KARA TREN: DR. JOHN (1941-2019)

Derleyen: Yücel Göktürk
9 Haziran 2019
SATIRBAŞLARI
Dr. John da gitti. 6 Haziran’da, 77 yaşında. Modern dünya müziğinin merkez üssü New Orleans’ın büyük şeflerinden biriydi. Daha ilk albümünde Amerika’ya ilk ayak basan kölelerin ruhunu ve sesini rock’n’roll’un kalbine yerleştirmişti. Doğduğu kentin bütün iyi müzikleri bağrına basışı gibi, o da onyıllarca türler ve üslûplar arasında gezindi. Önce hayatının köşetaşlarını takip ediyor, ardından bir Roll derlemesiyle uğurluyoruz. Rengârenk tüyler arasında uyusun.

Blues, caz, R&B, rock’n’roll, funk ile damarındaki boogie-woogie’yi hemhal ederek rock tarihinde müstesna bir yer edinen şarkıcı, şarkı yazarı, piyanist ve gitarist Dr. John, –nâm-ı diğer The Night Tripper; Gece Seyyahı– 20 Kasım 1941’de New Orleans’ta dünyaya geldi. Malcolm John Rebennack asıl adıydı, yakınları kısaca “Mac” derdi. Fransız kökenli bir ailenin evladıydı. Babasının plak ve elektronik eşya satılan bir dükkânı vardı, radyo-TV tamiri de yapıyordu. Annesi modeldi, kıyafetlerini ve şapkalarını kendi dikiyordu. Mac babasının plak koleksiyonu sayesinde Big Bill Broonzy, Memphis Minnie, Robert Johnson gibi blues ustalarının, King Oliver, Louis Armstrong, Miles Davis gibi caz önderlerinin müziğiyle tanışma fırsatı buldu. Başlıca esin kaynaklarından Armstrong’a vefa borcunu yıllar sonra anısına çıkardığı Ske-Dat-De-Dat: The Spirit of Satch (2014) albümüyle ödeyecekti. Tuhaf biçimde bu onun son stüdyo albümü oldu.

Başlıca esin kaynaklarından Armstrong’a vefa borcunu yıllar sonra anısına çıkardığı “Ske-Dat-De-Dat: The Spirit of Satch” albümüyle ödedi. Tuhaf biçimde bu onun son stüdyo albümü oldu…

Babasından torpilli olduğu için Little Richard, Fats Domino, Guitar Slim gibi ustalarının kayıtları sırasında küçük Mac’in stüdyoda gezinmesine izin veriliyordu. Böylece New Orleans’ın öncü rock’n’roll kuşağının canlı tanığı olarak eşsiz bir bilgi ve görgü pratiğinin içine girdi. 14 yaşında müziğinin bir başka önemli esin kaynağı Professor Longhair’le tanıştı ve profesyonel müzik hayatına onun grubunda gitar çalarak başladı. 15 yaşında Art Neville, Allen Toussaint ve Joe Tex’in kayıtlarına katıldı. Gitar ve piyano üstündeki mahareti sayesinde 16 yaşında stüdyo müzisyeni oldu. Ellilerin son yıllarından itibaren kendi grubu Mac Rebennack & the Skyliners’ın yanısıra öteki New Orleans gruplarıyla sahne almaya başladı. Bo Diddley esintili ilk 45’liği “Storm Warning” (1959) yerel hit oldu. Gene tuhaf biçimde, “fırtına uyarısı” veren bir enstrümantaldi bu.

1960’ta, söyleşide detayını anlattığı bir bar kavgasında tabancadan çıkan mermi sol elinin yüzük parmağını feci biçimde yaraladı. Zaman içinde parmağını geri kazansa da oluşan hasar uzun süre gitar çalmasına engel oldu. İster istemez piyano ve klavyeli çalgılara odaklandı. Lâkin bela onu gene buldu, Texas’ta uyuşturucu alışverişi yüzünden iki yıl hapse mahkûm edildi. 1965’te çıkar çıkmaz soluğu Los Angeles’ta aldı, devrin aranan stüdyo müzisyenlerinden biri haline gelip ünlü prodüktör Phil Spector ile birlikte sayısız kayıt yaptı. Bu dönemde çaldığı sanatçılar arasında Aretha Franklin, Roberta Flack, Righteous Brothers, Bob Dylan ve fazla kafa yaptığı için onu gruptan atan Frank Zappa da bulunuyordu.

