KARA TREN: ALİ EKBER AYDOĞAN (1950 - 2021)

Söyleşi: Çiğdem Öztürk, Derya Bengi
15 Mayıs 2021
SATIRBAŞLARI
“Derdiyoklar İkilisi’nin Youtube’daki minik düğün belgeselleri, Anadolu rock’taki eksik taşları tamamlamakla kalmıyor, gelecek günlere coşkulu bir miras bırakıyor… Bugün çoğu kişinin White Stripes’la karşılaştırdığı Derdiyoklar İkilisi, Ali Ekber Aydoğan’ın sazı ve gitarıyla, önce İhsan Güvercin’in, sonra Mehmet Tanış’ın davuluyla acı vatan Almanya’dan ses verdi, vermeye de devam ediyor… Cümle âleme parmak ısırtan şovları bir yana, Veysel’in, Mahzuni’nin izindeki güçlü dizeleriyle de halk müziği çevrelerinde müstesna bir yer ediniyor…” Sadece deyişlere, halaylara, uzunhavalara değil, rock tarihine de adını altın harflerle yazdıran Derdiyok Ali’yi, Ali Ekber Aydoğan’ı tatilini geçirdiği Malatya’da yakalamış, muhabbete sofrasına oturmuş, 2007’de Roll’daki söyleşimizi böyle sunmuştuk. Bu benzersiz kişilik 14 Mayıs’ta aramızdan ayrıldı. Dizelerinde dediği gibi türküleriyle ve Roll’dan naklen kendi sözleriyle uğurluyoruz. Türküleri ve devri daim olsun.
Derdiyok Ali Malatya’daki köy evinde (Fotoğraf: Derya Bengi)

Ali Ekber Aydoğan: Müzeyyen Senar, Erol Taş, Özay Gönlüm ve Feri Cansel 1979’da Almanya turnesine çıktılar, Türk gazinolarında konserler verdiler. Biz de onlarla sahne aldık. Sahnede bağlamayı bırakıp udu alıyorum, onu bırakıp gitarı alıyorum, tarı alıyorum, dans ediyorum, koşturuyorum, oynuyorum, türküler, halaylar okuyoruz… Tabii büyük bir tezahürat oluyor. Perde arkasına geçtiğimizde, hiç unutmam, Müzeyyen Senar ağladı, beni bağrına bastı, “oğlum, burada kendinizi çürütmeyin” dedi, “Türkiye’ye gelin, Türkiye’nin size ihtiyacı var!” Bu fırsatı nasıl değerlendiremedik bilmiyorum, burayı hiç düşünmedik. İşlerimiz Almanya’da çok yoğundu: Düğünden düğüne koşuyorduk. Müzeyyen hanımı dinleseydik, belki iki kulvarda da çalışabilirdik. Buraya ağırlık vermemenin acısını şimdi çekiyoruz. Ara sıra İstanbul’da, Avcılar’da, Malatya’da bazı düğünlere geliyorduk 80’li yıllarda… Keşke organize olup İstanbul’da, bütün Anadolu’da bu şovlarımızla turne yapabilseydik.

90’ların ortasında, Rotterdam’da, 50 bin kişilik bir festivalde çaldık. 36 ülkeden gruplar katıldı festivale. Türkiye’yi temsil eden sadece iki kişilik bir orkestraydı: Derdiyoklar. Bizim baterist Mehmet (Tanış) bütün parçaları İngilizce anons ediyordu. “Leylim Ley”le girdik, kendi parçalarımızdan okuduk, en sonunda direniş şarkısıyla, Dadaloğlu’yla bitirdik, “Kalktı göç eyledi Avşar elleri” diyerek tiyatromuzu, şovumuzu yaptık. Yer yerinden oynadı. Festivali düzenleyen adam yanımıza geldi, “siz 1 numarasınız, en büyük ilgiyi siz çektiniz, on kişinin yapacağı müziği iki kişiyle yapıyorsunuz dedi.

Halay bizim, çekelim

Neşet Ertaş’la birbirimizi çok severiz. Almanya’nın her yerinden ikimizi birlikte düğünlere, konserlere isterler. Neşet abi bir gün aradı, “gurban olam Alim, beni konserlere götürme” dedi, “konser için beni arayan olursa sakın telefonumu verme, beni düğünlere bağla, düğünlere gidek”. Derdiyoklar Anadolu düğün geleneğini gitarla, bağlamayla, bateriyle Almanya’ya taşıdı. Düğünlerde hem düğün havası çaldık, hem türkülerimizi, deyişlerimizi yaydık. Gelenler şöyle düşünürdü: “Akşamüstünden geceyarısına kadar, hem konser izleyeceğiz, hem düğün yapacağız.” Yani, hem düğüne hem de Derdiyoklar’a geliyorlar. Zaten davetiyelerde adımız geçer, “Sanatçımız Derdiyoklar’dır” diye mutlaka yazılır. İki-üç yıl sonrasına termin alanlar var. Adamın çocuğu şimdi üç yaşında, “beş yaşına gelince sünnet ettiririm” diyor, 2009’a benden gün istiyor. (gülüyor)

Genelde cumartesidir düğünlerimiz. Büyük düğünler spor salonlarında yapılır. En güzelleri Doğu düğünleridir: Maraş, Tunceli, Erzincan, Malatya düğünleri inanılmaz kalabalıktır. Kars ve Azeri düğünleri de şatafatlıdır… Sadece Alevi düğünlerinde değil, bütün yöre düğünlerinde, her görüşten insana çalıyoruz. Mesela Iğdırlıların hepsi milliyetçidir, bıyıkları sarkıktır, yine de Derdiyoklar’sız düğün yapmazlar. “Kardeşim seninlen bizim kafa yapımız ayrı, ama müziğine âşığız, seni çağırmak mecburiyetindeyiz” diyor adamlar. İç Anadolulusu “siz bir tanesiniz” diyor, “çünkü Neşet mızrabıyla ‘Çiçek Dağı’nı başka kimse böyle söyleyemez”.

