NALAN YIRTMAÇ’LA İSİM, ŞEHİR, BİTKİ, HAYVAN

Söyleşi: Siren İdemen
31 Aralık 2019
SATIRBAŞLARI

Nalan Yırtmaç’ın yedi yıl aradan sonra gelen solo sergisi “İsim, Şehir, Bitki, Hayvan” maalesef 2019’la birlikte sona erdi. Ama kaçıranlar, İstanbul’dan uzaklarda olanlar dert etmesin. Sergiyi 1+1 Forum’da devam ettiriyoruz. Üstelik, bir yandan Yırtmaç’la beraber isim-şehir-hayvan-bitki-eşya oynuyoruz, bir yandan da resimlerin arasında gezinerek hikâyelerini dinliyoruz.
Tarlabaşı-Tophane Çocukları

İsimden başlayalım, isimlerden ve isimsizlerden… Daha salonun içine tam adım atmadan bizi buyur eden bu neşeli gruptakiler kim?

Nalan Yırtmaç: 2012-2016 yılları arasında, burada (Tophane), Depo’da çocuklarla haftasonları atölyeler yapıyorduk İlhan Sayın ile birlikte. Cumartesileri buradan çıkıp Tarlabaşı’nda Göçmen Dayanışma Mutfağı’nda da çocuklarla çalışıyordum. Tophane’de daha çok Romanlar ve Siirtliler, Tarlabaşı’nda Suriyeli, Afrikalı ve Kürt çocuklar vardı. Bir senenin sonunda, Depo’da sergi yapmıştık, Tarlabaşı’ndaki çocukları da çağırmıştık. Tarlabaşı’nın çocuklarıyla Tophane’nin çocukları; onları buluşturmuş olduk. Güzel bir hatıra fotoğrafı çektirmiştik. Depo’da mutlu bir gündü. Bu sergiyi o toplu fotoğrafla başlatmak istedim.

Che Guevara

Ve tam karşımızda Che…

Görenler Che Guevara olduğunu anlamıyor.

Kapıdan girer girmez, “a Che karşıladı bizi” dedik… Tanımamak nasıl mümkün, duruşu, çehresi…

Yakışıklılığı… Bir fotoğrafı vardır, bilirsin meşhur, şeker kamışlarını kesiyor çiftçilerle birlikte. Onu gölün kenarında, ormanda takılan sıradan bir vatandaş gibi gösterdim, kimse tanıyamasın istedim önce. Tüyap’ta 2017’de öyle sergilemiştim. Ama ikinci defa sergilerken burada, resmin adını Che koydum. Doğru, güzel emsaller gözüksün istedim belki.

Marx

Sergi kataloğunun ilk sayfasında da karşılamayı Marx yapıyor. Ama tek gözü gitmiş Marx’ın…

Yıpranmış adam, ne yapsın. (gülüyor) Oymuşlar gözünü. Tabiat kurumuş gitmiş, saç baş dağılmış…

Ama yine de oradan kaşını çatmış, bize hiza veriyor…

Tek gözüyle ayar çekiyor, evet.

Orada Che, burada Marx… Koordinatlarımızı vermek, bir tür konum atmak gibi mi?

Olabilir aslında. Böyle düşünmemiştim. Biz iş diye bakıyoruz ya… Sonra geriye çekilip “a ne yapmışız” diyoruz. Marx yapayım diye oturmadım masaya. Öyle…

Koordinatlarımız: ezilenler, sömürülenler, buradan bakıyoruz…

Bir hatırlatma ve bir ayar. Beni en çok estetik yanı ilgilendiriyor tabii. Oralara daha çok kafa yoruyoruz. Çalılıkları bıyık, uçuşan başak tarlalarını saç, sakal yapmak… Ama sonuçta, onun portresi bu. Bu dünya görüşünü, bu bakışı hatırlatmak… Pis kapitalizm doğayı ve hayvanları kendi malı gibi sömürür, tüketir, yok eder demiş. Ve de haklı çıktı.