Dr. John adıyla çıkardığı ilk albüm, New Orleans R&B ile psychedelic rock’un çığır açan buluşmasını gerçekleştirdiği Gris Gris (1968) işin içine büyüler âlemini katarak etrafında bir kült oluşturdu. “Dr.” lakabının ardındaki gizemli hikâye bu kültün kapılarını biraz olsun aralıyor. Roll’dan aktarıyoruz: “[Doktor] Senegalli bir prens. Köle tacirlerinin eline düşüyor, Küba’da şeker plantasyonlarında çalıştırılmak üzere Yeni Dünya’ya götürülüyor. Gel zaman git zaman azad ediliyor; Senegal’e dönmüyor, soluğu karşı kıyıda, New Orleans’ta alıyor. Orada ‘büyücü doktor’lukla iştigal ediyor, ayrıca bir eğlence mekânı işletiyor. Mekânı ‘fuhuş yuvası’, kendisi ‘deccal’ ilan ediliyor, devletin gazabına uğruyor. Bir de sevgilisi var, Pauline Rebennack; Mac’in büyük halası…”

Dr. John yetmişlerde patlama yaptı. Eric Clapton ve Mick Jagger’ın konuk sanatçı olarak katıldığı The Sun, Moon & Herbs (1971) ve kariyerinin en çok satan albümü olan In the Right Place (1973) rock diskoteğinin klasik plakları arasına girdi. Ancak New Orleans’ın müzikal mirasına saygı duruşunda bulunduğu Dr. John’s Gumbo (1972) albümleri arasında apayrı bir yere sahipti; Rolling Stone dergisi tarafından bütün zamanların en iyi 500 albümü arasında gösterildi. Albümün açılışında New Orleans’ın geleneksel Mardi Gras karnavalının gedikli şarkısı “Iko Iko” yer alıyordu ve Dr. John’un yorumuyla dünyaca bilinen bir hit haline geldi. Rolling Stones’un Exile on Main St. (1972) albümüne katılması ise şöhretin son çivisini çaktı.

Dr. John seksenleri madde bağımlılığının gel-gitleriyle geçirdi. 1989’da hayatını sekteye uğratan eroinden tamamen kurtulup adını ünlü caz klasiğinden alan In A Sentimental Mood albümünü çıkardı. Albümde Rickie Lee Jones’la yaptığı düet, “Makin’ Whoopee” ona ilk Grammy ödülünü getirdi: en iyi caz vokal performansı. Yuvaya dönmenin heyecanıyla hazırladığı Goin’ Back to New Orleans (1992) ise ikinci Grammy ile ödüllendirildi: en iyi geleneksel blues albümü. Dostu Stevie Ray Vaughan anısına yaptığı “SRV Shuffle” (1996) ve bir diğer dostu B.B. King ile düet yaptığı “Is You Is Or Is You Ain’t My Baby” (2000) şarkıları ise üçüncü ve dördüncü Grammy’leriydi…

2005’te New Orleans’ı tarihin gördüğü en büyük Katrina kasırgası vurdu, azgın su kenti adeta bir “batık şehir” haline getirdi. Doğal afetle gelen yıkımı, insan yapımı bir toplumsal trajedi izledi. Zaten yoksul olan siyah yerleşimler mahşeri bir sefaletin içine gömüldü. Bu noktadan sonra politik bilinci hiçbir dönemde olmadığı kadar öne çıkan bir Dr. John vardı karşımızda.