Düğün videolarımız Youtube’da on binlerce kere tıklanmış. Ama bizde daha ne tiyatrolar var. Bayanlar beni kucaklarına alıp masaların üstüne atarlardı.

İnsanları şova, tiyatroya alıştırdık. Sahnede taklalar atıyoruz, atlıyoruz, zıplıyoruz, tam konsantre oluyoruz. İnsanların karşısına çıktığımda, kendimi kaptırıp gidiyorum. Onlara öyle bir güç göstermem lâzım ki, hepsi bana baksın, beni izlesin, sazımdan, sözümden, sohbetimden bir şeyler alsın… Önce yarım saat türkülerimizden, deyişlerimizden okuruz. Ankara misketine bir girdik mi, motor gibi devam ederiz, pat diye oyuna, halaya geçeriz, halay bizim çekelim / dizilelim sekelim deriz. Akın akın piste dolarlar, masada kimse kalmaz, çekirge gibi oynarlar. Mehmet’in şovu da dünyanın hiçbir yerinde yok. Davulu bırakıp yerlerde solo atar.

Düğün videolarımız YouTube’da on binlerce kere tıklanmış. Ama bizde daha ne tiyatrolar, ne skeçler var. Bayanlar beni kucaklarına alıp masaların üzerine atarlardı. Halaylarda elimde gitarla başı ben çekerdim, yüzlercesi peşimden oynardı. Bunların hiçbiri yok YouTube’da.

Burunla org çalma, bağlamayı, gitarı ayakla çalma, omuzda çalma, hep bunları akıl ettim. Bizi eleştirdiler, güldüler, dalga geçtiler, “yozlaştırıyorsunuz”, “ayak altında saz mı çalınır, adam gibi oturun, çalın”, “bağlamaya saygı gösterin” diyen ler oldu. Ama biz yılmadık. Herkesin bir çalma şekli vardır. Burnumla çaldığım orglar şimdi evde duruyor, hepsi antika… Üniversite anfilerinde konserlerimiz olurdu, sahneyi Mehmet’e bırakırdım, hem çalıp söylerken iki saniyede tıkır tıkır tıkır merdivenlerden çıkardım, öbür uçtaki merdivenlerden zıp zıp inerdim. Allah bize bir güç vermiş işte. Geçen gün bir adam beni çevirdi, “yahu, 25 yıldır seni izliyorum, aynı adam, aynı sakal, aynı şov, bu gücü nereden buluyorsun?” diye sordu. Sigara kullanmam, arada sırada sadece bir duble rakı ya da şarap içerim, bol bol yürürüm, bol sebze-meyve yerim, günde beş litre su içerim. Su hayattır, insanı genç bırakır…

Ali Ekber Aydoğan ve Mehmet Tanış

 

Sandokan geldi!

Anadolu deyince kıyafet olarak şalvar düşündüm. Sahnede de şalvarla çok rahat hareket edebiliyorsun. Eski şalvarlarıma değer biçilmez. İstanbul’da, Malatya’da özel kumaşlara ya da şile bezine diktirirdim. Ayağımda da, sahnede kaymayan spor ayakkabılar olurdu… Kendimize has bu kıyafetlerimiz İtalya’da, San Remo’da olay oldu. Söylemesi ayıp, Porsche’yle gitmişim. Kapılar açılıyor, Porsche’nin içinden şalvarlı adamlar iniyor! Gitarlarımız, sazlarımız, şalvarlarımızla resimlerimizi çektiler. Bir baktım, İtalya’da 80’li yıllarda şalvar moda oldu. Bu inkâr edilemez bir gerçek!

“Helmut diyor pis yabancı / Turgut diyor Alamancı / Bir gün çekip gitsek burdan / İşe alır mı Sabancı?” demişiz. Ne oraya yaranabiliyoruz ne buraya.

Gençlik hevesi işte, Almanya’da bir Porsche almıştım. Türkiye’ye hızlı bir arabayla gelmek istedim. Tabii halktan koptuğumu söyleyip eleştirenler çok oldu. Ben de espri yapardım, “yahu kardaşım, bir savaş ânında hızlı bir arabayla belki bir şeyler taşımamız gerekir” derdim. Sanatçıyım diye idare ediyorlardı herhalde. O dönemlerde televizyonda Sandokan diye bir film oynardı. O artistle birbirimize çok benziyoruz. Benim göz rengim de o kadar enteresandır ki, üç renk değişir. Lüks bir arabadan şalvarlı birinin indiğini gören okullu çocuklar “Sandokan geldi” diye etrafıma toplaşıp imza isterdi.

Gafil gezme şaşkın

Burada doğdum: Malatya’da, Fethiye beldesine bağlı Yukarı Tenci mezrasında. Balkanlarda Bektaşiliği yayan Seyyid Ali Kızıldeli Sultan’ın türbesi buradadır. Onun soyundan geliyoruz. Doğum tarihim nüfusta 1950 geçiyor. İlkokul yıllarım Kâzım amcamın zâkirlik yapma dönemine denk geliyor. Amcamlar soyları gereği, Alevi geleneğinde, cemlerde, 12 hizmeti yürüterek zâkirlik yaparlardı. Kâzım amcam bugün seksenlerinde. Sadece ben değil, bütün kardeşlerim ondan esinlenerek çalıp söyler. Şimdi İstanbul’da türkü barlarda yeğenim Sinan Aydoğan çalıp söylüyor. Bayrağı bizden o alıyor. Cumhuriyet döneminde yaşamış Antepli Hasan Hüseyin, babamın amca çocuğudur. Onun taş plaklarını dinlerdik küçükken. “Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün” türküsü, bir de “Ben de şu dünyaya geldim geleli” uzunhavası çok meşhurdur. Arap ülkelerinde çok konserler vermiş, tarikatler yapmış. Ses frekanslarımız birbirine çok benziyor. Öyle babayiğit, öyle yakışıklı bir insanmış ki, Suriye’den gelen taliplerimiz anlatıyor, sahneye çıktığı zaman kimse görmesin diye perdeleri kapatırlarmış, çünkü her gören âşık olurmuş. Dört kez evlenmiş. Çocuklarıyla tanışmadık, ama İskenderun’da oturduklarını biliyorum.

