NERİMAN POLAT VE NURCAN GÜNDOĞAN’DAN “ÇİÇEK YARASI”

Söyleşi: Anıl Olcan, Ayşegül Oğuz
14 Nisan 2019
SATIRBAŞLARI

Çağdaş sanat izleyicilerinin iyi bildiği iki isim, Neriman Polat ve Nurcan Gündoğan, karma ve solo onca serginin ardından, yıllardan ve yollardan sonra, “Çiçek Yarası” sergisinde bir araya geldi. “Çiçek Yarası” fotoğraflar, yerleştirmeler, videolar aracılığıyla kadınların acıyla baş etme yöntemlerini, itiraz ve direnişlerini masaya yatırıyor, erkekler tarafından öldürülen kadınların yasını tutuyor, yakın dönemin en etkileyici direnişlerinden biri olan Flormar direnişiyle, Yaşar Nezihe’nin 1923 tarihli “1 Mayıs” şiiriyle kadın işçilere selam veriyor. 27 Nisan’a dek Kasa Galeri’de görülebilecek “Çiçek Yarası”nı Neriman Polat, Nurcan Gündoğan ve serginin küratörü Derya Yücel ile konuştuk.
Derya Yücel, Nurcan Gündoğan ve Neriman Polat “Kuyu”nun başında. (Fotoğraf: Anıl Olcan)

Çiçek Yarası nasıl bir sürecin ürünü?

Nurcan Gündoğan: Neriman’la sık sık yan yana gelip konuşuruz. Konuşmak da bir yere kadar, acaba beraber bir şey mi yapsak diye düşünmeye başlamıştık. Bir sergi yapmaya karar verdik.

Neriman Polat: Nurcan’la Hrant Dink’in 2007’de öldürülmesinden sonra bir araya gelen 19 Ocak Kolektifi’nin Hafriyat Karaköy’de gerçekleştirdiği Münferit sergisi sırasında tanıştık. Bu sergi için birçok kültür-sanat insanıyla birlikte çalışmıştık. Münferit, faili meçhul cinayetleri raporlardan taradığımız, binlerce ismin karanlık bir atmosferde tek tek yer aldığı ve birbirine ince iplerle bağlandığı bir çalışmaydı, tamamen kolektif bir üretimdi. Ayrıca Nurcan’la politik sergiler veya katıldığımız eylemlerden gelen bir yoldaşlığımız var. Yollarda yürümek, eylemlere, feminist örgütlere, yürüyüşlere katılmakla gelişen bir yoldaşlık, birçok alanda, yolda ve aynı mahallede kesişen bir arkadaşlık…

Çiçek Yarası’nın fikri zemini nasıl kuruldu? Sergiye de ilham veren konuşmalarınızın odak noktası neydi?

Neriman: Biz daha çok politika ve sanat ilişkisini konuşuyoruz. Süregiden durumların eleştirisini, son zamanlarda sanat alanındaki “içe kapanma”nın nasıl tıkanıklık yarattığını, bundan sıyrılmak için neler yapılabileceğini konuşurken Çiçek Yarası ortaya çıktı. Bu serginin zeminini feminist bakışımız oluşturuyor.

Nurcan: Sanat veya herhangi başka bir şey üretirken politikadan bağımsız, onu yok sayarak bir şey yapmayı düşünemem. Politika ve sanat konuşurken de belirli konulara daha çok eğiliyoruz: Kadın cinayetleri, kadınların uğradığı haksızlıklar, mahkemeler, çocuklar, göçmenler…

Mağdurun dili, özellikle de sanat yapıtında, birçok sorunsalı içinde barındırıyor. Yok saymadan mağdur hakkında konuşmalıyız diye düşünüyorum. Ama mağdurun dilinden değil, daha güçlendirici bir dille konuşmak veya sanat üretmek gerek.

Neriman: Arkadaşlarımız her gün hâkim karşısına çıkıyor, birçok Barış Akademisyeni arkadaşımız var. Binlerce üniversite öğrencisi, gazeteci hapiste. Osman Kavala bir buçuk yıldır Silivri Cezaevi’nde rehin tutuluyor. Bütün bunlar gündelik hayatımızın merkezine indi.