2005’te New Orleans’ı tarihin gördüğü en büyük Katrina kasırgası vurdu. Sahil şeridini boylu boyunca kateden devasa setleri aşan azgın su kenti adeta bir “batık şehir” haline getirdi. Doğal afetle gelen yıkımı, insan yapımı bir toplumsal trajedi izledi. New Orleans’ın zaten yoksul olan siyah yerleşimleri mahşeri bir sefaletin içine gömülmüştü. Bu noktadan sonra politik bilinci hiçbir dönemde olmadığı kadar öne çıkan bir Dr. John vardı karşımızda. Sorumluluk sahibi bir halk önderi olarak hayatını toplumsal yaraları sarmaya vakfetti.

Katrina kasırgasının bıraktığı toplumsal yıkımı cesurca anlatan ve adını Afro-Amerikan müziğe sayısız sanatçı ve eser veren mahalleden alan Treme dizisinde gönüllü olarak rol aldı. Kanayan New Orleans’ın sesini duyurmak için önce Sippiana Hericane adlı bir EP, hemen ardından –11 Eylül’e atfen The Lower 911 adını verdiği orkestrasına– Eric Clapton, Willie Nelson, Ani DiFranco, Terence Blanchard gibi sanatçıların koşarak katıldığı City That Care Forgot (2008) albümünü çıkardı. Seri, “anarko-sosyalist” görüşlerini alenen haykırdığı anıtsal albüm Locked Down (2012) ile zirve noktasına tırmandı.

Bu iki iş de ait olduğu yılların en iyi blues albümü olarak Grammy ile ödüllendirildi ve Rock & Roll Müzesi’ndeki manevi mevcudiyeti henüz sağ iken pekiştirildi. Dr. John geride kırktan fazla albüm bıraktı, ama katkıda bulunduğu albümlerin sayısı bundan katbekat fazlaydı. Yukarıda zikrettiklerimiz dışında, başta mahalle arkadaşları Meters, Neville Brothers ve Chocolate Milk olmak üzere, Sun Ra, Jimi Hendrix, Ringo Starr, Paul McCartney, Blues Brothers Band, Grateful Dead, Canned Heat, Gregg Allman, Van Morrison, Lou Reed gibi farklı tarzları olan pek çok sanatçıya eşlik etti. Bıraktığı izleri tam mânâsıyla ortaya çıkarmak daha uzun yıllar alacak…

Dr. John’un Katrina felaketi sırasında yazdığı ve City That Care Forgot albümünde yayınlanan “My People Need A Second Line” şarkısı bugün artık apayrı bir anlam taşıyor. Second line, New Orleans’ın geleneksel caz cenazelerinde bandonun arkasına dans ederek yürüyen konvoyun jargondaki adı. Dr. John şarkısında New Orleans’ın kendi cenazelerini dahi kaldıramaz hale geldiğini vurgulamıştı… Kölelik döneminden beri siyah müziğin kalbi olan Treme mahallesinin Kongo Meydanı’nda, Dr. John için görkemli bir second line kuruldu. O koca yürek, hüzün ve kederin coşku, neşe ve cazla karıştığı devasa bir törenle sonsuzluğa yolcu edildi. Vedaya biz de kendimizce bir katkıda bulunalım, Dr. John’u 1998 yılında, Roll’un 23. sayısında yayınladığımız karma söyleşiyle uğurlayalım. Devri daim olsun… –Erdir Zat

Eğer lûgatta cool kelimesi olsaydı, karşısına sizin resminizi basmaları gerekirdi…

Dr. John: Lûgatta mı? Lûgat bana uymaz, benim olayım tulûat.

Doğru.

Her şeyi taklit ederim, her şeyi intihal ederim. Benim klasım yoktur.

Klassızlık da bir klas sayılmaz mı?

Ben lûgat paralamam, lûgatı parçalarım. İngiliz dilini imha edecek şarkılar yazmayı severim.

Müziğe nasıl başladınız?

Çocukken pederin dükkânında dinlediğim şeylerle. Bizim moruğun Peperpot adında bir radyo tamir dükkânı vardı, sonra TV tamirciliğine de başladı. Kulüplerin ses düzenlerine de bakardı. Ayrıca plak da satardı. İşte o dükkânda dinlediğim plaklardan biri bütün düşünce mekanizmamı değiştirdi.