Cumhuriyet döneminde Antepli Hasan Hüseyin deyiş, türkü ve uzunhavalarda, Malatyalı Fahri Kayahan tamburuyla kırık havalarda ve uzunhavalarda, Diyarbakırlı Celal Güzelses ve Zaralı Halil hoyratlarda, türkülerde ve uzunhavalarda çok meşhurmuş, Atatürk bile bunları dinlemiş.

Maaile “Derdi Yoklar” Aydoğan ailesinde gelenek kuşaktan kuşağa aktarılıyor: Döndü teyze, Kâzım (solda) ve Hüseyin amcalar, Derdiyok Ali’yle birlikte. (Fotoğraf: Derya Bengi)

 

İlkokulda saz çalmaya, türkü söylemeye, zaman içerisinde şiirler yazmaya başladım. 60’larda partizanlık nedeniyle buraya okul vermiyorlardı. Yürüyerek tam bir saatte Fethiye’deki okula gidilip gelinirdi. Malatya’ya Ali Rıza Aydost diye bir vali tayin oldu. Aydın bir validir dediler. Bir gün onu buraya çağırdılar. Onun için bir koşma hazırladım, elime sazı aldım, başladım karşısında söylemeye: “Ellerin fezaya gittiği çağda / Bizler okulsuzuk bu ıssız dağda / İsteriz okulu siz Vali beyde / Köyümüze hoşgeldiniz Vali bey // Büyük Atatürk’ün köylüleriyiz / Köyümüze kadem getirdiniz siz / Çok şükür müşerref olduk yüz be yüz / Köyümüze hoşgeldiniz Vali bey.” Bunu deyince Vali bey yanıma geldi, gözlüğünü indirdi, “sana cici bici bir ilkokul yaptıracağım evladım” dedi. Birkaç ayda temelimiz atıldı. İrticalen, doğaçlama olarak gene çalıp söyledik ardından: “Zahmet edip köye gelişinizi / Köylünün derdini bilişinizi / Bizi sevindirip dönüşünüzü / Ne kadar methetsek az, güle güle.” (gülüyor) Vali bey bir yıl sonra Adana’ya tayin oldu. Yılbaşında benim ağzımdan kutlama mesajı gönderdik: “İnsanlığın en halisi / Sayın Adana Valisi / Yeni yılınızı kutlar / Fethiye köyü ahalisi.” İnanır mısınız, Vali beyden cevap geldi: “Sayın Fethiyeliler, sizin sırtınız yere gelmez, yeter ki bu genç ozanınıza sahip çıkın.”

Derdiyoklar Anadolu düğün geleneğini gitarla, bağlamayla, bateriyle Almanya’ya taşıdı. Hem düğün havası çaldık, hem türküleri, deyişleri yaydık.

Köyümün sorunları

Evimizde pikabımız vardı, komşularımızla hep beraber dinler, öğrenirdik. Mahzuni’yi, İhsani’yi, Davut Sulari’yi çok seviyordum. Yöremiz halk müziğine çok önem verir. Sürekli müzik sesi yükselirdi bu evlerden. Bazen de silah sesi yükselirdi. Ailemizin sazı, sözü, sofrası bilindiği için komutanlar da gelirdi. Gecenin yarısı kuzu dolması hazırlanır, rakılar açılır, türkülerimizle oynadıkça coşarlar, silahlarını çıkarıp havaya sıkarlardı. Çatılardan ateş fışkırdığını bilirim. Aralarında iyisi de vardı, kötüsü de. Alıştırmıştık demek ki, misafir ederdik. “Hadi yürüyün, meyhane mi burası” diyebilsek belki böyle olmazdı. Köy halkı sesten rahatsız oluyordu tabii. Ama babam sakin adamdı, içine kapalıydı. Eve girer yatardı, sabah kalktığında hiç demezdi, “yahu neden bu silahları attınız, neden sıktınız?”

İlk 45’liğimi 1972’de, İstanbul’da yaptım. İçimden modern müzik yapmak geliyordu. Cem’ler, Barış’lar rock türü eserler yaparlardı, ama Anadolu usûlü, bağlama düzeniyle otantik müzik yapıp Batı sazlarını kullanan kimse yoktu. Benim türüme Anadolu-rock ve disko-folk dediler. “Köyümün Sorunları” adlı eserimle 45’lik yaptım. O dönemde başlık ve kalın meseleleri de vardı. Bu yörede başlık parasına kalın derler, kalın vermediğin zaman evlenemezsin. Plağın arka yüzündeki eser “Başlık Parası”ydı.

Frankfurt gazinoları

Fethiye köylüsü kooperatifleşmeyle birlikte Almanya yolculuğuna başladı. Emekli öğretmenimiz ve amcamların öncülüğünde kurulan bu köy kalkınma kooperatifi, İşçi Bulma Kurumu kanalıyla insanlarımızın Almanya’ya gönderilmesini sağladı. İnanılmaz bir akın başladı, eli iş tutan herkes gitti, köy boşaldı. Fethiye genelde zengin bir köydür: Kayısı, buğday, arpa, bostanlar, tütüncülük, pancarcılık, hatta eskiden haşhaş da ekilirdi… Davarını, traktörünü, arazisini satan gitti. Zengin köy, iyice zenginleşti.

Ben Almanya’ya sadece müzik için gittim. O dönemlerde örneğin Malatyalı Yüksel Özkasap, Kayserili Metin Türköz Almanya’ya gidip kendi müziklerinde aşama yapmışlardı. En iyisi ben de gideyim, plaklarımı orada devam ettireyim dedim. Ama tek başına gidemezsin, işçi ailesi olarak gitmen gerekiyor. Sonunda bir evlilik yaparak gittim. 1974’te oturma aldım. Müzik dışında hiç çalışmadım, bir gün çalışmış olsam bugün emekli olacaktım.