Fakat bu serginin bıraktığı his “içe kapanma”nın tam aksi yönünde…

Derya Yücel: Neriman ve Nurcan’ın da politik, ama daha çok feminizm odaklı bir angajmanları var. Kadınlık meselesini onlarda doğrudan görüyorsunuz. Sessizlik ve içe kapanma meselesi sergide son odada ortaya çıkıyor. Kuyu sessiz gibi görünüyor, ama içindekini dışarı çıkarmış bir kuyu bu. İçine atılanlar, korkular, çöpler… Bir sessizlik var ama, bir noktada dışarıya doğru atılıyor. Biz de madun ve mağdur kimliklerin baskıya uğradığı bir coğrafyadayız.

Neriman: Mağduriyet, ama mağdurun dilini kullanmadan… Mağdurun dili, özellikle de sanat yapıtında, birçok sorunsalı içinde barındırıyor. Yok saymadan mağdur hakkında konuşmalıyız diye düşünüyorum. Ama mağdurun dilinden değil, daha güçlendirici bir dille konuşmak veya sanat üretmek gerek. Dolayısıyla bu sergi benim için bir direnme noktası. Derya çok güzel ifade etmişti “itiraz alanı” diye. Belki bizim için ayrıca bir de “inat alanı”.

Nurcan Gündoğan, “Ey İşçi”, video enstalasyon, 2019. /Sergi fotoğrafları: Rıdvan Bayrakoğlu)

Mağdur dilinin edilgenliğe yol açan tarafları olduğunu mu düşünüyorsunuz? Mesela Kuyu işinde kuyunun dışarı attıkları ne? Mağdur dilinin anlattıkları mı?

Neriman: “İyimser olmayan umut” diyorum Kuyu’ya, Terry Eagleton’a referansla. Çünkü karanlık bir şey kuyu, ama dibinde bir miktar su var. Bu su aslında bizim umudumuzu yitirmediğimizi ve hayatın içinde direncimizin devam ettiğini söylüyor. Ama olan bitene karşı gerçekten iyimser olmayan bir umudu da içinde barındırıyor. Yine de unutmayalım ki umut etmek için emek vermek gerekiyor. Emek verdiğimiz her alan bize umut halinde geri dönebilir.

Nurcan: Annem sergiyi ziyarete geldi. Önce “kadınlık kuyusu” dedi. Kuyunun içine eğilip konuştu: “Su çıktıkça yürü, yağmurla bu su çoğalır, o zaman daha ileriye yürü” gibi laflar etti.

Derya: Kuyu, anlam olarak çok yüklü, sinemada, edebiyatta, mitolojide, sanatın her alanında kullanılan büyük bir metafor. Ben de sonra “yara” meselesi üzerine düşünmeye başladım. Yaralanabilirlik meselesi son dönemde tartışılıyor, ama ben daha çok Susan Sontag’ın Bir Metafor Olarak Hastalık kitabından esinlendim. Yara bir semptom gibidir. Bir hastalık varsa, beden yara üretir. Aslında yaranın kendisi hastalık değildir, yara sadece bir semptomdur, asıl mesele daha derindir. Yaraya toplumsal olarak da bakabiliriz: Öteki olarak kabul edilen gruplar yarayı gösteren bir semptom olarak çıkıyor toplumda. Neriman’ın Çiçek Yarası işindeki kumaşları tersten görüyoruz, kumaşların yüzünü görmüyoruz. Orada her bir çiçeği bir yara gibi de görüyoruz aynı zamanda. Erkekler tarafından öldürülen kadınların yaralarının da bir sembolü onlar.