Tabiat Kazanacak

Marx’ın etrafındaki bütün bu kolajlar da tabiatın sömürüsüne dair: Tabiat Kazanacak diyorsun…

Sanayi devriminden sonra işçilerin haklarını savunan sosyalistler ortaya çıkmış, bugün, çağımızda iklim krizinden sonra, ekoloji ve Marksizm tartışmaları var. Doğanın ve beraberinde hayvanların yok oluşu, bütün ekolojik dengelerin bozulması hep bu sistemin sonucu. Bu kolajlarda adım adım bunları göstermeye çalışıyorum: kıyıların doldurulması, sahile vuran balinalar. Tabiatın sömürülmesi, hayvanların sömürülmesi… Veganlar da diyor ya, hayvan haklarını savunuyorsan vegan olman lâzım. “Ay ben kedileri çok severim”le, öyle bedavadan hayvan hakları olmuyor canım. Gençler arasında yükselen değerler veganlık, çevreye duyarlılık, yani en çok ekoloji-hayvan hakları konuları üzerinde birleşiyorlar sanki.

Öğrenciler II

Bunlar da Kemalist gençlik mi?

Bunlar öğrencilerim. İçi geçmiş öğrencilerim… Ortaokul sekizinci sınıflar. Nasıl da ergenler, hiçbir şey yapmak istemiyorlar. Dedim ki, “Çocuklar harika bir ders yapacağız, maskeler boyayacağız, hayal dünyanızdaki kahramanlar neyse buyrun, çizin, boyayın, uçun”… Yok! bir gözyaşı, bir elem, bir keder… Bunları yaptılar. “OK, gelin bir selfie çekinelim”. Sonra, “bunun resmini yapmalıyım” dedim, fotoya baktım, arkada Mustafa Kemal Atatürk’üm. (gülüyor)

Kaç yıldır öğretmenlik yapıyorsun?

Yirmi senedir öğretmenim. Ermeni okullarında, Şişli Terakki’de, Saint Michel’de çalıştım. Ama, Ermeni okullarında çalışmak daha iyi geldi. Çok güzel, hem Müslüman bayramlarında, hem Hıristiyan bayramlarında tatil yapıyorum. (gülüyor) Hiç unutmayacağım bir an: 2007’de Hrant öldürüldüğünde, o zamanlar Bakırköy’de Dadyan’da çalışıyordum, öğrencilerden biri yanıma gelip “Öğretmenim Türkler niye bize hep böyle yapıyor?” diye sormuştu. Unutulur mu bu? 

Öğrenciler I

Öğretmenliğinin ilk yıllarındaki öğrencilerle bugünküleri kıyaslarsan gençlerde nasıl bir değişiklik gözlemliyorsun?

Tablet! Çocuklar sürekli tablet ekranında. Küçük motor kas gelişimi tablet elverdiğince. Önüne çamur koyuyorsun, “ya elim kirlenir” diyor çocuk. Çamuru dışkı falan gibi görüyorlar. Tablet dünyası. Arkadaşlarıyla whatsapp’tan mesajlaşıyor, ödevlerini birbirlerine whatsapp’tan yolluyorlar. Oyunlar ekranda. Çıt çıt çıt… Birtakım network’lerde, tanımadıkları insanlarla oyun oynuyorlarmış. Onların arasından eşek kadar herifler, tacizciler de çıkıyormuş. Çocuklar için tekinsiz… İyi ki olmadı, ama çocuğum olsaydı tablet almazdım.

En büyük değişiklik bu öyle mi? Dijital, sanal dünyada yaşama, doğal olandan uzaklaşma…

Çamuru elleyememe! Bir gün, kurumuş kocaman bir dal buldum Şişli’de. “A ne güzel” dedim, sürükleye sürükleye okula götürdüm. Hepsi tuhaf tuhaf bakıyor, “Hocaam, iyi misiniz?” Ölmüş dalı cenaze gibi yatırdım masaya. “Çizeceğiz” dedim. “Nassı yaani?” Doğayı ellemiyorlar. Pis, kirli görüyorlar. Suluboya yapıyorlar, eline bir parça mavi bulaşıyor, “hocam bir elimi yıkayıp geleyim...” “Önce bir resmini bitir, en sonunda yıkarsın” diyorum. “Ama ben rahatsız oluyoruuum...” Böyle bir yabancılaşma var. Tabiatı ellemeyen, hissetmeyen çocuklar,

Birbirleriyle ilişkileri nasıl?

Valla en çok marka konuşuyorlar. “Bu Nike değil ki… Seninki çakma, bak benim beremin altındaki etikete, bu gerçek…” Bir gün çocuklardan biri üşüyordu, ceketimi çocuğa verdim, “Hocam o ne yaa, üşürüm daha iyi...” (gülüyor)

Peki, geleceğe dair arzular?

