BUGÜNKÜ AYASOFYA’NIN İLK NOEL’İ

Ahmet Eken
23 Aralık 2019
SATIRBAŞLARI

Tarihi boyunca dini ve siyasi çatışmaların simgesi olan, İstanbul halkının isyanlarında iki kez yanıp depremlerde yıkıldıktan sonra bugünkü biçimini alarak 562 yılının Noel yortusunda açılan Ayasofya, ardından gelen bin yılda Hıristiyan âleminin en görkemli yapısı olarak anıldı. Dönemin önde gelen şairi Mabeyinci Pavlos’un kaleme aldığı destan, açılış töreni niteliğindeki bu sıradışı bayrama damgasını vurmuştu. Noel vesilesiyle bugün hâlâ siyasal tartışmaların merkezinde duran Ayasofya’ya yakın plan…
1900’lü yılların başında yayınlanan bir Ayasofya kartpostalı

İstanbul’un görkemli tarihi yapılarından biri olan Ayasofya’nın ilginç bir geçmişi var. Bugün gördüğümüz yapı aynı yerde, aynı isimle bulunan üçüncü Ayasofya’dır. İlki 15 Şubat 360’ta Büyük Constantinus’un oğlu Constantinus döneminde açılmış, ancak 24 Haziran 404’te İmparator Arcadius’un eşi İmparatoriçe Eudoksia’nın Patrik Hrisostomos’u sürgüne göndermesinin ardından çıkan halk ayaklanmasında yanmıştır.

Kilisenin yeniden inşa edilmesine ancak babası Arcadius’un ardından 408 yılında imparator olan II. Theodosios’un saltanatında başlandı. Bu ikinci Ayasofya 415 yılında tamamlanıp aynı yıl 10 Ekim’de imparator tarafından açıldı.

Kilisenin açılışı 23 Aralık 562’de, arife gecesinde, Constantinus Forumu’nun bugünkü Çemberlitaş’ın yakınlarında bulunan Aziz Platon Kilisesi’nde başlar. Tören alayı 24 Aralık sabahı buradan yola koyulur, imparator yaldızlı bir at arabasına binmiş patriğin arkasından gelmektedir…

Bu yapılar hakkında elimizde çok fazla bilgi mevcut değil. Yazılı belgelerden öğrendiğimiz kadarıyla ahşap çatılı ve bazilika tipinde oldukları tahmin ediliyor. Yüzyıldan fazla kullanılan bu yapı da imparator I. İustinianos’a (hd. 527-565) karşı 13 Ocak 532’de başlayan ayaklanma sırasında çıkan yangında yanmıştır. İmparator, Bizans tarihinin büyük isyanlarından biri olan ve “Nika İsyanı” adı verilen bu olayları bastırdıktan sonra derhal Ayasofya’nın yeniden ihyâsına girişmiştir.

Mimar yerine bilimci

İustinianos, Ayasofya’nın yapımı için Batı Anadolulu iki bilimciyi görevlendirir. Bunlar Trallesli Anthemios ve Miletoslu İsidoros’tur. Tarihçi Timothy E. Gregory bu kişiler için şu bilgileri veriyor:

“İmparatorun kilisenin tasarımı için mimarlar yerine teorisyen bilim adamlarını seçmiş olması oldukça ilginçtir. Daha sonraki gelenek ve hatta dönemin tarihçisi Prokopios bile yapının cesurca çizilmiş planını ve dev kubbesini İustinianos’a ve Tanrı’ya yakın ilgisine yormuştur.

Miletoslu İsidoros elinde Ayasofya maketiyle

“Trallesli Anthemios, V. yüzyılın sonlarında entelektüel bir ailede dünyaya gelmişti. Makinelerle ilgilenen Anthemios, Önemli Mekanik Aletlere Dair ve Yanan Aynalar Hakkında gibi kitaplar kaleme almıştı. Ayrıca buhar gücüyle ilgilenmiş, yarattığı yapay deprem ve fırtınaların yanı sıra çok güçlü bir ayna da üretmişti…

“Miletoslu İsidoros daha çok eski bilim adamlarının kitapları üzerine çalışıyordu. [Matematikçi] Arkhimedes’in eserlerinin yeni baskılarını yayımlamış, tonoz yapımı üzerine yazılmış eski bir kitap hakkında yorumlar yazmıştı. Uygulamalı ilgi alanları da vardı ve parabol eğrileri oluşturabilen bir araç geliştirmişti.”