Kimin ve neyin yasının tutulacağına bizim yerimize karar veriliyor. Yas tutamıyoruz. Yas tutabilirsek direnebiliriz diye düşünüyorum. Yas tutabilme hakkının elimizden alınmaması gerekiyor. Acılar hızla geçiştiriliyor, özellikle de kadın cinayetlerinde…

Neriman: Benim yas tutmayla ilgili daha önceden başladığım bir serüvenim var, Çiçek Yarası’nda da o izlek devam ediyor. Yas tutma meselesi çok önemli. Kimin ve neyin yasının tutulacağına bizim yerimize karar veriliyor. Yas tutamıyoruz. Yas tutabilirsek direnebiliriz diye düşünüyorum. Yas tutabilme hakkının elimizden alınmaması gerekiyor. Acılar hızla geçiştiriliyor, özellikle de kadın cinayetlerinde… Daha önce Elbise ve üzerinde “yasını tutacağım” yazan Etek isimli çalışmalar yapmıştım. Bu çalışmalarım da yine pazen kumaş üzerine idi. Pazen kumaş içinde barındığı potansiyellerle farklı biçimlerde var oldu bu çalışmalarda. Üzerine bir şeylerin resmedildiği değil de, bu kumaşın kendi kanı, canı varmış gibi davranmak: Yapmak istediğim biraz böyle bir şey.

Derya: Sadece nefret cinayetleri değil, savaşlarda, göçlerde, mülteciler arasında da, işçi sınıfı arasında da her zaman için en fazla zararı görenlerin kadınlar olduğunu biliyoruz. 

Neriman Polat, “Barikat”, yerleştirme, 2015-19.

Kolektif bir yas tutmak yüzleşmeyi de beraberinde getiriyor, ama iktidarların ve muktedir zihniyetin buna yanaşması pek kolay olmuyor.

Neriman: Evet, yüzleşmek, ben de onu düşünüyordum. Cenazelerin bile kaldırılamadığı bir dönemden geçtik. Günlerce bekletilen cenazeler oldu. Beni bu işi yapmaya iten olaylardan biri de Taybet İnan’ın, Taybet Ana’nın cesedinin bir hafta sokak ortasında kalması ve çocuklarının ona uzaktan bakıp kurtlar, köpekler yemesin diye nöbet tuttuğu zamanlar. Onları da hiçbir şekilde unutamıyorum.

Serginin girişindeki Direniş Güzelleştirir işi 297 gün süren Flormar direnişine selam mahiyetinde. Flormar direnişi size neler düşündürdü, sergiye taşımanızın sizin için anlamı neydi?

Nurcan: Uzun zamandır kadın işçilerle, özellikle fabrikalarda çalışan kadınlarla ilgili bir şey yapmak istiyordum. Flormar ilham kaynağı oldu aslında. Direnişe başladıklarında birkaç kişiydiler. İşçiler daha iyi koşullarda çalışmak için Petrol-İş sendikasına üye oluyor ve sendika işyerinde çoğunluğu sağlayarak yetki belgesini alınca sendikalı işçiler işten atılıyor. Onlara destek verenler de atılıyor. Fabrikanın yüzde doksanından fazlası kadın. Sergideki görüntü, branda ve telörgüler yani, fabrikanın nizamiye kapısı bir nevi. Fabrika patronu içeridekiler ve dışarıdakiler birbirlerini görmesin diye önce branda gerdiriyor. Sonra dışardakiler plastik tabureleri kapının dışına dizip üstlerine çıkıyor ve brandaya rağmen içerdekilerle konuşuyorlar. Bu sefer de telörgüler çekiliyor. Bu işçilerin tek isteği sendikal haklarını kazanmak ve işlerine devam etmek. Orada iş bırakma eylemi yapmıyorlar, bulundukları koşulların değişmesini istiyorlar, ama öyle bir şey olmuyor. Ben işi yaptım, yerleştirdim, o günün akşamı direniş sona erdi. Ama istedikleri gibi bitmedi, işe geri alım olmadı… Son yıllarda politik olarak en iyi direnenler kadınlar oldu. İşçi, akademisyen ya da ev içindeki kadın… Başımıza iyi bir şey gelecekse, kadın hareketinden çıkacak kanısındayım. Bu işi de bu fikri hatırlatmak ve insanlara söylemek için yaptım. Bu işi hazırlarken on kadınla konuştuysam istisnasız onu da Flormar direnişinden habersizdi, direniş 297 gün sürmüş olsa da çoğu kimsenin haberi yoktu.