Hangi plaktı o?

Joe Turner’ın plağında Piney Brown ve Pete Johnson’ın piyano çalışları. Çocukken en büyük fantezim Liberace (Amerika’nın Zeki Müren’i) kılığında o şarkıyı çalmaktı. Sonra teyzem Andre’den piyano dersleri aldım, boogie-woogie piyanosu. ‘40’lardan ‘50’lere kadar öyle piyanoya takıldım. Sonunda iki parmakla çalabilir hale geldim. Sonra gitara geçtim ve asıl işte o zaman vites değiştirdim, tamamen başka bir âleme geçtim. ‘50’lerin başında Al Gomer, Ron Montrell ve “Papoose” Nelson’dan gitar dersleri aldım. Derken birdenbire kendimi kulüplerde çalarken buldum. Müzisyenler sendikasına girdim, şarkı yazmaya başladım.

Kaç yaşındaydınız?

Daha lisedeydim. Ama okulla pek alâkam yoktu. Derslerde şarkı yazıyordum. Leonard James diye bir arkadaşım vardı, büyük “kedi”lerle takılıyordu, onlarla beraber kulüplerde çalıyordu. Ben de ekibe dahil oldum, peder itiraz etmedi: “Büyükler göz kulak olacaklarsa mesele yok.”

Alkol ve uyuşturucuların olduğu bir ortama o kadar erken yaşta girmenin nasıl bir etkisi oldu üzerinizde?

Alkolden hiç hazzetmem. Daha tıfılken de bu böyleydi. Evde yemeklerde şarap içilirdi, ben alır saksılara dökerdim. Annemin çok çiçeğini şarapla öldürdüm. Amcam Sam şeker koyardı şaraba, içebileyim diye. O halini de sevmezdim. Biradan da hiç hazzetmem. Zaten “madde”lere alışmamın sebebi alkoldür. “Yaş” şeyler bana ters, ama “kuru”lar uyar, çünkü kurular tüttürülebilir, yenebilir ve başka şeyler yapılabilir.

Anneniz, babanız bu işlere ne diyordu?

Peder şiddetle karşıydı. Validenin ise ruhu bile duymuyordu, çok dinibütün kadındı.

Kara Panterler’le birlikte okul çocuklarına ücretsiz kahvaltı verilmesi için bir kampanya açtık ve bir de baktık ki, FBl’ı, CIA’i vesairesi tepemize binivermiş. Ödümüz koptu haliyle.

Daha o yaşta, bir yandan Lloyd Price ve Little Choker gibi isimlerin plaklarında çalıyordunuz, bir yandan da kulüplerde müzik yapıyordunuz…

Her şey çok hızlı oldu. Okulu tamamen bırakıp yollara düştüm. Turne bittiğinde arpamız da bitiyor, hadi bakalım, “New Orleans’a dönüş parası nasıl bulunur?” olayı başlıyordu. Bir seferinde de tabancayla vuruldum.

Nasıl oldu o?

Bizim grubun solisti Ronnie Baron’la birlikteydim. Ronnie henüz reşit değildi, bense olsa olsa yirmilerimdeydim. Ronnie, adamın birinin karısını ödünç almıştı, herifin haberi olmadan tabii. Kadının kocası, bizim Ronnie’nin tepesine biniverdi, elinde de bir tabanca. Ben araya girdim, itiş kakış derken silah ateş aldı, benim parmak niyazi oldu. Hem de gitar çalarken kullandığım parmaklardan biri.

Peki ne yaptınız, vazgeç bu sevdadan mı dediniz?

Yok canım, bir sürü borcum vardı, mecburen devam ettim. Bir rhythm & blues grubunda davul çalmaya başladım. Daha sonra da bir dixieland grubunda bas çaldım; bu arada Wyoming Üniversitesi’nde müzik dersleri almaya başladım.

Niye öyle bir şey yaptınız?