Geleceğe dair inançları yok haklı olarak. İklim krizi falan her şeyin farkındalar. Nasıl olsa biz şu yaşa kadar yaşayamayız diye hesap edip konuşuyorlar. Çok umutsuzlar. En sık duyduğum şey “ya yapacağız da ne olacak öğretmenim yaaa...” “Böyle otursak ya… Niye yoruluyoruz?” Sabah birinci derste, çocuk haklı sabah sabah diyorsun… Ama, ikinci derste de aynı. “Şimdi ben yeni elimi yıkamışım, yine mi suluboya fırçasını alıp elime boya bulaştıracağım…” İlerde şu mesleği ya da bu mesleği seçme konusunda konuşurken mesela, “ya ben o yaşa gelebilecek miyim hocam ya” diyorlar.

En çok ilgilerini çeken meslekler neler?

Valla, öğretmenlik out. Bizim zamanımızda evlenmek cool bir şey değildi mesela, şimdi kızlar arasında evlenmenin cool bir şey olduğunu fark ediyorum. Vallahi, zengin bir koca bulup rahat bir hayat sürmek çok cool geliyor kızlara. Tv dizileri çok iyi pompalamış, çok da etkili olmuş. Ne acı, değil mi?

İsim bahsinde, isimsizleri de unutmayalım. İsimleriyle değil, sayılarla anılanlar: Öldürülen kadınlar, iş cinayetlerine kurban gidenler, savaştan, hapishane tehdidinden, zulümden kaçmaya çalışırken sulara gömülen göçmenler…

Faili meçhuller, kadın cinayetleri… Ve sayıları o kadar fazla ki, onlar isimsiz…

Öldürülen Meksikalı Gazeteciler

Bu portreler de Meksika’daki öldürülmüş gazetecilere ait, öyle değil mi?

Burada, 2015-2017 yıllarında, öldürülen gazetecileri yapmışım. Sadece üç senede 23 gazeteci. Ne çok, değil mi?

Meksika’ya ne zaman, nasıl gitmiştin?

2017’de yaz tatilimde gittim Mexico City’ye, iki aylığına. Bir arkadaşım (Pınar Öğrenci) gitmiş ve kentsel dönüşüm çalıştığımdan başvurmam için bana önermişti. R.A.T residency’ye başvurdum, kabul ettiler. Oraya gidince, Mexico City’de yolda, bir çadırla karşılaştım. 2014’teki 43 Öğrenci Olayı diye bilinen olayda çocuklarını kaybeden anne-babaların hâlâ devam ettirdikleri hukuk mücadelesinin çadırı. O çadırı görünce, “anam ben ne yapıyorum” dedim ve projeyi değiştirdim. Oraya biraz kafa dinlemeye gitmiştim, ama kısmet değilmiş. “Yine faili meçhul çalışacağız, belli oldu” dedim. Onlar da “hayhay ne yaparsan yap dediler.

İsim’den çıkmadan önce, 2019’a bir isim koyacak olsan, ne olurdu ismi?

Büyük Depresyon. Çok karanlık bir dönem. Toplumsal Depresyon Yılı olabilir.

Ve Mexico City’yle Şehir’e geçmiş olduk… Epeydir kentsel dönüşümle ilgileniyorsun, nasıl başladın bu konuya ilgi duymaya, meseleye nasıl angaje oldun?

2007’de arkadaşlarla Hafriyat Karaköy’ü, “çeşitli sanatlar” mekânını açmıştık. Hafriyat kent üzerine sergiler yapan bir gruptu ve bir gün Sulukule Platformu’ndan mimar-eğitmen Aslı Kıyak ve Funda Oral mekânımıza geldiler. “Sizin gelip görmeniz lâzım, Sulukule yıkılıyor” dediler. Anton (Antonio Cosentino), İnci (Furni), İlhan (Sayın) gittik. Sonra, benim aklım Sulukule’de kaldı. Aslı, Funda ve Neşe (Ozan) sayesinde Sulukule’yle tanıştım. “Çocuklarla atölye yap” dediler. “Seve seve” dedim, öyle başladı her şey. Sonra, Neşe Ozan mahallede Kader-Kısmet’i kurdu. Neşe’den çok şey öğrendik. Neşe 2014’te, çok erken aramızdan ayrıldı. Onu çok özlüyorum. Bu dernekte, kadınlar ağaç baskı ve serigrafi öğrendiler, yaptıkları ürünleri kermeslerde satarak para kazandılar. Sonraki yıllarda Tarlabaşı’nda Göçmen Dayanışma Mutfağı’nda yine çocuklarla çalıştım, yarım saat karikatür, yarım saat resim. Tophane’de Depo’da da aynı şekilde hem resim yapıyorduk, hem Tophane Canavarı diye mizah dergisi çıkarıyorduk.