Flormar mücadelesi “direniş güzelleştirir” gibi ilham verici bir söz bıraktı arkasında…

N.Gündoğan-N.Polat, “Kuyu”, yerleştirme, 2019.

Nurcan: Yerleştirmedeki videoda bir kadın makyaj yapıyor. Videonun arkasında Flormar işçilerinin çeşitli sesleri ve bir de 1 Mayıs şiiri var. Video için bir şiir kullanmak istiyordum. Osmanlı’dan başlayıp günümüze kadar gelen birtakım şairlere bakarken Yaşar Nezihe Hanım’a rastladım. 1882’de doğmuş, 1 Mayıs 1923’te videoda kullandığım 1 Mayıs  şiirini yazmış. Flormar için bunun çok uygun olduğunu düşündüm. 1 Mayıs ile fabrikadaki direnişi birbirine bağlamak istedim. Yaşar Nezihe kendi döneminde feminist ve solcu. Yazdıkları yüzünden hakkında soruşturmalar açılıyor, komünizm suçlamasıyla gözaltına alınıp tutuklanıyor. Soyadı kanunu çıkınca da Bükülmez soyadını alıyor. Basılmış iki eseri var, Bir Demet Menekşe ile Feryadlarım. 1923’te 1 Mayıs şiirini yazmış olan Nezihe Hanım belli ki o dönemde benimle aşağı yukarı aynı şeyleri düşünüyormuş. Flormar’daki kadınlar da kendi hayatlarını ve kendi özgürlüklerini yaşamak adına direniyorlardı. Yaşar Nezihe ve Flormar’daki kadınlar yan yana gelebilseydi, aşağı yukarı aynı şeyleri konuşacaklardı.

Neriman: Hak temelli mücadelelerin önemi çok büyük. Çocuklar da iklim değişikliğine karşı eylemler yapıyor ve yaşam hakkını talep ediyorlar. Dünyayı olduğu haliyle kabul etmeyip itiraz edebilmek çok kıymetli. Sansüre uğrayan sanatçının hakkı da benzer bir hak talebi. Ve tabii barış isteme hakkı…

Nurcan: Ya da Tabipler Odası’nın “savaş bir halk sağlığı sorunudur” deme hakkı var. Gerçekten yaşam hakkı için mücadele ediliyor. Kadınlar yaşamak istiyor yahu… Yaşamak için doğmuşsun. Ama bu haklar öyle bir cendere altında ki şu anda…

Yaşar Nezihe’nin 1 Mayıs şiiri hâlâ çok canlı, günümüzün emek koşulları hakkında da gayet açıklayıcı…

Nurcan: Dil farkı dışında, bu şiiri 2019 yılında yazılmış bir şiir olarak da okuyabiliriz. Aradan bu kadar yıl geçmiş, ama sorun aynı sorun, işçi aynı işçi, haksızlık aynı haksızlık. Hâlâ sendikaya üye olduğu için işçiyi işten atabiliyorsun. Yaşar Nezihe’ye bu şiiri yazdıran şey, Flormar direnişini yapan kadın işçilerle aynı sebepleri içinde barındırıyor. Sadece sebeplerin aynı olması da değil mesele. Sanatın ve edebiyatın gücü de var: Yüz yıl sonra da insanları etkileyebiliyor. Şiirin tamamı benim için çok etkileyici.

Flormar direnişinin düşündürdüklerinden biri de üreten ve tüketen kadın arasındaki ilişkisizlik oldu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Neriman: Bir sürü markanın işçileri nasıl sömürdüğü sık sık gündeme geliyor aslında. Penti şunu yaptı, Madame Coco bunu yaptı… Tüketici olmaktan çıkıp çalışanların hak ihlalleriyle empati kurduğumuz zaman topyekûn ne hale geldiğimizi daha iyi anlayabiliriz.

1923’te 1 Mayıs şiirini yazmış olan Yaşar Nezihe Hanım belli ki o dönemde benimle aşağı yukarı aynı şeyleri düşünüyormuş. Flormar’daki kadınlar da kendi hayatlarını ve kendi özgürlüklerini yaşamak adına direniyorlardı. Yaşar Nezihe ve Flormar’daki kadınlar yan yana gelebilseydi, aşağı yukarı aynı şeyleri konuşacaklardı.