Yeni evlenmiştim, bir gün James Booker geldi, “org çalan biri lâzım” dedi, “büyük bir iş var”. Ben org çalmayı bilmiyordum, “o zaman” dedi, “seni okula göndereceğiz”. Böylece üniversitede ders almaya başladım. Fakat James, bu büyük işin patronunun kim olduğunu söylemiyordu. Derken bir gün, Jimmy koca bir kesekâğıdı dolusu parayla geldi. O zaman patronun kim olduğuna uyandım. Ve bizim iş şöyle bir şey oldu: Günde 12 saat, yılda 12 ay mesai. İzin mizin de yok. Sendika temsilcisi geldiğinde, bir güzel ıslatılıp kapının önüne konuyordu. İşe geciktiğim günlerde, polis gelip yaka paça kulübe götürüyordu beni. Öyle “hadi bana eyvallah” demek mevzubahis değildi, böyle bir laf “canıma susadım” demekti. Nasıl yırtarım diye kara kara düşünüyordum ama, ufukta öyle bir ihtimal görünmüyordu. “Teşkilat” diyordu ki, “polisle başınız derde girerse, bir ‘alo’ deyin kâfi, ama eğer uyuşturuculardan tufa yerseniz, hiç tanışmayız”. Yani, oradan kurtulmanın tek yolu, tufa yemekti. Ben de öyle yaptım. Bizim takıldığımız âlem böyle bir âlemdi.

Biz böyle Kızılderili tüyleri, balık ağları, muz kabukları, karidesler filan kuşanıp sahneye çıkınca, millet psychedelic bir numara yaptığımızı sanıyordu, “vay be, herifler uçmuş” diyorlardı. Halbuki, biz bir tür “minstrel show” yapıyorduk, inceden bir New Orleans tablosu çiziyorduk.

New Orleans’dan uzamak için kâfi sebep vardı yani…

Bu anlattığım hikâyenin kahramanlarının birçoğu hayatta değil artık. Ama aralarından bir tanesi 300 yıl hapis yedi, hâlâ içerde. Müthiş bir saksofoncudur kendisi.

Geriye dönüp baktığınızda, “iyi yırtmışım” diye düşünüyor musunuz?

Eh, iyi sıyırdık sayılır. Ama ben o tarzda düşünen biri değilim.

Peki, uyuşturuculardan nasıl kurtuldunuz?

Kızım sayesinde. Benim canki olduğumdan haberi yoktu ama, her gece yatarken, “baba, ölmenden korkuyorum” derdi. Pek iyi görünmüyordum demek ki. Herhalde aklımın başımda olmadığı belli oluyordu. Maddeler esir almıştı beni. Senkronizasyonum kaybolmuştu. Fakat, neticede ben bir “iyi aile çocuğu”ydum ve bir yanlışın içinde olduğumu biliyordum.

Geçmişe baktığınızda, o günlerde başka türlü bir insan olduğunuzu düşünüyor musunuz? O zamanlar iyi bir insan olduğunuz kanısında mısınız?

Temelde iyi bir insan olduğumu düşünüyorum.

Bu iyiliğinizi yitirdiğinizi düşündüğünüz oldu mu?

Yitirdiğimi değil de, toprak altında kaldığını, bir yerlere gömüldüğünü düşünüyordum. Sanki Tanrı benim etrafıma bir duvar örmüştü ve çocuklarımdan yalıtılmıştım. Her şeyden yalıtılmıştım. Müzikten bile… Ama bunu göremiyordum, berbat bir durumdu anlayacağınız.

“Hello God” şarkısının sözleri çok güzel, bu bir Dr. John “gospel”i mi?

Ne bileyim, öyle matrak olsun diye yaptım o şarkıyı. O sıralar çok fazla Ezop masalı okuyordum galiba. Ben dindar bir adam değilim, insanın başı sıkışınca ettiği “Allahım n’olursun” türünden dualar haricinde ibadetim yoktur. Ama Tanrıyla konuşmuşluğum vardır. Tıpkı o şarkıda olduğu gibi onunla konuşurum. Neredesin, ne ayaksın diye sorarım kendisine. O şarkıyı da böyle şeyler düşünürken yazmıştım.

