CHARLES BAUDELAIRE 200 YAŞINDA!

Yücel Göktürk
10 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI

Charles Baudelaire 200 yaşında! Çağımızın öyle bir kahramanı ki, tek günlük kutlama yetmez. Bir hafta boyunca, 9 Nisan’dan 15 Nisan’a, Baudelaire burcundayız. Kimdi, hayata ve sanata nasıl bir bakışı vardı, niçin hâlâ bu kadar önemli, bugün bizlere neler söylüyor? Metinler arasında bir gezinti…
Baudelaire, Gustave Courbet, 1849

Mumları üfleyelim, pastayı keselim: Charles Baudelaire 200 yaşında! Ama bu kutlamaya tek gün kısa gelir, iyisi mi 9-15 Nisan’ı “Baudelaire haftası” ilan edelim.

Çünkü, bakın Pierre Bourdieu ne diyor: “Kurucu Baudelaire”. Ve Jürgen Habermas: “Estetik modernitenin ruhu ve adabının hatları Baudelaire’le netleşti.” Ve Marshall Berman: “Eğer bir ilk modernist göstermek gerekirse o muhakkak ki Baudelaire’dir.” Ve Arnold Hauser: “Kuşku yok ki [modernizm] Baudelaire’le başlar, onunla mevcut düzene ve geleneğe başkaldırı olarak anlaşılır.

Ve Baudelaire’in Modern Hayatın Ressamı denemesinin sunuş yazısının açılış cümlesi: “İster hayatta, ister sanatta olsun, modernliği keşfe çıkanların pusulası ne zamandır Baudelaire.” [1]

Ne zamandır? 1850’lerden itibaren yaklaşık 170 yıldır. Ya da kesin bir tarih vermek gerekirse, Baudelaire dendiğinde ilk akla gelen, neredeyse adıyla özdeş Kötülük Çiçekleri’nin yayınlandığı 1857’den beri. Kapital’in birinci cildinin on yıl sonra, 1867’de yayınlandığını tarihsel bağlam bakımından kaydedelim. Kötülük Çiçekleri’nin ilk Türkçe baskısının, 70 yıl rötarla 1927’de, “Elem Çiçekleri” adıyla (Alişanzade İsmail Hakkı çevirisi) yapıldığını da belirtelim bu arada.

Romantizm ve renk beni doğrudan Eugène Delacroix’ya götürüyor… Bu bahse başlarken kalbim duru bir sevinçle dolu; özenle, en yeni kalemlerimi seçiyorum, çünkü yazımın çok açık ve berrak olmasını istiyorum, çünkü en sevdiğim, en çok yakınlık duyduğum konuyu ele alacağım için kendimi keyifli hissediyorum.

Peki, Baudelaire’in “pusula” olmasının sebeb-i hikmeti ne? Üstelik “ister hayatta, ister sanatta”.

O soruyla iştigal eden sayısız eser mevcut. Ama burada, bu portre denemesinin (tefrikasının) beş esin –ve başvuru– kaynağı var. Dördü doğrudan Baudelaire’in kaleminden çıkanlar: Baudelaire’in Mektupları (Düşün Yayınevi, 1983, Bedia Kösemihal çevirisi), Paris Sıkıntısı (Adam Yayıncılık, 1982, Tahsin Yücel çevirisi), Selected Poems (Penguin, 1975, Joanna Richardson seçkisi ve çevirisi), Modern Hayatın Ressamı (İletişim Yayınları, 2003, Ali Berktay çevirisi). Bir de –olmazsa olmaz– Sartre’ın Baudelaire’i (Yazko, 1982, Bertan Onaran çevirisi)[2].

“Kahramanları”nın aynasında

Portre ustası Cemal Süreya olsa kim bilir nasıl başlardı söze. Belki Kötülük Çiçekleri’nden birkaç dizeyle. Belki kitabın ilk Türkçe baskısındaki adından hareketle, Baudelaire’in elemleri üzerine vurucu cümlelerle, belki Gustave Courbet’nin fırçasından çıkan Baudelaire portresinden bir ayrıntıyla. Veya 21 yaşındaki Baudelaire’in Pimodan Oteli’ndeki odasının duvarına çivilediği Delacroix eseri Hamlet tablosuyla. Ve o tablo münasebetiyle Baudelaire henüz altı yaşındayken vefat eden ressam babasından, bir general, sonradan diplomat (1848’de İstanbul’da elçi) Jacques Aupick’le ikinci evliliğini yaptığı için hiç affetmediği annesiyle ilişkisinden…

Eugène Delacroix, Hamlet

Baudelaire’in Mektupları o katmerli trajik ilişkinin girdisini çıktısını bütün çıplaklığıyla ortaya seriyor. O bahsi sonraya bırakalım, başlama vuruşunu yapalım. Baudelaire’in sesiyle, kalemiyle, duygu dünyasıyla tanışmak için, önce mektuplarından birine başvuralım: Ünlü besteci Richard Wagner’e yazdığı “hayran mektubu”na[3]. Ve kahramanımıza “kahramanları”nın aynasında bakma yolunu tutalım.  