Nurcan: Flormar ürünleri çok pahalı olmasa dahi, sonuç olarak para kazanmayı amaçlayan büyük bir şirket bu. Tüm dünyada kadınlara pompalanan “zayıf ol”, “makyajını yap”, “güzel giyin” söylemleri üzerinden kendini var ediyor. Kadınların kendilerini güzel hissetmek, güzel görünmek, makyaj yapmak gibi şeylere hakları var tabii ki. İster bu ürünün üretildiği yerde işçi ol, ister herhangi bir kadın ol, ne farkeder? Ama önemli olan, bu gibi fabrikaların, büyük şirketlerin özellikle daha çok kadınlara yönelttikleri güçlükler, zorluklar ve mobbingler. Bunu Flormar direnişinde gayet iyi gördük. Bu ürünleri her şeye rağmen kullanan kadınları da suçlayamayız. Ama şunu diyebiliriz: Ürünleri kullanırken aklınızın bir köşesinde böyle bir direnişin olduğunu, bu ürünlerin size ulaşmasını sağlayan işçi kadınların elinden haklarının alındığını unutmayın… Bu arada ben hayatımda hiç makyaj yapmadım, fiyatları da pek bilmem. Ama 10 yaşındaki kızım sergideki videoyu izledikten sonra “videoda makyaj yapan kadının oje de sürmesi gerekiyordu” dedi. Flormar’ın ojesi ünlüymüş, biliyor onu. (gülüyor) Şaka bir yana, kozmetik ürünü değil, hak mücadelesi bizi tüm kadınlarla birleştirir.

Sanat ve işçi sınıfı arasındaki bağ her zaman tartışmalı bir konu. Sınıfsal bir nedensellik ilişkisi kurmak güç, ama bazı işçi eylemlerinin sanattan ödünç alınan yönleri oluyor, bazı sergilerde de işçi hareketlerinden esinlenen işler olduğunu görebiliyoruz…

Neriman: Gezi’de de gördük bunu…

Derya: Mesele işbirliği ve kolektivite aslında. Ortaklıklar üzerinden birlikte hareket etme kabiliyetini geliştirmek önemli.

Nurcan: Artık bu zamanda “kahrolsun emperyalizm” pankartıyla eylem yapamayız. O kadar çok şey değişti ki. Kapitalizme delik açacaksak artık bu sloganlarla olmayacak.

Neriman: Bu sloganlarla sanat da yapamayız. Sanatçının durduğu yer, duruş biçimi, aldığı konum çok önemli. Sanat aslında hâlâ çok elitist bir noktada. Birçok konuyla bağ kuramıyor. Özellikle son yıllarda pompalanan piyasa koşullarıyla sanatın elitist hissiyatı daha da çoğaldı. Sanatın politik kısmı es geçildikçe o bağlantı azalıyor. Tekrar o bağların kurulacağını düşünüyorum. Düşüncenin güçleneceğini hayal ediyorum.

“Kuyu”dan detay.

Barikat işini sana yaptıran temel saik neydi?

Neriman: Benim çalışmalarım tekil bir şekilde var olsalar da birbirlerine bağlılar, Çiçek Yarası ve Barikat gibi. Pazen elbise bu sefer de kurgu fotoğrafın içinde yer alıyor. Her şeyden önce ev bir savaş alanı; başımıza gelen birçok kötülük en güvendiğimiz yerden gelebiliyor. Kurtarılmış bir kadın kimliği olmadığını düşünüyorum; her kadının kendi yaşam mücadelesi var. Yaşadığı alanda kendini var edebilmek, nefes alabilmek için bitmeyen bir savaş var. Biraz ironik bir dille, kırılgan bir barikat bu. Bir yanıyla mantıksız, bir yanıyla tekinsiz.