Sadece Alevi düğünlerinde değil, bütün yöre düğünlerinde çalıyoruz. Mesela Iğdırlı milliyetçi “Kardeşim seninlen bizim kafa yapımız ayrı” diyor, “ama müziğine âşığız, seni çağırmak mecburiyetindeyiz”.

Frankfurt çevresine, Darmstadt’a yerleştik. ‘75’te Fethiye’den İhsan (Güvercin) arkadaşımız da Almanya’ya geldi. Ona bir bongo, bir değnek aldık. Zaman içerisinde İhsan bateri çalmaya başladı. ‘76 yılında gazino çalışmalarına başladık. Bizim yörede, Türklerin gidip geldiği en az on tane gazino vardı. Çaldığımız gazinolar doluyordu. Çok esnektim, her yöreden çalıp okuyordum, Orhan Gencebay’dan bile eserler seslendiriyordum.

1975 yılında İstanbul’a geldiğimde, Türkiye’nin bütün ünlülerine bağlama yapan Ragıp Akdeniz’le tanıştım. Kafamdaki üç kollu gitarı ona anlattım: Altta bağlama, ortası gitar, üstü cura. Tam 5 bin Marka mal oldu. Dünyada bir tane. Mesela Üç-Hürel’in gitarı ikiliydi. Üçlü gitarı ilk defa ben yaptırdım, üç sene sonra bunun bağlamasını Özay Gönlüm’e yaptılar… Bu gitarla Derdiyoklar ismini bütünleştirdim. ‘75’ten bugüne gitarın döşünde Derdiyoklar yazar. Gitar kaç defa revizyondan geçti, isim hep orada kaldı. Sakalımı da o zaman bıraktım. Gitarımla sakalım yaşıt. (gülüyor)

Bana “derdi çok” derler

Çocukluk yıllarımda beni Derdiçok diye çağırmalarını istedim. Ama araştırınca, 15. yüzyılda Maraş yöresinde yaşamış Derdiçok isminde bir ozan olduğunu öğrendik. O zaman, bari tersi olsun diye düşündük. Adama kırk gün deli demişler, adam kırkıncı gün delirmiş. Bizimki de o hesap. “Adım derdiyok, ama derdim çok benim” diyerek girmişim bir şiire. “Bir gün bir yoksulu görebilsem tok / Belki o zaman bana derdiyok derler.” İsmimiz Derdiyok ama, isimle dertsiz olunur mu?.. “Kahrolsunlar kara düzen kuranlar / Düşmanla bir olup karşı duranlar / Fikrim için bana zincir vuranlar / Yok olmazsa bana derdi çok derler.”

Yaşantı bakımından dünle bugün arasında dağlar kadar fark var. Ama bazı dertler aynıdır. Teknoloji çok gelişti, ama bazen insanlığı da götürüyor. Eskiden yokluk vardı, hatır gönül de vardı, şimdi varlık var, ama hatır gönül kalmadı. Mahzuni baba ne güzel diyordu: “Ne gönül dinliyor ne de bir hatır / Kır beygire benzer inadı katır / Haklarından gelsin şu kızıl yatır / Bizim evde üçbeş tane dürzü var.” Yeni çalışmamda Mahzuni’ye cevap vereceğim: “Filozof sanırsın yürüyen mezar / Zehirini saçar bulursa pazar / Bir padişah gibi fermanlar yazar / Bizim evde beş-on tane dürzü var.”

Altta bağlama, ortası gitar, üstü cura. Tam 5 bin Marka mal oldu. Dünyada bir tane. Mesela Üç-Hürel’in gitarı ikiliydi. Üç sene sonra üçlü bağlamayı Özay Gönlüm’e yaptılar.

Zamanının Pir Sultan’ı

Âşık Mahzuni kirvem olur. Halkını çok seven, ezenlere karşı ezilenlerin yanında yer alan, dayanılmaz ıstıraplara türküleriyle karşı koyan büyük bir ozandı. Zamanının Pir Sultan’ıydı. Onun Avrupa’daki konserlerinin aşağı yukarı hepsinde beraber çaldık, söyledik. Son dönemlerinde gene beraberdik. Berlin’de buluşup konser vereceğimiz günlerde öldüğünün haberi geldi. Arabayla cenazeye giderken efkârlandım, vergi makbuzlarının üzerine dizeler yazmaya başladım: “Ozanların piri idin / Komutanı, eri idin / Işık saçan biri idin / Yakıp gittin dost Mahzuni // Bazen atlı bazen yaya / Haykırdın güneşe, aya / Bir avuç tohum dünyaya / Ekip gittin dost Mahzuni // Derdiyoklar tutarlar yas / Sazı, sözü kendine has / Ölüm şerbetinden bir tas / İçip gittin dost Mahzuni.”

Âşık Mahzuni ile

 

Robotların aşkı

Mahzuni babanın tüm parçaları anlamlı ve güzeldir. Bir dönem başkaldırı eserlerini çok seviyordum. “Amerika katil katil”de gerçekleri söylüyordu, görüyorsunuz şimdi Irak’ta neler oluyor… “Nem Kaldı”yı mı, “İşte gidiyorum çeşmi siyahım”ı mı, hangi birini sayayım, hepsi birbirinden güzel. Hepsinden esinlendik.