Bu iki kişiyle merak uyandırıcı diğer bir konu da Ayasofya’dan başka hiçbir yapının onlara atfedilmemiş oluşu!

İki usta 532 yılında çalışmaya başlar. İnşaat için Anadolu’nun her yerinden malzeme toplanır. Antik tapınakların sütunları İstanbul’a getirilir, dendiğine göre, yüz ustabaşının idaresinde on bin işçi çalıştırılır ve inşaat beş yılda tamamlanır. Fakat içinin süslenmesi daha yıllarca sürecektir.

Semavi Eyice ise şunları söylüyor: “Ayasofya yapıldığında ‘kaplanamaz, sınırlanamaz bir boşluk, çevrelenemeyen kozmosun’ bir sembolü olarak görülmüştü. Kubbesi erişilemez bir sınırsızlık, mozaik ve renkli taşlarla kaplı duvarları çayır, orman ve denizleri temsil eden yeryüzü olarak kabul ediliyordu.”

Açılışı 26 Aralık 537 günü İmparator I. İustinianos tarafından yapılan yeni Ayasofya, daha eskimeden bir dizi deprem sonucu hasar görür. Doğu kemeri ve yarım kubbesi ile büyük kubbenin doğu kısmı çöker. Çöküntünün altında kalan altar (sunak) ve vaiz kürsüsü parçalanır.

Ancak imparatorun vazgeçmeye niyeti yoktur, kilisesini yeniden inşa etmek üzere kolları sıvar. Anthemios öldüğü için ve İsidoros da bilmediğimiz nedenlerden ötürü başka bir işle görevlendirildiği için onarım işi yeğeni Genç İsidoros’a emanet edilir. Yeni mimar kubbeyi yedi metre kadar yükselterek daha hafif malzemeden yapar. Onarım sonrası açılış 23 Aralık 562’de gerçekleşir.

“Ayasofya yapıldığında ‘kaplanamaz, sınırlanamaz bir boşluk, çevrelenemeyen kozmosun’ bir sembolü olarak görülmüştü. Kubbesi erişilemez bir sınırsızlık, mozaik ve renkli taşlarla kaplı duvarları çayır, orman ve denizleri temsil eden yeryüzü olarak kabul ediliyordu.”

Ortaya çıkan yapı muhteşemdir. Yazarların, tarihçilerin büyük ilgisini çeker. O günlerden bugünlere kimi “resmi” kimi “sivil” pek çok kalem erbabı gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini kâğıda geçirir. Örneğin saray çevresinden tarihçi-edebiyatçı Prokopios yapı için şunları yazar:

“Böylece kilise görenleri büyüleyen muhteşem bir görünüme kavuşmuştu, ancak bu ihtişamı gözleriyle görmeyenler anlatılanlara inanmıyordu. Göklere doğru süzülen bu yapı, etrafındaki diğer görkemli yapıların arasından sıyrılmaktaydı… [Kilise] tarifi imkansız bir güzelliğe sahipti, gerek boyutları gerekse uyum içindeki gövdesiyle kusursuzdu. Ne bir fazlası ne bir eksiği vardı. Sıradan binalardan çok daha muazzam ve oranları bu kadar doğru olan yapılardan katbekat zarifti. İçi benzersiz biçimde ışıkla ve günışığıyla doluydu. Bu kilisenin içinde o denli çok ışık akıyordu ki, dışarıdan, Güneş tarafından değil, kendi içinden ortaya çıkan ışınlarla aydınlandığını söyleyebilirdik.”

Ayasofya’nın restorasyonunda çalışan 19. yüzyıl İtalyan mimarı Gaspare Fossati’nin Ayasofya resimlerinden biri

Özel bir Noel

Ancak elimizde bir başka eser daha var: Kilisenin açılışı için kaleme alınmış ve törenler sırasında okunmuş, yapıyı anlatan uzun bir şiir. Bu, üçüncü Ayasofya’nın ikinci açılışı dolayısıyla Mabeyinci Pavlos’un ya da Pavlos Silentiarios’un yazdığı 1029 dizelik bir destan. İlerleyen satırların konusu bu destan olacak.