Bu tarif ettiğin durum 8 Mart Gece Yürüyüşü’nde de hissediliyordu…

Neriman: İroni ve neşe 8 Mart’ta hep oluyor. Gaz yedikten sonra bira içmek de bu direnişe dahil. Biz bu sergileri biraz da feministlerin senelerdir verdiği mücadeleler sayesinde yapabiliyoruz. Ayrıca feminist sanatın verdiği mücadele ve sanatçılar sayesinde. Son yıllarda feminist sanatçıların birlikte olma hali yoğunlaştı. Birlikte farklı biçimlerde çalışabilme hali giderek çoğalan bir bilgi üretiyor, bunu çok önemsiyorum.

Derya: Feminizmle birlikte sosyal ve kültürel bir mücadele var. Tamamlanmamış olsa da kazanılmış bir mücadele bu. Şimdi o mücadeleyi kazanmaya çalışan başka gruplar da var. Cinsiyet üzerinden bakarsak, queer meselesi ve LGBTİ mücadelesi mesela. Erkeklerin mücadele vererek kazandıkları bir hak yok, zaten o hakka sahip olarak dünyaya geliyorlar. Dolayısıyla, diğer madunlarla dayanışma kurmak önemli ve o alanların da kadınların mücadelelerinden öğreneceği şeyler var.

Bir yandan bazı sloganlar, bazı kavramlar geçersizleşirken, bir yandan da başka bazı eski kavramları, tavırları, edimleri hatırlamamız gerekiyor. Onlardan birisi “müdahale etmek” olabilir mi mesela?

Neriman: Müdahale güzel bir kavram bence, politik alana geri götürüyor. Şefkatsiz sergisinde de bunu yoğun olarak düşünmüştüm. Şefkat ya da şefkatsiz, iktidar tarafından çok kullanılan kavramlar. Tam da oraları eşeleyip bu terimleri iktidar dilinin dışı nasıl kullanabiliriz? Kavramları çaldırmamak çok önemli.      

Sessiz Ağıt çocuklara adanmış bir iş. Senin için bu işin çıkış noktası neydi?

Nurcan: Daha çok, hayatlarını kaybetmiş, ama esas olarak öldürülmüş çocukları anmak için yaptım bu işi. Bir hastalıktan ölmüş olabilir, halen devam eden savaşlarda ölmüş olabilir. Oyuncak bebek ayakkabıları kullanıyorum bu işte. Yerleştirmenin yanında duran Friedrich Rückert’in şiirini kendi el yazımla yazdım. Şiirin fonunda kızımın üç yaşında yaptığı resimler var. Friedrich Rückert’in kaç çocuğu olduğunu bilmiyorum, ama kendi ölmüş çocukları için yazdığı beş şiir yazmış. Bu şiirlerin kendisi hayattayken yayınlanmasını da, bestelenmesini de istemiyor. Rückert öldükten sonra Gustav Mahler bu beş şiiri 1904 yılında  besteliyor. Benim sergide kullandığım beşinci şiir. Duvardaki yerleştirme de, Mahler’in bu şiir için yaptığı bestenin bir notasyonu. Bu çok uzun bir beste, ben bir kısmını alıp oyuncak bebek ayakkabılarıyla o notaları yeniden portesiz koydum. Yerleştirmenin yanında Rückert’in beşinci şiirini kullandım.

Kuyu’nun imlediği “iyimser olmayan umut”la bitirelim: 31 Mart 2019 yerel seçimlerinden çıkan sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nurcan: Kuyu’yu tek bir siyasi gelişmeye bağlamak istemem. Ama umut etmekten vazgeçemeyiz, bunu söyleyebilirim. Umut dediğimiz şeyi de sorgulamalıyız. Umut bir panzehir de olabilir, müsekkin de. İnat ve savaş anlamına da gelebilir, hayalcilikle de sınırlı kalabilir. Umudumuzu yeşertmeliyiz, bu doğru. Ama onun evcilleşip pembeleşmesine izin vermemeliyiz.

Neriman: Ben seçimlerden sonra daha rahat nefes almaya başladım, biraz daha neşeli ve umutluyum. İhtiyatlı olmam gerektiği bilgisine sahip olsam da, bu duygulanımlardan korkma niyetinde değilim.

^