitede yaşayanların çocukları bisiklete biniyor. Güvenlik tehdidi, sıhhi nedenler ve görüntü kirliliği gerekçesiyle bölgeden gitmelerini istedikleri Suriyeliler ise kış koşulları için çadırlarını yenileme telaşında.

Lüks sitelerin duvarları, kamera sistemleri, AVM’lere girerken geçtiğimiz cihazlar, bütün bu güvenlik tedbirleriyle oluşturulan her steril alan aslında o sınırlar içinde hapsolmayı içermiyor mu?  Hiçbir yerin aslında güvenli olmayacağını, güvenli olsa bile vicdanların sınırlarının beynimizi, ruhumuzu zorlayacağını bilerek, kendimizi, ailemizi, yakın çevremizi koruyacağımızı düşünerek, aslında “insan olmanın” sınırlarını daraltmıyor muyuz?

 

^