“Cuma, 17 Şubat 1860

Beyefendi,

Hep şöyle düşünürüm: Büyük bir sanatçı şöhrete ne kadar alışık olursa olsun, yine de candan bir övgüye kayıtsız kalamaz; hele bu övgü bir sevinç çığlığı olursa… Her şeyden önce şunu söylemeliyim: Bana şimdiye kadar asla tatmadığım büyük bir müzik heyecanı yaşattınız, size teşekkür ederim. Ünlü kişilere yazıp çizme yaşını çoktan aşmış bulunuyorum. Dehanızı lekelemek için her çareye başvuran gülünç, çirkin makalelere her gün gözüm ilişmeseydi, size hayranlığımı mektupla bildirmeyi daha epeyi bir zaman düşünürdüm.
Bu müzik sanki benimmiş gibi geldi bana; her insanın yaradılışına uygun şeyleri sevmesi gibi, ben de ona tutuluverdim. Anlayışlı kişiler bir yana, bu cümle herkese çok gülünç gelebilir, hele benim gibi müziği bilmeyen, ancak Weber’in, Beethoven’in birkaç güzel parçasını (gerçekten büyük bir zevkle) dinlemek fırsatını bulan birinin ağzından çıkarsa…
Müziğinizde bizlerin hayatından daha geniş bir hayatın ihtişamını hissettim. Dahası var: sık sık çok tuhaf mahiyette bir duygu yaşadım; tam manasıyla şehvet dolu hazzın içime nüfuz etmesine ve beni ele geçirmesine kendimi bırakmanın ve bir şeyi anlamanın zevkini ve gururunu tattım, havalara yükselir ya da denizin üzerinde kayar gibi oldum. Bu müzik zaman zaman yaşama gururunu da canlandırıyordu. Bu derin armoniler, hayal gücünün nabzını hızlandıran iksirler gibiydi… Söylediklerime güleceksiniz, ama ben bu müzikte, zihnimin işleyişine, kafamı meşgul eden dertlere denk düşen duygular buldum… Her noktasında yükselen ve yükselten, daha yükseklere çeken bir şey var bu müzikte.
Dinlediğim ‘Tannhäuser’ ve ‘Lohengrin’ parçaları üzerinde düşüncelerimi yazmaya kalktım, ama duyduklarımın hepsini anlatamayacağımdan korktum.
Mektubum böylece uzayıp gidebilir. Okuyabildinizse teşekkür ederim. Bir-iki sözüm daha var: Müziğinizi dinlediğimden beri durmadan kendi kendime, (kötü zamanlarımda) ‘hiç olmazsa bu akşam biraz Wagner dinleyebilsem’ diyorum.
Size tekrar tekrar teşekkür ederim beyefendi. Kötü anlarımda beni yükselttiniz, kendime getirdiniz…

Charles Baudelaire

Sizden bir şey isteyeceğimi sanmayasınız diye adresimi bildirmiyorum.”

Bu mektuptan yedi sene sonra, ölüm döşeğindeyken acılarını dindirmek için “Tannhäuser”i ve “Lohengrin”i dinleyecekti.  

Haz, Tasa ve Liszt

Baudelaire’i “yükselten” bir besteci daha var: Franz Liszt. Ona övgüsü aleni. Paris Sıkıntısı’ndaki “Asa” başlıklı fragman Liszt’e ithaf. Son paragraf –büyük harf kullanımı Baudelaire’in– şöyle:

“Sevgili Liszt, ebedi Hazzın ve ebedi Tasanın şarkıcısı, filozof, ozan ve sanatçı, ister ölümsüz kentin tantanası içinde, ister hayalperest ülkelerin sisleri içinde olun, nerede olursanız olun, zevk ya da anlatılmaz ıstırap ezgileri doğaçlarken ya da kavranması zor tefekkürlerinizi kâğıda dökerken, sisler içinden, ırmaklar ötesinden, piyanoların ününüzü şakıdığı, yayınevlerinin bilgeliğinizi açıkladığı kentler üstünden, ölümsüzlükte selamlarım sizi!”