Meksika Defterleri

Mexico City nasıl bir şehir? İstanbul’a benziyor mu?

İnsanları çok sıcak, o anlamda benziyor. Hepsi valla buralı gibi. Tiplerimiz bile benziyor. Şehir deniz seviyesinden 3 bin metre yüksekte. Bayağı bir kulak problemi yaşadım o yüzden. Milyon yıl evvel bataklıkmış. Çok kalabalık bir şehir. Gece hayatı çok sakatmış. Dünyanın en tehlikeli şehirlerinden biriymiş. Uyuşturucu mafyalarının maceralarını filmlerden, dizilerden biliyordum biraz. Bir sabah uyandım, sıcak tortilla ekmeği almaya gidiyorum, gazete bayiinde bir gazetenin birinci sayfası gözüme çarptı; kanlar içinde cesetler ve tam yanında paparazzi haberi niteliğinde yarı çıplak kadın fotoğrafı, bunlar yanyana. Haber de şu: İlk defa Mexico City’nin merkezinde, sokak ortasında iki mafya silahlarla birbirine girmiş. Genelde şehir dışında kapışırlarmış.

Şehrin genel hali biraz on-on beş yıl öncesinin İstanbul’u gibi mi?

Evet. Soylulaştırma projeleri benziyor. Eskiden en ucuz olan mahalleler, şimdi concon, turistik olmuş. Ben esas olarak iki mahallede yaşadım sadece, orayı ve civarını gördüm, şehrin genelini çok iyi bilmiyorum. Geceleri pek çıkmadım. Biraz korktum da, çünkü yalnızdım. Bir-iki sanatçıyla tanıştım, onlar beni biraz gezdirdiler. Onun dışında, müzeleri gezdim ve kapattım kendimi, resim yaptım, çalıştım. Metrolar çok kalabalık, çok itiş kakış, kadınlara çok fortçuluk yapılıyormuş. Birkaç yıl önce kadınlar eylem yapmış. Sonuçta, belediye kadınların talebini kabul etmiş, birinci vagona sadece kadınlar biniyor. Meksika’da da çok fazla kadın cinayeti varmış. Bir kadın sanatçı söyledi, Mexico City’nin biraz dışında bir nehir varmış, öldürülen her kadın için nehrin kenarındaki parmaklıklara bir kurdele bağlanmış. Kilometrelerce kurdele…

Otoportre

Bu mavi yağmurluklu Otoportre de Meksika’dan mı?

Meksika’ya giderken bir arkadaşım “Orada çok yağmur yağıyor, aşağısı Amazonlar, şu yağmurluğu al” dedi. İyi ki vermiş. Bayağı seller götürüyor. Öyle yağmur görmedim. Her akşam beşte Mexico City için yağmur vaktidir. Saat beşte şakır şakır iniyor. Bir de, salonumuzdaki kaktüse çok su verilmez diye biliriz, her akşam o dev gibi kaktüsler yağmurun altında, sular içinde. Ama arkasından hemen güneş açıyor, sular kuruyor.

Mexico City pek yeşil bir şehir değil galiba…

Havası çok kirli, ama çok yeşil. Çok park var. Parklar yemyeşil. Asfaltın kenarında, kaldırım taşlarının arasından fışkıran kılınçlar beni şaşırtmıştı. Sokakta yürüyorsun, aa kılınç! Dev büyüklükte kauçuk ağaçları. Egzozların arasında kılınç, düşünsene! Evde salonumuzda durur, yapraklarını pırıl pırıl silersin, öpersin, bin bir ihtimamla bakarsın… Orada egzoz gazının içinde, asfaltın arasından fışkırmış. Dünyada hava kirliliğinin en çok olduğu şehirlerin başında geliyormuş. Hava kirliliği bir, şiddet iki diyorlar.

Meksika Defterleri

İstanbul’un genel manzarası bu son yıllarda ne yönde, nasıl değişti?