Dr. John kişiliğini yaratmanız nasıl oldu?

O, eğlence dünyasının adetlerinden biri. Aynı zamanda, çocukluğumdan beri, daha doğrusu kızkardeşimin New Orleans’da bir antikacı dükkânında çalışmaya başlamasından beri ilgi duyduğum bir şey. Gris Gris olayıyla ilgili ünlü isimler hakkında birtakım kitaplar okumuştum. Çok eski hikâyeler. O kitaplardan birinde bu Dr. John’a rastladım. Çok eskiden New Orleans’ın en mühim şahsiyetlerinden biriymiş. Aynı kitapta, Dr. John’la birlikte büyük büyük teyzem Pauline’in adı geçiyordu. Çok acayip bir hikâyeydi. Sonradan, California günlerimde –çok dağıttığım sıralarda– kafayı yememek için bu New Orleans hikâyelerine tutundum. Psychedelic âlemlerin aklımı başımdan almasına ramak kalmıştı.

Bizim oralarda müzik ayrımı yapılmaz. Büyüklerimiz bütün müziklere saygı duymayı öğretti bize. İyi müzik, kötü müzik diye bir şey yoktur. Mesele nasıl çaldığındır. Müziğin ruhuna uygun çalıyor musun, odur bütün mesele.

Bu Gris mevzuu ne?

Gris… Basında, şurda burda Gris’den bahsedilirken voodoo mudu gibi ürkütücü kelimeler kullanılıyor. New Orleans’lılara sorun, Gris’nin eski bir kilise olduğunu söyleyeceklerdir. Aslında olay, ta eskiden kalma bir cemaat olayı. İnsanların birbirlerine destek olduğu, koltuk çıktığı bir hayat anlayışı. Geçmişi nereye dayanıyorsa dayanıyor, mühim olan işe yaraması. Gris’de renk olayı yoktur; yani, bugünkü lafla, siyah-beyaz meselesi yoktur. Hiçbir şey siyah veya beyaz değildir. Beyazlar beyaz değildir, zenciler siyah değildir. Beyazlar belki de pembedir, zenciler de kahverengi, ya da ne bileyim, başka bir şeydir. Ama siyah ve beyaz diye bir şey yoktur. Her şey grinin tonlarıdır. İşte Gris bu resimdir. Hiçbir şey o uca ya da öteki uca ait değildir. Gerçek hayat o iki ucun arasındadır. Gris mevzuu böyle bir şey işte. (Cris-Cris, ansiklopedik kaynaklara göre, Latin Amerika katolikliğiyle Brezilya, Küba ve Haiti’deki vodoo geleneklerinin kırması bir inanç sistemi )

California günlerinde nerelerde çalıyordunuz, dinleyicileriniz nasıl insanlardı?

San Francisco’da, “be-in”lerde, “love-in”lerde filan çalıyorduk.

Yıl kaçta?

‘60 küsurlar. Jerry Garcia ve Grateful Dead’le takılıyorduk. O günlerde insanların müzisyenlerde görmeye alıştıkları kılık kıyafet blucin, “grup üniforması” türünden şeylerdi. Biz böyle Kızılderili tüyleri, balık ağları, muz kabukları, karidesler filan kuşanıp sahneye çıkınca, millet psychedelic bir numara yaptığımızı sanıyordu, “vay be, herifler uçmuş” diyorlardı. Yani, dinleyicilerimiz psychedelic âlemlerin ahalisiydi. Bize tav oluyorlardı, çünkü şovumuzda, mesela anadan üryan ve vücudu desenlerle boyalı bir kız dansediyordu; duman ve ateş olayı vardı. Halbuki, biz bir tür “minstrel show” yapıyorduk, inceden bir New Orleans tablosu çiziyorduk. Fakat kökenlerimize yöneldikçe başımız belaya girmeye başladı. Dansçı kızımız anadan doğma dansediyor diye polis üzerimize geldi; bizim Prince Cam’in sahnede bir tavuğun kafasını koparması üzerine, hayvanlara eziyet ediyoruz diye kovuşturmaya uğradık. Olay öyle bir hal aldı ki, polis her şovumuzu basıyordu. California’dan uzamaya mecbur kaldık.