Araya bir parça koyalım, Ken Russell’ın Lisztomania’sını. Soundtrack’in düzenlemeleri senfonik rock’ın 1970’lerdeki zirve grubu Yes’in klavyecisi ve söz yazarı Rick Wakeman’ın, başrolde gönlümüzün sultanlarından Who’nun solisti Roger Daltrey. Biraz zorlarsak Who şarkılarıyla Baudelaire’i irtibatlandırabiliriz herhalde. Ama asıl bağ punk’la galiba. Sex Pistols’ın “No Future”ı Kötülük Çiçekleri’ne göz kırpıyor gibi. Baudelaire’in Modern Hayatın Ressamı’nda Constantin Guys’i tarif edişi de onun punk’a göz kırpması gibi: “Bıkkın insanlardan nefret eder. O, çok güç bir sanata, gülünçleşmeden samimi olma sanatına vakıftır –hassas ruhlular ne demek istediğimi anlayacaktır.”

Zarımızı Adorno’nun kapadığı kapıya doğru atalım, oradan içeriye girmeye çalışalım. Kestirmeden söylersek, Adorno’ya göre, Wagner’in üslubu “fragman estetiğidir”. Ve iyi bir şey değildir, çünkü “parçalı endüstriyel işbölümünün işaretidir”.

Şiirin ressamı ve resmin şairi

İki de ressam kahramanı var Baudelaire’in, biri Modern Hayatın Ressamı’nın merkezindeki Constantin Guys, diğeri Eugène Delacroix. 1846 Salonu başlıklı yazısında[4] Delacroix için söyledikleri “Baudelaire bakışı”na ışık tutuyor:

Romantizm ve renk beni doğrudan Eugène Delacroix’ya götürüyor… Bu bahse başlarken kalbim duru bir sevinçle dolu; özenle, en yeni kalemlerimi seçiyorum, çünkü yazımın çok açık ve berrak olmasını istiyorum, çünkü en sevdiğim, en çok yakınlık duyduğum konuyu ele alacağım için kendimi keyifli hissediyorum.
Eugène Delacroix sık sık Victor Hugo’yla karşılaştırılmıştır. Romantik bir şair vardı, sıra romantik ressamı bulmaya gelmişti… Benim romantizm tanımım (içtenlik, tinsellik vb.) Delacroix’yı romantizmin en başına yerleştirirken, Bay Victor Hugo’yu doğal olarak dışarıda bırakmaktadır.
Görkemini kesinlikle küçümsemek istemediğim Victor Hugo, mucit olmaktan çok hünerli bir zanaatkâr, yaratıcı olmaktan çok forma bağlı kalan bir işçidir. Delacroix kimi zaman beceriksizdir, ama özü itibarıyla yaratıcıdır.
Delacroix’nın eserleri şiirdir… Eserlerinde en maceraperest imgelemin içinde gezineceği geniş caddeler açar. Victor Hugo şiirin ressamı olmuştur; idealine her zaman sadık kalan Delacroix ise, kendisi bilmese de, çoğunlukla resmin şairidir.
Delacroix insan acısının diğer iki büyük ressamını, Dante ve Shakespeare’i çok sever; onları derinlemesine bilir ve serbest bir biçimde yorumlar. Delacroix’nın tablolarını seyrederken, insan trajik bir törene katılmış gibi hisseder: Dante ile Vergilius, Sakız Adası Katliamı, Sardanapal, Zeytin Dallı İsa, Aziz Sebastien, Medea, Deniz Kazazedeleri ve o kadar çok alay edilip, o kadar az anlaşılan Hamlet.  
Delacroix tamamen modern ve yeni vasfı nedeniyle sanattaki ilerlemenin en son ifadesidir.”