Bazı bilim adamları “iyi şiir yazanlar iyi konuşamazlar” diyor. Hakikaten öyle. Şimdi sizinle röportaj yaparken dilim döndüğü kadar anlatıyorum. Veysel baba doğru dürüst konuşamaz, Mahzuni baba konuşamaz, Neşet abi konuşamaz. Ama şiirle her şeyi dile getirebiliyoruz. Gerçek ozan yaşadığı zamanı tarif eden insandır. Pir Sultan Abdal 16. yüzyılda nelerle karşılaştığını anlatmış, Harabi birini, Nesimi öbürünü anlatmış. Nâzım Hikmet de yaşadığı zamanı anlatmış. Derdiyoklar da kendi zamanındaki bütün konuları işlemiş. Dünyada işlenmedik konu bırakmamış. Mesela “Robotların Aşkı” diye bir şiirimiz var: “Yıl 2090 olur / Savaşı robotlar yapar / Yani bundan yüz yıl sonra / Barışı robotlar yapar // Âşık bile olabilir / Her müziği çalabilir / Bir araya gelebilir / Sevişi robotlar yapar // Dağlara kız kaçırırlar / Yıldızlara uçururlar / Bebeğe süt içirirler / Her işi robotlar yapar.” Gerçek ozan günü anlatır, geleceğe söyler.

Âşık Mahzuni kirvem olur. Zamanının Pir Sultan’ıydı. Arabayla cenazeye giderken efkârlandım, vergi makbuzlarının üzerine dizeler yazmaya başladım: “Ozanların piri idin / Komutanı, eri idin / Işık saçan biri idin / Yakıp gittin dost Mahzuni…”

Mahzuni baba “kırk küsur yıldır yazıyorum, bir ‘Türkülerle Gömün Beni’ gibi, bir ‘Yolculuk Nereye Alman Efendi’ gibi, bir ‘Vekâleti Kime Verdin Pir Sultan’ gibi eser yazamamışım” derdi. Bazen Ankara’da Mahzuni babanın evinde yazarlar çizerler toplanırdı. Yiyip içerler, türkü söylerlerdi. O anda beni hatırlardı, hemen arardı: “Kirve, yeni bir şeyin var mı? Hele oku, misafirim var.” Şimdiye kadar kaç kere böyle oldu. “Sen kapat, ben hazırlanam, okuyam” derdim. Arardım, telefonda Almanya’dan Ankara’ya yeni şiirlerimden üç-beş tane sıralardım. Telefonun tuşuna basar, misafirleriyle beni dinlerlermiş.

Türkülerle gömün beni

Daha dün duştayken aklıma cenazeler geldi. Artık bütün hısım akraba, ancak cenazeden cenazeye buluşuyoruz. Duştan kardeşim Yusuf’a “aman ha, yaz bunları” diye bağırıyorum: “Ölüden ölüye buluşan dostlar / Bir ömür böyle akıp gidiyor…” (gülüyor) Çünkü unutursam bir daha çıkmaz. Bir konuya giriş yapmak çok önemli. Konuya girince o şiir elimizden kurtulmaz. (gülüyor) Genellikle uzun yollarda, arabayla giderken çok üretirim. Bende ozanların konuşmalarından çok arşivler vardır, bazen yollarda onları dinlerim. Yalnızken, yol halinde çok güzel yazılır. Gece uzun yollarda kabak çekirdeği hep yanımdadır. Çıtır çıtır kırarak türkü yazarım.

Geçende Musa Eroğlu’yla bu bahçede, elma ağacının altında çalıp söylüyorduk. “Yahu, Derdiyoklar bu güzel köyde, bu güzel havada eserler üretiyor, biz de bunların hamallığını yapıyoruz” dedi. “Estağfurullah” dedik. Musa Eroğlu bir üniversiteden davet almış, gitmiş, orada da söylemiş: “Hocam, keşke sanatçı değil de, hamal deseydin bize. Biz hamalız, türküleri alıp dağıtıyoruz.” “Türkülerle Gömün Beni” adlı eserimi Güler Duman seslendirmişti, 1 milyon 600 bin sattı, düşünebiliyor musunuz? “İsyan Etme Boşuna”yı İbrahim Tatlıses 80’lerde seslendirdi, 2 milyondan fazla sattı. Gündemde olan son eserim ise Güler Duman ve Özlem Özdil’in seslendirdiği, Alevileri beraberliğe çağıran bir eser: “Derdiyoklar düşmüş derde / Bizim için Hak her yerde / İki değil her şey birde / Bir olursak hür oluruz.” 

Çayın ortasında yılgın adası

1972’de, 45’liğe girdiğim dönemde, stüdyoya karayağız, uzun boylu birisi geldi, karşıma geçip izlemeye başladı. “Oğlum, işte bu gördüğün Arif Sağ’dır” dediler. “Gurbet Treni” plağının yapımı için gelmiş oraya. Arif hoca bizim başlangıcımızdır. Bize önem verdi, bizi sevdi, bizi Avrupa’ya saldı. Burda da İbrahim Tatlıses’i piyasaya getiren odur. Bizi Arif hoca yaratmıştır. “Arif Doğup Arif Ölen Ariftir” eserimi onun için yazdım.

1978 yılında Arif hocaya Arguvan’dan derlediğimiz türküleri söyledik, bizi saatlerce kamerayla kaydetti. Ertesi sene Derdiyoklar İkilisi olarak ilk kasetimizi kaydetmeye İstanbul’a geldik. Her kasette okuduğumuz Arguvan ağzı türkülere o zaman başladık. Arguvan ağzı demek, “aman”ı bol demektir. Yanık sesle “aman aman” demeden Arguvan tadı verilemez. Arguvan türküleri pesten okunduğu zaman olmaz. Benim anam Arguvanlı, Atma Kürtlerinden. Babam Fethiyeli. Arguvan’da yaşlı insanlardan makamlar alırdım, bu makamları kendi sözlerimle beste haline getirirdim. Biz bu kaseti çıkarana kadar Arguvan havalarını sadece Arguvanlılar düğünlerinde, toplantılarında, aman aman diye eli kulağa verip söylerlerdi. Bu ağzı İstanbul’a götürdük, Arif hocanın katkılarıyla Türkiye’ye ve dünyaya tanıttık. Sonra herkes Arguvan okumaya başladı. Arif hoca okudu, Belkıs Akkale “Dam Üstünde Uzun Uzun Bacalar”ı okudu, Sabahat Akkiraz “Yılgın Adası”yla patlama yaptı: “Çayın ortasında yılgın adası, aman aman / Dağlar dayanmaz aman aman.” Kadıncağız, daha geçen sene Fransa’da festivalde okumuş, önde oturan Fransız profesör ağlamış, bu nasıl bir eser, bu ne biçim bir ses diye. Çünkü Sabahat Arguvanlı olduğu için eserin hakkını tam veriyor.