Üzerinizde Dr. John kimliğinin ağırlığını hissettiğiniz oldu mu?

Bazı şeyleri yapmak acayip zorlaştı. Mesela Kara Panterler’le birlikte okul çocuklarına ücretsiz kahvaltı verilmesi için bir kampanya açtık ve bir de baktık ki, FBl’ı, CIA’i vesairesi tepemize binivermiş. Ödümüz koptu haliyle.

Bence müzik, canlı müziktir. Plaklar müzikten sonra icat edildi. Halbuki canlı müzik hep vardı. İlk defa stüdyoya girdiğimde canlı müzik yapıyormuşuz gibi çalmıştık. New Orleans’da tek kanal kayıt yapılırdı. Stüdyoyu terkettiğin zaman plak bitmiş olurdu. Nasıl çalınmışsa, plak öyle olurdu.

Dr. John’luğu bırakıp tekrar Mac olmayı düşündünüz mü?

Her bakımdan polisle başım beladaydı. Memleketi terketmeyi düşündüm, “çekip gideyim, bir daha da dönmeyeyim; başlarım grubuna da, müziğine de” dedim.

Peki ne yaptınız?

Devam ettim.

Şimdi hayatınızın mutlu bir döneminde olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Evet. Bir kere kimyasal kelepçelerden kurtuldum. Artık maddelerin yükünü taşımıyorum üzerimde. Epey gördüm geçirdim, neyin nasıl yapılacağını daha iyi biliyorum. Eskiden de biliyordum ama, alfadan zetaya gitmenin de başka yolu yok.

Rock’n’Roll Hall of Fame’de adınız var, dünya çapındaki cazcılar sizi kendilerinden biri olarak görüyor, hangi müzisyene sorulsa, “Dr. John mu, üff.. O bir ikon” cevabı geliyor. Bu arada Dr. John kafasına göre takılıyor, aklına eseni yapıyor. Halinizden hayatınızdan memnunsunuzdur herhalde…

Memnunum; müzik yapabildiğim için Allahın sevgili kulu sayılırım. Müzik benim aşkım. Doğma büyüme New Orleans’lıyım, bizim oralarda müzik ayrımı yapılmaz. Bir stüdyo müzisyeni olarak country & western de çaldım (o zamanlar hillbilly deniyordu), rockabilly de… Rhythm & blues’dan gutbucket blues’a ve rock’n’roll’a, her şeyi çaldım. Bir tek klasik müzik çalmadım. Klasik müzik eğitimim yok çünkü. Gerektiğinde onu çalacaklar vardı zaten. Büyüklerimiz bize bütün müziklere saygı duymayı öğretti. İyi müzik, kötü müzik diye bir şey yoktur. Bütün mesele nasıl çaldığındır. Elinden geldiği kadar iyi çalman gerekir, müziğin ruhuna uygun çalıyor musun, odur bütün mesele. Eskiler bize böyle öğrettiler, ben de onların öğrettiklerini korumaktan gurur duyuyorum. Yıl 1955 filandı galiba, Paul Gayton bana ve bizim gruba demişti ki, “plaklardaki şarkıları kopya etmeyi sürdürürseniz, bir yere varamazsınız. Kendi düzenlemelerinizi yapmanız lâzım. Size iki hafta müsaade, plakları unutun, şarkıları alın ve kafanıza göre çalın. Yoksa, bir daha size sahne vermem…” İki hafta sonra kendi düzenlemelerimizi çalıyorduk. İşte böyle adamlar ve böyle olaylar hayatımı değiştirdi ve beni ben yaptı. Şimdi ben de, bizden sonra gelenlere edindiğim şeyleri aktarmayı umuyorum. Müzik zaten böyle serpilip büyür ve başka yerlere ulaşır.