Eugène Delacroix, Sakızadası Katliamı, 1824

Fragman estetiği ve Benjamin-Baudelaire buluşması

Başlangıç noktasına dönelim, Wagner’e. Onda Baudelaire’i bunca cezbeden neydi? Wagner’e mektubunda söylediklerinin yanısıra ve belki ötesinde…

Tahmin yürütmek serbest. Biz zarımızı Adorno’nun kapadığı kapıya doğru atalım, oradan içeriye girmeye çalışalım. Kestirmeden söylersek, Adorno’ya göre, Wagner’in üslubu “fragman estetiğidir”. Ve iyi bir şey değildir, çünkü “parçalı endüstriyel işbölümünün işaretidir”: “Adorno Wagner’in bestelerinin fragmanlardan oluştuğunu düşünür ve bu fragmanlar ona modern emek süreçlerinin ayrıştırılmasını, ayrıntılandırılmasını hatırlatır. Hem müziğin hem emeğin kompozisyonunda parçalar daha berrak, daha itaatkâr olurken bütünlük silinir –kültür endüstrisinde olduğu gibi.”

Adorno’nun bu yorumu güncel siyasal meselelere de uzanıyor tabii. Emek süreçlerinin ve başka pek çok şeyin “fragmante” olduğu bir dünyada siyasal mücadele süreçlerinin de parçalı olması icap etmiyor mu? Sınıf mücadelesi iki ordunun bir meydan savaşında karşı karşıya gelmesi misali değilse, meydan savaşının yerini “mevzi savaşları” almışsa, mücadele araçlarını ve örgütlenme biçimlerini “fragman” modeli niye esinlendirmesin? “Parçaların itaatkârlığı”na son vermek için “parçaları” mücadele alanı haline getirmek lâzım gelmez mi? “Bütünlük” ancak parçalar arasındaki çapraz bağlarla kurulabilecek bir şey değil mi?

Ama Adorno’nun hakkını yemeyelim, bu denli “fragmante” olmamış bir dünyanın içinde geliştiriyordu o argümanları. Hakkını yemeyelim, ama sitemi de esirgemeyelim. Müthiş bir “parçaları birleştirme” hamlesi olan ‘68’in dışında, uzağında durmuştu. Bir de ‘68’in Sartre’ını gözümüzün önüne getirelim. 1947’de Baudelaire’i yazmış olmanın hakkını 21 yıl sonra da veriyordu. Neyse diyelim, şimdi siyaset ummanına sürüklenmeyelim. Ve rotayı Adorno-Benjamin-Baudelaire üçgeninde tutalım.

Adorno ile Walter Benjamin’in ayrıldığı yer Benjamin’le Baudelaire’in buluştuğu yer: Fragman yöntemi. Burada Rimbaud’yu anmamak olmaz: “Yöntem, başımızın tacısın”. Bu “fragman”ı Alain Badiou’nun Bir Başka Estetik’te (Metis, 2010) “kurucu bir poetika”dan söz ederken alıntılaması boşuna değil elbette.

Arendt’e göre, alıntılar Benjamin’in eserinin eksenini oluşturur. “Benjamin’in çabası bu fragmanları bağlamlarından sökerek birbirlerini açıklayacak tarzda yeni baştan düzenlemektir. Öyle ki, birbirlerine yaslanmadan varlıklarını sürdürebilecekleri ortaya çıksın. Yani, tam anlamıyla bir tür sürrealist montaj.

“Sürrealist montaj”ın kurucusu

Benjamin’in alıntı tutkusunun, alıntılarına “düşünce fragmanları” demesinin sebeb-i hikmetiyle devam edelim: “Hannah Arendt’e göre, alıntılar Benjamin’in eserinin eksenini oluşturur. Hatta ideali sırf alıntılardan ibaret yazılar yazabilmektir.” Arendt: “[Benjamin’in çabası] bu fragmanları bağlamlarından sökerek birbirlerini açıklayacak tarzda yeni baştan düzenlemektir. Öyle ki, bundan böyle birbirlerine yaslanmadan varlıklarını sürdürebilecekleri ortaya çıksın. Yani, tam anlamıyla bir tür sürrealist montaj.

Bu “sürrealist montaj”ın kurucusu Baudelaire. Buna hiç kuşku yok, çünkü ortada belge var. Paris Sıkıntısı adlı bir kitap ve yayıncısına, Arsène Houssaye’e o kitap için hazırladığı metinleri gönderirken yazdığı mektup:

Sevgili dostum, size küçük bir yapıt yolluyorum. Bu küçük yapıtın başı sonu bulunmadığını söyleyenler biraz haksızlık etmiş olur, öyle ya, bu yapıtta her şey aynı zamanda hem baş hem de kuyruktur, art arda ve karşılıklı olarak. Bir düşünün lütfen, bu düzen hepimize, size, bana ve okura ne güzel kolaylıklar sağlayacak. İstediğimiz yerinden kesebiliriz, ben düşümü, siz müsveddeyi, okur da okumasını. Çünkü onu gereksiz bir olay örgüsünün sonu gelmez ipiyle bağlamıyorum. Bir omuru kaldırın, bu eğri büğrü, yılankavi fantezinin iki parçası kolayca birleşiverecektir. Doğrayıp birçok parçaya, fragmana ayırın, göreceksiniz, her biri kendi başına da varolabilir. Bu kıymıkların birkaçı hoşunuza gidecek, sizi eğlendirecek kadar canlı olacakları umuduyla, bütün yılanı size armağan etmeyi göze alıyorum. Uyumu uyağı olmadan da şiirli, ezgili olan, ruhun içli devinimlerine, imgelemin dalgalanışlarına, bilincin çarpıntılarına uyacak kadar çevik ve çelişken bir düzyazı mucizesini hangimiz tahayyül etmedik?”

Son cümledeki tarif ve o retorik soru, Benjamin’in masmavi zihninde bir şimşek gibi çakmıştır herhalde. Paris Sıkıntısı’nı okurken hangimizin zihninde böyle şimşekler çakmıyor?

Göğe bakma durakları ve “Çokluk denizi”

Paris Sıkıntısı “Yabancı” başlıklı fragmanla açılıyor, “Söyle anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok…”

Anne, baba, kardeş, dostlar, yurt, güzellik, altın; hepsi sırayla elendikten sonra cevap geliyor: “Bulutları severim… işte şu… şu geçip giden bulutları… eşsiz bulutları!”

Üçüncü fragmanda, “Sanatçının Duası”nda da göğe bakma durağındayız. Ve aynı zamanda, yenik düşülen bir düelloda:

“Bakışı göğün, denizin uçsuz bucaksızlığına daldırmak ne büyük zevk! Göğün derinliği şaşkına döndürüyor beni, duruluğu çileden çıkarıyor. Doğa, acımak bilmez sihirbaz, her zaman üstün çıkan hasım, bırak beni! İsteklerimi ve gururumu baştan çıkarmayı bırak artık! Bir düellodur güzeli incelemek, sanatçı dehşetten haykırır bu düelloda, sonra da yenik düşer.”

12 numaralı “Kalabalıklar”da, 8 numaralı “Köpek ve Şişe” fragmanında fena halde harcadığı, “dışkı kokusunu parfüme tercih etmelerinden” dem vurduğu, ona havlayan bir köpeğe benzettiği kalabalıkları (o bölümde adeta Nâzım çıkageliyor “Kelp gibisin canım kardeşim”) ve yalnızlığı başka bir düzeye taşıyor, bu defa “kalabalıkla kolayca kaynaşanlar” ile “istiridye gibiler” (yine Nâzım yankılanıyor) karşıtlığı kurarak:

Bir omuru kaldırın, bu eğri büğrü, yılankavi fantezinin iki parçası kolayca birleşiverecektir. Doğrayıp birçok parçaya, fragmana ayırın, göreceksiniz, her biri kendi başına da varolabilir. Ruhun içli devinimlerine, imgelemin dalgalanışlarına, bilincin çarpıntılarına uyacak kadar çevik ve çelişken bir düzyazı mucizesini hangimiz tahayyül etmedik?

Çokluk denizinde yunmak herkese vergi değildir: Bir sanattır kalabalığın tadını çıkarmak…

Çokluk, yalnızlık: Faal ve doğurgan ozanın birbirleriyle kolayca değiştirebileceği ve eşit deyimler. Yalnızlığını kalabalıklandırmasını bilmeyen, telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez.

Ozan şu eşsiz ayrıcalığın, gönlü istedi mi kendi kendisi, istemedi mi başkası olabilmenin zevkini çıkarır. Diledi mi herkesin kişiliğine bürünür, kendilerine bir beden arayan, başıboş ruhlar gibi.

Kalabalıkla kolayca kaynaşan kişi, ateşli hazlar tadar, kutu gibi kapalı bencil ile istiridyeler gibi evine çekilmiş tembel, bu hazlardan yoksun kalacaktır. Yalnız ve düşünceli gezgin, karşısına çıkan bütün uğraşları, bütün sevinçleri, bütün yoksunlukları kendininmiş gibi benimser.

Bu anlatılmaz şölenle karşılaştırılınca, insanların aşk dedikleri şey çok küçük, çok dar, çok zayıf kalır.