Pir Sultan 16. yüzyılda nelerle karşılaştığını anlatmış. Nâzım Hikmet de yaşadığı zamanı anlatmış. Gerçek ozan günü anlatır, geleceğe söyler.

İlk kasette Arguvan ağzı olarak okuduğumuz “Bu Nedir” yanık bir isyan türküsüdür. “Yağmurla boranla bugüne geldik / Talan olduk, gülemedik, bu nedir?” Azer Bülbül ve İzzet Yıldızhan sözlerini biraz değiştirerek okudular, iyi etmediler, ama bizimki ve Güler Duman’ınki doğrusudur: “Derdiyoklar olduk dertli dünyada / Kulağımız yönelmedi feryada / Sanki kalmış gibi ıssız deryada / Yönümüzü bulamadık kurban, bu nedir / Düğün müdür bayram mıdır kirve, bu nedir / Ah talan olduk, gülemedik dostlar, bu nedir?”

Boran, Sıla, Sevi, Öykü gibi isimler hep benim türkülerimden alınma. Akrabalarımın çocukları da hep bu isimleri koydular. Atv’deki Sıla dizisindeki Sıla ve Boran karakterlerinin isimleri de benden alınma. İsimleri geçelim, “Bu Nedir?”, “Dam Üstünde Uzun Uzun Bacalar”, “Yılgın Adası” türkülerim söyleniyor, ismim cismim geçmiyor. Yasal yollardan uyardık, aldırış etmediler, biz de mahkemeye verdik.

Horozun vakti

Şiirlerimin gücü, çok iyi eleştirmenlerimden geliyor. Kardeşim Yusuf ve amcamın çocukları, öğrencilik döneminde Vedat Günyol’la tanışmıştı. Vedat hocaya beni anlatmışlar. Çağırınca, evine gittim. Mesela bir şiirimi söylüyorum: “Aburla cuburla dolan bir mide / Çabucak istifra etmesi lâzım / Köyün çöplüğünde beslenen horoz / Tam vakti vaktine ötmesi lâzım.” Hocam dinliyor, “tamam Alim ama” diyor, “horoz tam vaktinde değil, tan vaktinde öter”. Ben çalıp söyledikçe ağlıyordu, çok yufka yürekli biriydi. Ruhi Su’nun hastasıydı… Vedat Günyol, Âşık Mahzuni, Osman Dağlı, Emekçi, Şahturna, Şahturna’nın beyi Ozan Şiar Ağdaşan ve Âşık Zamani benim eleştirmenlerim oldu. Zamani çok iyi bir kalemdir. Kasetlerimde ondan da parçalar okudum, biri “Hasan Usta”ydı: “Çatlamış binayı sıvayıp durma / Yık onu yeniden yap Hasan Usta”.

Vedat Günyol en çalıp söyledikçe ağlardı, çok yufka yürekli biriydi. Vedat Günyol, Âşık Mahzuni, Osman Dağlı, Emekçi, Şahturna, Şahturna’nın beyi Ozan Şiar Ağdaşan ve Âşık Zamani benim eleştirmenlerim oldu.

Bir zamanlar demokratik kitle örgütleri için çok konserler yaptık: Zamani, Abuzer Karakoç, Mehmet Koç, Şahturna ve biz… Zamani’nin sert parçaları vardı: Mesela “Yastığa sarılma silaha sarıl”, mesela “Yılmaz yılmaz doğu yılmaz / Batı yılmaz kuzey yılmaz / Yılmaz yılmaz güney yılmaz / Bizim gençler yılmaz yılmaz”… Böyle gecelerde kendimden de, ozanlardan da eserler söylerdim. En sert söylediğim, İhsani’nin “Balta”sıydı, ama genellikle silahsız, ılımlı türkülerdi. Kitleden çok alkış alırdım, ama perdenin arkasına geçince diğer arkadaşlar veryansın ederdi: “Ulan oğlum, biz potansiyeli yükseltiyoruz, sen düşürüyorsun.”

(gülüyor) Sonra, ben de sert bir eser yapayım dedim: “Okumak bize zor olsun / Dağlara gençlik dağlara / Okullara hayvan dolsun / Dağlara gençlik dağlara…” Haydaa, bu sefer öğrenci gecelerinin yıldızı haline geldim. (gülüyor)

Eşek ve işçi sınıfı

Barış Manço Derdiyoklar’dan çok esinlenmiştir. Bizim “Yaşayın Hayvanlar”ımızdan sonra “Arkadaşım Eşek” dedi, “24 Ayar Çoban Mamoş” diye çobanımıza bir eser yazdım, o da gitti “24 Ayar Manço” kaseti yaptı.

Hep hicivli, mecazi eserler ürettik. Mesela “eşeğin kazancı at içindir” atasözünü almışız, eser haline getirmişiz, eşeği işçi sınıfı olarak değerlendirmişiz: “Bir ömrü çalışmayla bitirirsin mazlum eşek / Atla köpeğin keyfini getirirsin mazlum eşek” demişiz, “atın arpası bol olur / serveti eşekten gelir” demişiz, “gelelim kurnaz köpeğe / eşeği salar cepheye” demişiz… En sonunda şunu söylemişiz: “Derdiyoklar seslenmezse / At ve köpek terslenmezse / Eşek iyi beslenmezse / Haliniz kötü hayvanlar // Gelin hep birlik olun / Aynı ahıra dolun / Ölürseniz bir ölün / Yaşayın hayvanlar.”