Sizin için müzik demek, canlı müzik demek galiba…

Evet, bence müzik, canlı müziktir. Plaklar müzikten sonra icat edildi. Halbuki canlı müzik hep vardı. İlk defa stüdyoya girdiğimde canlı müzik yapıyormuşuz gibi çalmıştık. New Orleans’da tek kanal kayıt yapılırdı. Stüdyoyu terkettiğin zaman plak bitmiş olurdu. Öyle mixing filan yoktu. Nasıl çalınmışsa, plak öyle olurdu. Dolayısıyla kendimizi dengelemek zorundaydık. Tıpkı canlı müzikteki gibi. Canlı müzik demek, grubun kendisine balans ayarı yapması demek. Teknoloji müzikte çok şeyi değiştirdi, ama canlı müziğin temel prensibi değişmedi. Canlı müzik yaparken insan müziği hissediyor, hissetmezsen çalamazsın zaten. Şimdi artık, müziğin canlı bir duygu olması beklenmiyor. John Lennon’ın dediği gibi, “müzik, benim kulağıma muzak geliyor”…

Peki bu Dr. John plays Mac Rebennack plağının esin kaynağı ne? Çünkü, alışıldık “Dr. John olayı”ndan farklı bir proje…

O da matrak bir hikaye. Bizim bir Calvin vardı, bizimle yollara takılan. Bir gün geldi, “herifin biri senin solo albüm yapmanı istiyor, ne dersin” dedi. Ben “hayır” dedim. Fakat adam bir yıl boyunca ısrar etti. Sonunda “peki” dedim, sırf herifin tantanasından kurtulmak için. Elimde birikmiş bir sürü şarkı da vardı. Fakat bu iş beni solo konserlere sürükledi. Tek tabanca turne yapmak çekilmiyor. Grup olmayınca insan can sıkıntısından patlıyor. Çıkıp müziğini yaptıktan sonra kimle oturup muhabbet edeceksin? Solo takılmanın tadı yok yani. Hiç unutmam, ta Kuzey İskoçya’da tek başıma kalakalmışım; öyle bir hasret basmıştı ki…

“Sweet Home New Orleans” adlı parça Primal Scream’den, Portishead’den, Supergrass’ten müzisyenleri bir araya getiriyor. Sizce bu genç müzisyenler hakiki New Orleans müziğinin ruhuna vakıf olabilir mi?

Bilmem. Hangi müziğin kimin üzerinde nasıl bir etki bırakacağını bilemem… Ama, Supergrass beni çok etkiledi, beraber çaldığımız “ Voices in My Head”, bana göre bu albümün gözdelerinden biri. Portishead’den Clive (Deamer)… Kick Horns’cular… Hepsi çok kıyaktı.

Peki, bu müzisyenlerle birlikte bir albüm yapma fikri nasıl doğdu?

Galiba Parlophone’nun yöneticisi Tony Wadsworth’ün fikriydi. Spritualized grubunun elemanlarıyla, Freddie Smith, Jason Pierce gibi adamlarla birlikte bir “session” söz konusu olmuştu. Oradan albüm fikrine nasıl gelindi, bilemiyorum. Zaten hayat böyle bir şey, iki nokta arasında bir şeyler olur ve… Derken bir şey çıkar ortaya. Birkaç yıl önce Supergrass’i dinlemiştim, Jools Holland’ın Yeni Yıl Özel Programı’nda. Bayağı sıkı rhythm & blues yapıyorlardı. Fakat Paul Weller’ın benim bir şarkımı (bir Dr. John klasiği olan “Walk On Guilded Splinters”ı kastediyor) çalışını dinlediğimde, “vay vay” dedim… Yani bir şey başka bir şeyi getirdi ve… Zaten hayatta olaylar birbirlerine öyle acayip bir şekilde ekleniyor ki, aklım almıyor.

Derleyen: Yücel Göktürk
Roll, sayı 23, Eylül 1998

^