Bu dünyanın mutlularına bazı bazı kendi mutluluklarından daha üstün, daha geniş, daha derin mutluluklar bulunduğunu anımsatmak iyidir, sırf budala gururlarını sarsmak için bile olsa. Sömürgelerin kurucuları, halkların yöneticileri, bu gizemli sarhoşluğu biraz bilirler kuşkusuz. Kendilerine acıyanlara da gülerler herhalde.”

 “Yoksulların Gözleri”

Fragmanların her biri ayrı bir cevher, ama elmas misali, kumunu güzelce elemek gerekiyor. Öyle ya da böyle, Paris Sıkıntısı’nın herhalde en ünlü fragmanı, “sevgili”ye hitaben yazılmış havasındaki “Yoksulların Gözleri”:

Ya! Bugün sizden neden nefret ettiğimi bilmek istiyorsunuz demek. Hiç kuşkusuz, sizin anlamanız benim açıklamamdan çok daha güç olacak…

Akşam biraz yorgundunuz, yeni bir bulvarın köşesindeki yeni bir kahvenin önünde oturmak istediniz. Kahve ışıl ışıldı.

Tam önümde, kırk yaşlarında, sakalı kırlaşmış, yorgun yüzlü bir adam dikilmişti kaldırımda, bir eliyle küçük bir oğlan çocuğunu tutuyor, öbür kolunda da yürüyemeyecek kadar zayıf bir ufaklığı taşıyordu. Çocuklarını akşam gezintisine çıkarmıştı. Üstleri başları yırtık pırtıktı. Olağanüstü ciddiydi bu üç çehre ve bu altı göz aynı hayranlıkla, sabit bakışlarla seyrediyordu yeni kahveyi.

Çokluk denizinde yunmak herkese vergi değildir: Bir sanattır kalabalığın tadını çıkarmak… Yalnızlığını kalabalıklandırmasını bilmeyen, telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez. Ozan şu eşsiz ayrıcalığın, gönlü istedi mi kendi kendisi, istemedi mi başkası olabilmenin zevkini çıkarır.

“Ne güzel! Ne güzel diyordu babanın gözleri, ‘yoksul dünyanın bütün altınları gelmişler de bu duvarlara yerleşmişler sanki.’ –‘Ne güzel! Ne güzel’ diyordu oğlanın gözleri, ‘ama ancak bizim gibi olmayanların girebileceği bir yer burası.’ En küçüğün gözlerine gelince, alıkça ve derin bir sevinçten başka bir şey ifade edemeyecek denli büyülenmişlerdi.

Gözlerimi gözlerinize çevirdim sevgilim, onlarda kendi düşüncemi okumak istedim; öyle güzel, öyle tuhafçasına tatlı gözlerinize, yeşil gözlerinize dalıyordum, bu sırada: ‘Katlanamıyorum bu insanlara, faltaşı gibi açılmış gözlerini dikmiş bakıyorlar!’ dediniz bana. ‘Garsona söyleseniz de şunları uzaklaştırsalar!’

Anlaşmak böylesine güçtür işte, düşünceler böylesine paylaşılamaz şeylerdir, sevgili meleğim, sevişenler arasında bile!”

“Yoksulların Gözleri” 1987’den beri aynı zamanda Robert Smith bestesi bir Cure şarkısı: “How Beautiful You Are”.

Burada mola verebiliriz. Sonraki istasyon: Tutkun olduğu ressamlara, yazarlara bakışından yansıyanlar. İstikamet: Yayıncısına yazdığı mektupta söyledikleri. Kesme, doğrama, omurları kaldırma, yılankavi anlatının parçalarını birleştirme. “Gerçeküstü montaj”.

Haliyle, bu bölümün kapanış şarkısı “Dans Eden Yılan”.  

[1] Bu yazı boyunca kaynak belirtmeden yapılan tüm alıntılar Ali Artun imzalı, “Baudelaire’de Sanatın Özerkleşmesi ve Modernizm” başlıklı nefis sunuş yazısından. Sunuşun başında yer alan, burada naklettiğimiz alıntılar, müelliflerin isimlerine göre, alfabetik sırayla verilmiş.      
[2] Bu metindeki aktarımlarda, söz konusu çeviriler esas alındı, çeşitli revizyonlarla günümüz Türkçesine uyarlandı.
[3] Bu metindeki Baudelaire alıntılarının hemen hepsi kısaltılarak verildi.  
[4] Modern Hayatın Ressamı içinde (İletişim, 2003)  
 
^