Bakırköylüyüm ben, Ataköy lisesinde okudum. İki-üç katlı bahçeli evlerdi oralar. Ve her yer meyve ağaçlarıydı. Daldan dala, bahçeden bahçeye atlardık. Şimdi binalar yükseldi, altları otopark, yukarları full süper lüks. Annem, görsen, ne kadar mutlu şimdi, bayılıyor. “Ne kadar kolay temizleniyor”… Laminant en sevdiği şey. “Laminantı silmek çok tatlı, mutfak tezgahı da mermer, miss”… (gülüyor)

Bu kent manzaralarını eteklerin üzerine yapmanın bir hikâyesi var mı? 

Kurtuluş’ta tekstil atölyeleri var. Bu atölyelerde Çinliler, Afganlar, Suriyeliler, göçmenler çalışıyor. Yoldan geçerken bu kâğıtları gördüm, atmışlar kapı önüne. Kraft kâğıdı gibi, üzerlerinde delikler var. Etekler başka atölyede kesilmiş-biçilmiş halde geliyor, burada dikilecek. Her kumaşın arasına da bu kâğıtlar konmuş. Kâğıtları atıyorlar, onlardan aldım, evde ıslatıp ütüledikten sonra, üzerlerine resim yaptım. Sergide bu etekleri nasıl asacağımı hiç bilmiyordum, Cevdet’ le (Erek) Fulya’nın (Çetin) fikriydi daire şeklinde yere yanyana koyup sergilemek. Yanyana koyunca film şeridi gibi okunuyor, çok iyi oldu.


Etekler

Soldaki Talimhane, eski Surp Agop hastanesinin arkası. Diğeri de aşağısı süpermarket olan yeni cami anlayışlarından biri. Yemin ederim, kolaj değil, gerçek.

Teslim Bayrağı

Teslim bayrağı; kentin kentsel dönüşüme teslim olması mı?

Sur’a girildikten sonra yaptım bu resmi. Şehirden oraya bir cevap gibi: Savaşa hayır. Barış mümkün. Savaşta teslim deniyor buna ama, barış talep eden bir işaret beyaz bayrak. Yeter, ateşkes olsun… Oturduğum ev otoparka bakıyordu. Dev bir otopark. Ve karşıda da sıradağlar gibi yanyana binalar. Özellikle varoş tonları seçerek boyadım, her katı farklı renk. 2013’te coşmuştuk ya, teyzeler, amcalar, çoluk çocuk, herkes tencere tava çalıyordu demokrasi talebiyle. Eylem saatlerinde, bu binada keman çalan biri de vardı, ne  güzeldi… 2015’ten sonra, politik iklimin buz gibi olmasından sonra, bunu düşündüm ben de. Çarşaflar var teslim bayrağı gibi, ama barış talep eden, sessizce direnen dev bir çarşaf.

Devrim Apartmanı

Devrim apartmanı’nın cephesindeki V for Vendetta maskesi Gezi’yi hatırlatıyor artık hemen. Film 2005 yapımı, ama maske Gezi’yle girdi hayatımıza… 

Ben de, “Neymiş bu maskenin hikâyesi” dedim, Gezi’den sonra seyrettim filmi.

Gezi senin için neydi? Gezi’den geriye ne kaldı? Geçmişe mi gömüldü, gelecekte bir ihtimal mi?

Nefis bir tecrübeydi, hepimiz için. Paranın geçmediği bir parkta bir dünya kuruldu. Çok şey öğrendik birbirimizden. İlk defa böyle bir şey gördüm, valla rüya gibiydi… Asıl, o büyük mutluluktan sonra düşüş fena oldu. Ardından gelen depresyon o yüzden çok ağır oldu. Ama, hâlâ umut var. Gezi zaten o açıdan bir gösterge. Yapabildiğimizi kendimize kanıtlamış olduk. Bir kere yapabildiysek, bir daha yapabiliriz, iki defa da olur, üç defa da olur. Amin… (gülüyor)

Karadeniz İsyanda

Gezi’nin epey öncesinde, HES’lere karşı direnişler başlamıştı. Başka yerel direnişleri de resmetmişsin…

Evet. Burada üç direniş hikâyesi var: Fikirtepe, Cerattepe (Artvin) ve HES’lere karşı Karadeniz İsyanda afişi taşıyan başka bir eylemden görüntüler. Yeşil maske takmışlar; maskeciyiz ya biz, bayılmıştım o eyleme. Onları hatırlatmak ve yüceltmek istedim. Belki bize umut verir. Bu sergide, genelinde, hep bet bir hal var. Olan bitenler çok karanlık. Renkler ise sarılar, pembeler, çok laylaylom. Bütün bu kötülüklerin içindeki iyi, umut…

İsimŞehir, sonra Hayvan mı, Bitki mi, sırası nasıl?