Tam o yıllarda silah biçiminde bir gitar tasarlıyordum. Şahturna’ya yaptığım bir kaset karşılığında para almamıştım. Amerikalıların silah biçiminde bir gitar çıkardığını öğrenince, Şahturna ve eşi Şiar hemen ısmarlamışlar, bana hediye ettiler. Biz bu silah-gitarı barışın ve kardeşliğin simgesi olarak kullandık. “Silahları silah olarak kullanmayalım” mesajı verdik, “hepsini döndürelim, gitar yapalım, saz yapalım, silahımız sözümüz olsun”.

Öküz çağı

Derdiyoklar İkilisi’nin ilk kaseti “Şu Dünyanın Halkı”dır. 1986’ya kadar beş-altı kaset İhsan’la beraber çıkarttık… En çok ses getiren Yaşayın Hayvanlar (1981) oldu, ondan sonra Özer Şenay’ın yönettiği Öküz Çağı’yla (1988) satış rekorları kırdık. Türküola Plakçılık’ın katkıları inkâr edilemez. Bütün kasetlerin altyapılarını Türkiye’de yapıyorduk, ama firma Almanya’da olduğu için burada çıkmıyordu kasetler. Sosyal içerikli olduğundan dolayı sansür de vardı. El altından burada Şivan’ın ve bizim kasetlerimiz çok satılıyordu. Müzikler rock türüydü, ama okumalar otantikti. Bazı rock’çılar ağız değiştirerek okuyor, benim tuhafıma gidiyor. Yoksa, kafa sallamada biz de rock’çıyız.

Biz silah-gitarı barışın ve kardeşliğin simgesi olarak kullandık. “Silahları silah olarak kullanmayalım” mesajı verdik, “hepsini döndürelim, gitar yapalım, saz yapalım, silahımız sözümüz olsun”.

“Köln Bülbülü”nün itirafı

Kelime haznen ne kadar çoğalırsa şiir yazma birikimin o kadar artar. Müzikte de öyle. Almanya’ya gittikten sonra, dinleme kapasitemiz genişledi. Beatles’ı orada dinledik, James Brown’ı da, Tina Turner’ı da… Ben James Brown hastasıydım. Mehmet en çok Toto’yu sever. Mehmet’le Toto’nun konserine birkaç defa gittik. O ilk davulcularını (Jeff Porcaro) ölmeden önce seyrettik. Hem de en öndeydik, herkes gitarlara bakıyor, biz davullara. Türküola firmasına 12 kaset yaptık. Firmanın sahibi Yılmaz Asöcal ve Yüksel Özkasap’tır. Yüksel Özkasap geçen sene “Köln Bülbülü” isimli televizyon programında itiraf etti, “Avrupa’da en çok kaset satan Derdiyoklar’dır” dedi. İbrahim Tatlıses bir kere İbo Şov’da “yahu, son dönemde Almanya’dan, Tarkan’ıydı, Rafet El Roman’ıydı, çok çeşitli sanatçılar geliyor, ama 25 yıldır hâlâ dinlediğim Derdiyoklar’dır” dedi… Amerikalısı da, Afrikalısı da konserlerde bizi dinliyor, Azeri televizyonları çekim yapıyor, “Avrupa’nın İbo’su Derdiyoklar” diye sunuyorlar bizi… Amma velâkin, kendi memleketimizde bize sahip çıkılmıyor.

Fikret Otyam’ın vasiyeti

Almanya’da öncülüğü yapan biziz. Bir araştırmaya göre Derdiyoklar çıktıktan sonra Avrupa’da üç binin üzerinde grup Derdiyoklar’ı takip etti. Bizden sonra, bir kısmı da Fethiye’den olmak üzere çok gruplar geldi geçti Almanya’dan. Derdiçoklar, Gurbetçiler, Göçmenkuşlar, Akbabalar, Şahinler, böyle kuş isimleri çok. (gülüyor) Bir de Treni Kaçırmışlar vardı. (gülüyor)

Tarkan’ın İngilizce albümünde bağlamaları Çetin Akdeniz hoca çaldı. Tarkan demiş ki: “Hocam, bu melodi bana hiç yabancı gelmiyor.” Çetin hoca da “nasıl yabancı gelsin, bu Derdiyoklar’ın melodisi” demiş. Bizim Dadaloğlu versiyonundaki mızrabımı Çetin aynen vurup Tarkan’a çalmış… Tarkan kim bilir kaç sefer bizim düğünlerimize gelmiştir. Tarkan’ın teyzesi Gülcan Opel’e bağlama çalıyorduk konserlerde. Almanya’da çok ünlü bir halk müziği sanatçısıydı, Tarkan onun yeğenidir. Tarkan’ın babası Karadenizli, annesi Alevidir.

Fikret Otyam bir gün televizyonda ne dedi, biliyor musunuz: “Arkadaşlar, ben Alevi değilim, ama ölürsem beni cemevine götüreceksiniz, namazımı bir Alevi dedesi kıldıracak ve Derdiyoklar’ın ‘Türkülerle Gömün Beni’ türküsüyle defnedeceksiniz.”

Hrant Dink’in mahallesi

Malatya’nın Sünnisi, Alevisi, sağcısı, solcusu eşit sayıdadır. Ülkede bir çatışma ortamı olduğunda olaylar buradan başlar diye korkuyorum. Mehmet Ali Ağca gibi örnekleri de görülmüştür. Malatya tehlikeli zamanlardan geçti. 1978’de Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’na bir bombalı paket göndermişlerdi. “Bunu Aleviler, solcular yaptı” denilerek yağmalara başladılar. Hatta devlet eliyle yapıldı bunlar. Ne insanlar gitti. Benim sınıf arkadaşımı bile vurdular. O günlerde bana da sıkacaklardı, bir pasajın içinde beni sıkıştırmışlardı, bir arkadaşım sayesinde kurtuldum, arabamın dört tekerini kestiler. 70’lerde Malatya’dan sonra Maraş’ta, Çorum’da en büyük yıkım yaşandı. Alevilerin çoğu yurtdışına, Almanya’ya iltica etmek zorunda kaldı.