Ayasofya’nın Betimi adlı kitabın yazarı, İustinianos sarayında silentiarios olarak görev yapan bir ozandır. Silentiariosların işi imparatorun odasının ya da meclisin önünde nöbet tutmak ve “sessizliği” sağlamaktır. Bir başka deyişle sarayın kapıcılarıdırlar, ama Osmanlı dönemindeki mabeyinciler gibi devlet hiyerarşisinin üst kademesinde yer alırlar. Tarihçiler dönem dönem sayılarının otuza çıktığını ve bu makamın senatörlük makamına yakın olduğunu belirtiyor. Gene tarihçiler ve Bizans edebiyatını bilen kişiler, Pavlos’un ilk Bizans çağındaki (V. ve VI. yüzyıllar) şairlerin en yeteneklisi gibi göründüğünü söylüyor.

Geçtiğimiz yıl Samih Rifat’ın çevirisiyle yayınlanan destana bir önsöz yazan Pierre Chuvin şu bilgileri aktarıyor: “Pavlos’un iki şiirle kutladığı şey bu ikinci şantiyenin sona erişidir. Şiirlerin ilki kiliseye, ikincisiyse koro yerinin önünde yükselen, Kutsal Kitap’ın okunduğu koskocaman kürsü Ambon’a adanmıştır… Kilisenin açılışı (şölenleri) 23 Aralık’ta, arife gecesinde, Constantinus Forumu’nun bugünkü Çemberlitaş’ın yakınlarında bulunan Aziz Platon Kilisesi’nde başlar. Tören alayı 24 Aralık sabahı buradan yola koyulur, imparator yaldızlı bir at arabasına binmiş patriğin arkasından gelmektedir. Bugün Divanyolu olarak anılan Mese Caddesi’ni izleyerek ve 23. Mezmurun 7. dizesini okuyarak Ayasofya’ya yönelmiştir: Kaldırın başınızı, ey kapılar! Açılın, ey eski kapılar! Yüce Kral girsin içeri!

Mabeyinci Pavlos Ayasofya’yı şu şekilde tasvir ediyor: “duvarların dimdik ensesi üstünde bir çeyrek küre yükseliyor, tıpkı üç sorguçlu başından yukarıya, sırtının üstüne, tüylerinin bin gözlü bezemesini diken bir tavus kuşu gibi. Bu taçlanmalara ‘kabuki’ diyor meslek adamları, kendi sanatlarının dilinde…”

“Şiirin okunması iki farklı yerde gerçekleşir, önce dinleyiciler toplanırken imparatora seslenen giriş bölümü imparatorluk sarayında okunur, sonra, şiirin elyazmasına eklenen açıklamalara bakılırsa, kuşkusuz tören alayı halinde, patrikhaneye gidilir ve şiirin geri kalanı orada okunur. Dolayısıyla yapıt tapınakta okunmamış gibidir, ama patrikhane yapının içinde olabilir.”

Pavlos’un dizeleriyle Ayasofya

Şairlerin imparatorların yaptığı işleri övmeleri ya da imparatorların şairlere kendilerini övdürmeleri elbette Mabeyinci Pavlos’la başlamamıştır. Roma ve Bizans edebiyatlarında bunun pek çok örneği var. Fakat bir kısmının yazdıkları daha edebi ve beğeniliyor. Mabeyinci Pavlos bunu başarmış bir şair. Gerçi zaman zaman imparatorun başarısızlıklarını veya yaptığı kötü işleri halının altına süpürüyor, ama böyle bir günde her şey de söylenmez!

Şair söze şöyle başlıyor: “Tanrının ve kralın yüceltildiği bugünden daha büyük gün mü olur? Olmaz elbet. Biliyoruz ki, Mesih’tir asıl hükümdarımız, herkes biliyor. Ve sözlerinle güçlü kral, barbarlara bile öğrettin bunu sen. / Bu yüzden seninle birlikte O, her işinde, yasalar koyup kentler kurduğunda, tapınaklar diktiğinde, silaha sarıldığında gerekiyorsa ve silahları bırakmayı buyurup çatışmaları yatıştırdığında. Bu yüzden zafer ta içinden geliyor çabalarının. /…”

12. yüzyıldan mozaik pano; İmparator II. İoannes Komnenos, kucağında bebek İsa’yla birlikte Hz. Meryem ve İmparatoriçe Eirene

Pavlos yapıyı şu şekilde tasvir ediyor: “/ yarım üç oylum açılıyor doğuda. Onların tepesinde de duvarların dimdik ensesi üstünde bir çeyrek küre yükseliyor, tıpkı üç sorguçlu başından yukarıya, sırtının üstüne, tüylerinin bin gözlü bezemesini diken bir tavus kuşu gibi. Bu taçlanmalara ‘kabuki’ diyor meslek adamları, kendi sanatlarının dilinde / Deniz kabuklarından mı almışlar bu adı, yoksa sanat yapıtının kendinde mi onlar bilir yalnızca. Merkezdeki kabuk, dinsel törenlere özgü oturma yerlerini ve çepeçevre basamakları sarıyor. En alt sırayı sıkıştırıp zemin hizasında yaklaştırıyor merkeze /…”

Kilisenin içinde adım adım ilerleyen şair Nartheks’e ulaşır, dediklerini dinleyelim: “Nartheks’ten yedi kutsal kapı açılır ve kalabalık halkı içeriye çağırır. Biri kısa kenardan güneye bakar bu kapıların, biri kuzeye. / Ötekilere gelince, bekçilerin elleri, batıda kapıyı kapatan duvardan menteşelerini kükreterek açarlar onları. Nereye gidiyorum ben böyle? Hangi yeller sanki açık denizde gibi rasgele sürükleyip götürüyor sözlerimi. Orta oylumu, tapınağın / en şanlı yerini geçtim onlar yüzünden. Geri gel şiirim, ne görenin ne de duyanın inanacağı o benzersiz harikaya! İşte bak, doğunun ve batının kubbelerinden –ki bunlar birer yarım kubbe yalnızca– ve Thebai sütunlarından sonra, güzel işlenmiş dört ayak var orada, karşıdan bakınca çıplak, / ama yanlardan ve sağlam arka yüzlerinden, bakışımlı payandalarla destekli. Dört köşede, sağlam taşların birleşmesinden oluşmuş, dayanıklı temeller üstünde yükseliyor bu ayaklar…” 

“Işıl ışıl bir gökkubbe benzeri, örtüyor konağın sığınağını… Ve aşağıya doğru yayılıp tepeye doğru daralarak tavanın nasıl yükseldiğini görmek, olağanüstü duygular yaşatıyor insana. Sivri bir doruk gibi fışkırmıyor çünkü yerden / havada yüzerken gökkubbeye benziyor daha çok…”

Ve şair kubbenin tasvirini şöyle tamamlıyor: “Işıl ışıl bir gökkubbe benzeri, örtüyor konağın sığınağını… Ve aşağıya doğru yayılıp tepeye doğru daralarak tavanın nasıl yükseldiğini görmek, olağanüstü duygular yaşatıyor insana. Sivri bir doruk gibi fışkırmıyor çünkü yerden / havada yüzerken gökkubbeye benziyor daha çok…”

Balık sepeti ve ağ tutanlar

Ayasofya’nın bir başka etkileyici yanı da bezemeleridir. İmparator kilisesini süslemek için bütün olanaklarını kullanmış, en iyi ustaları, sanatçıları ve uygun malzemeyi İstanbul’a getirtmiştir. Şair bu bezemeleri şöyle anlatır:

“…üstüne incecik yıldızlar saçılmış kızıl somaki; taşkını hayırlı. Nil boyu inen nehir yelkenlilerine yüklenip taşınmış. Lakonia’dan gelme kayaların yeşil ışıltısını göreceksiniz sonra ve İasos tepesinde derin yarmalardan çıkarılan / soluk beyaz üstüne kan kırmızısı eğik damarlarıyla göz alan mermerleri ve Lydia’nın ta dibinden gelmiş / … Afrika güneşinin altın ışığıyla yakarak taşlara verdiği tüm o parıltıyı / … Ve Galya’nın buzul kaplı tepelerinden gelenleri… / Ve Onyka dağının saydam ocaklarından çıkan değerli sarıyı…”

İmparator I. İustinianos

Pavlos, mozaiğin görkemine gelmeden önce resimleri anlatıyor: “Mermer levhalardan hemen sonra yarı yüksekliğe, bir beze kordonu gibi küçücük parçalardan, sonbaharın güzel yemişleriyle yüklü boynuzlar, sepetler, yapraklı dallar işlenmiş eliyle yontu; / ve dalları yerleştirdikten sonra bir de kuş çizmiş üstüne. Bereket boynuzlu frizden, sonra da dalları altın saçlı bir bağ çubuğu dolaşıyor çevremizde…”

Ve devam ediyor: “Kubbede altın zeminli mozaikler var ve onlardan pırıl pırıl bir altın bolluğu dökülürken aşağı, dayanılmaz ışınlar çarpıyor insanların yüzlerine. / İlkbahar mevsiminde, tüm dorukları yaldıza boyayan o öğle güneşini görmüş gibi oluyor insan…”  

İlerleyen dizelerde mozaik panolarda İsa’nın, azizlerin, İncil’den sahnelerin canlandırıldığını okuyoruz: “Bu arada balık sepeti ve ağ tutanları unutmamış sanat; unutulmamış, gündelik, sıradan işleri ve günahkâr kaygıları bırakıp / göksel Kral’ın buyruğunu dinleyenleri… / Bir yerde mesihin anasını betimlemiş…” Burada Pavlos 12 havariden söz ederken özellikle Luka İncili’ndeki sözlerden etkilenmiş görünüyor: “Korkma, bundan sonra insan tutacaksın.”

Pavlos, “Yapının bezemeleri” dizelerinde bize şamdanlardan örtülere, kandillerden vazolara kadar her ayrıntıyı tanıtıyor. Ve sonra bir kez daha imparator ve patriğe övgülerini sıralıyor.

Şair, kutsal kürsü Ambon için de ayrı bir şiir yazmış. Ancak Ambon 1204 yılında Haçlılar tarafından yıkıldığı için artık mevcut değil. Kısaca, şiir sadece tarihe düşülen bir not olarak kalmış. Öndeyiş’ini ve Yakarı’sını bitirdikten sonra “kürsü”den başlayarak yapının bu bölümünü tanıtan Pavlos, burayı şöyle tasvir etmiş:

“Nasıl yükseliyorsa denizin dalgaları arasından / tepeden tırnağa başaklar, bağ salkımları, çiçekli çayırlar ve ormanlı dağlarla bezeli bir ada; ve nasıl kıyısından geçen yolcular –yüreklerinde zorlu denizin verdiği kaygılar, sıkıntılar– kutsanmış, derlerse ona; işte böyle yükseliyor mermer kuleli ambonda, taşlardan bir çayırla bezenmiş ve sanatla güzelleşmiş, uçsuz bucaksız bir yapının ortasında /…”

Ancak, bütün bu yaşananlar uzun Ayasofya tarihinde istisnai bir olay olarak kalmaz. İlerleyen yıllarda, çeşitli nedenlerden dolayı bina gene tahrip olacak, onarılacak ve yazılıp hakkında övücü sözler edilecektir. Aynı Mabeyinci Pavlos’un şahit olduğu ve yaptığı gibi…

KAYNAKÇA
Mabeyinci Pavlos, Ayasofya’nın Betimi, çev. Samih Rifat, Kırmızı Kedi, 2018
Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, çev. Fikret Işıltan, TTK, 2011
Hillary Sumner-Boyd – John Freely, İstanbul’u Dolaşırken, çev. Yelda Türedi, Pan, 2013
Semavi Eyice, “Ayasofya”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1993
Timothy E. Gregory, Bizans Tarihi, çev. Esra Ermert, YKY, 2019
^