İngilizce albümünü hazırlarken Tarkan demiş ki: “Hocam, bu melodi bana hiç yabancı gelmiyor.” Çetin Akdeniz hoca da “nasıl yabancı gelsin” demiş, “bu Derdiyoklar’ın melodisi”.

Fethiye’de birkaç Ermeni aile yaşardı. Malatya’nın içindeki Çavuşoğlu mahallesinde Ermeniler Alevilerle iç içeydi. Ermenilerin de çoğu göç etti. Hrant Dink’in babası çok iyi türkü söylermiş, vefat eden eniştemizle arkadaşlarmış, oturup kalkmaları, eğlenmeleri hep birmiş. Eskiden Çavuşoğlu’ndaki kilise ibadete açıktı. Sonradan kapatıldı, pencerelerini taşlarla ördüler. Orayı restore etmek isteyenler baskı görüyor bugün. Aleviler Yavuz Sultan Selim döneminden beri, Osmanlı’da kılıç zoruyla asimile edilmiştir ya da öldürülmüştür. Bizim ozanların nefesleriyle hayatını sürdürebildi Alevilik. Hâlâ Sünnileştirme politikası uygulanıyor, Alevi köylerine camiler yapılıyor. Bence Alevilerin artık seslerini biraz daha rahat çıkarmasının sebebi, Güneydoğudaki terör olaylarıdır. Devlet Alevileri benimsemek zorunda kaldı, çünkü Alevilerin o saflarda yer almaması için gayret gösterdi, Alevilere örgütlenme hakları gibi bazı haklar geç de olsa verildi. Bizim Alevilikte savaş yoktur, insan sevgisi vardır, kadın hakları vardır. 60’larda, 70’lerde “kaybedecek bir şeyimiz yok, zaten Türkiye’de horlanıyoruz, bari yurtdışına gidelim” diye düşündü Aleviler. Yurtdışındaki üç milyon Türkün yarıdan fazlası Alevidir. Sünnilerde sadece kırsal kesimden göç oldu, ama her kesimden Alevi yurtdışına akın etti. İş düzenlerini sağladıktan sonra örgütlendiler. Çünkü orada örgütlenme özgürlüğünü buldular. İlk Alevi örgütlenmeleri Avrupa’da yaşandı. Sonra Türkiye’de sesini duyurdu.

Yolculuk nereye Alman efendi?

“Helmut diyor pis yabancı / Turgut diyor Alamancı / Bir gün çekip gitsek burdan / İşe alır mı Sabancı?” demişiz “Avrupa’da Çöpçüyüm Ben” türküsünde. Almanya’da belki mutlu değiliz, ama gidecek yerimiz de yok. Ne oraya yaranabiliyoruz ne buraya. Bizim işçilerimizi 60’larda davullarla karşıladılar. O sıralar Almanya bir harabeydi, çöplüktü. Hitler’in bıraktığı pisliği Türk işçileri temizledi, Almanya’yı göçmenler inşa etti, ama gene horlanan biz olduk… Ben de ırkçılığa çok maruz kaldım. Bir dönem bir Alman bayanla, Gabi’yle birlikteydim. Bir yılbaşı gecesi ırkçılar, kutlama yapıyoruz süsü vererek evimizin içine fişekler attılar, ama tutuşmadı, kurtardık… O dönemde yarı Almanca yarı Türkçe bir türkümüz çok tutuldu: “Derdiyoklar böyle gitmez le le liebe Gabi / Almanyada baskı bitmez le le liebe Gabi / Ich liebe dich demek yetmez le le liebe Gabi”… Düğünlerimizi basanlar oldu, yeri geldi türkülerimizi çalacak salon vermediler, konser verdiğimiz yerlerde üstümüzü değiştirecek oda bulamadık, “Türk değil misiniz, gidin tuvalette değiştirin” dediler bize… “Senin tarihinde kara leke var / Silmeye çalıştın bugüne kadar / İster misin Nazizm dirilsin tekrar? / Yolculuk nereye Alman efendi?” gibi türkülerle yabancı düşmanlığına karşı mücadele ettik, ödüller aldık. Ama demokrat Almanlar da çok, onu da söylemek lâzım. Ben bugüne kadar ne Türkiye’de ne Almanya’da oy kullandım. Almanya’da oy hakkım olsaydı herhalde ya Sosyal Demokrat Parti’ye verirdim ya da Yeşiller’e…

Alman damat, Türk gelin

Düğünlerimize bazen Almanlar da gelirdi. Türklerle evlenen Almanlar da oluyor tabii. Beş-altı yıl önce bir doktor kız aradı beni: Tunceliliymiş, nişanlısı da Alman bir doktormuş, tıp fakültesinde tanışmışlar, yakında düğünleri varmış. “Düğünümüzde Derdiyoklar’ı istiyoruz, ama davetlilerin çoğunluğu Alman olacak, nişanlım da bir Alman orkestrası getirecek” dedi. Kızın ailesi bir Almanla evliliğe karşı çıkmış ve düğüne katılmayacaklarmış, kız bir türlü gönüllerini edememiş… “Sen şu babanın telefonunu ver bana” dedim. Açtım telefonu: “Senin kız kültürlü bir insan, aslan gibi bir Alman delikanlıyla yuva kuracak, nasıl olur da engellemeye çalışırsın, sana hiç yakıştıramadım. Ben o düğünde çalacağım ve bütün aileyi düğünde görmek istiyorum.” Aynen böyle söyledim. Kız bana nasıl teşekkür etti, anlatamam. Gerçekten de bütün aile düğüne katıldı. Alman konuklar Alman orkestrasını dinlemedi bile. Derdiyoklar onlara çok daha cazip geldi.

Roll, sayı 122, Eylül 2007

^