Biz çocukken, “isim-şehir-bitki-hayvan oynayalım” diyorduk. Siz ne derdiniz?

Sanırım kısaca “isim-şehir” derdik. Bugün de çocuklar oynuyor mu hâlâ aynı oyunu acaba?

Öğrencilerime sordum, onlar da oynuyormuş. Çok şaşırdım. Çünkü hep tabletteler.

Peki, serginin ismi nereden, nasıl İsim, Şehir, Bitki, Hayvan oldu?

Valla bir anda uydurdum. O oyun aklıma geldi. Son üç yılda biriken işlerimi toparlayan bir isim oldu çocukken oynadığımız bu oyun.

İnşaattan Gelen

Madem sıralama bitki-hayvan diye gidiyor, sıra bitkiye geldi. Serginin bitkisi ne?

Sergi aynı benim ev gibi oldu. Çünkü evdeki nerdeyse bütün bitkileri etüt ettim, sergiye yerleştirdim. Devetabanı, sukulentler, avokado var… Epey bi avokado yetiştirip filizlendirdim, onları o yüzden inşaatların içine koydum. İnşaatın ortasında yeşillenmiş, yumurta kafa avokado var ya… Ne kadar avokado ektimse, meyve vermedi. “İki tane yan yana olursa meyve verir, yoksa vermez” dediler, onu da denedim, hiç meyve verenini görmedim.

Evde çok çeşit bitki var mı?

Hastasıyım. Ev aynı zamanda sokağa atılan bitkilerin itina ile bakıldığı yer. Annemin verdiği hurma mesela. Hurmayı yemiş, çekirdeğini atmış saksıdaki toprağın dibine, oradan filiz çıkınca bana verdi. Balkonda büyüyor, iki metreye ulaştı. Meyve veren bir tek limon oldu.

Pazar Arabası

Peki, niye bitkileri pazar arabalarıyla, cenaze arabalarıyla oradan oraya taşıyıp durdun?

Şehirde yeşil kalmadığından, oradan oraya takviye yapıyoruz. Pazar arabasıyla yukasını götüren kadın belki de evi terk ediyor, evden aldığı tek şey yuka. Belki de yukayı aldı evine götürüyor, çünkü mahallede yeşil kalmamış. Pangaltı’da fırlatıp atmışlar kılınç bitkisini kökleriyle birlikte. Ben de çoğaltıp arkadaşlara hediye ediyorum. Böyle böyle yeşili çoğaltıyoruz. Yeşili büyütmeye çalışıyoruz kendimizce. Oradan oraya taşımak da böyle, birilerine götürmek, vermek, yeşili çoğaltma, büyütme gayreti.

Yeşillenmiş II

Cenaze arabasıyla taşınan bitkiler?

Onun cenaze arabası olduğunu valla bir tek sen anladın. Aslında azınlık haklarıyla ilgili bir şey olacaktı. Fakat, mantığını çözemesem de hızlıca yapmış bulundum resmi. Hoşuma gitmedi de değil. Sergiye koydum. İzleyici tarafından nasıl okunduğunu merak ediyorum.

Ayçiçek Tarlası

Ayçiçeği Tarlası’nda renkler Meksika’yı çağrıştırıyor. Oradan mı? 

Ayçiçeği Tarlası Belgrad’dan. Geçen yıl Afgan göçmenlerle fanzin atölyesi yapmaya Belgrad’a gittim. Orada, otobanda arabayla gidiyorduk. Arabada aynı residency’den çağdaş dansçı bir kız “Şu ayçiçek tarlasının kenarında biraz duralım, bir selfie çekelim” dedi. Durduk, onun fotoğraflarını çektim. Eve dönünce bu fotoyu kullandım resmi yaparken, ama tabii kızın tenini koyu renge boyayarak. Çocukluğumda, banliyö trenine binerdik, Avcılar yönünde giderken sağda ayçiçek tarlalarını hatırlıyorum. Yoksa yanılıyor muyum? Belgrad’daki o ayçiçek tarlası da çok güzeldi. Bu resim insana özgürlük duygusu veriyor, sanki göçmenler sınırı geçmeyi başarmış, özgür olmuşlar…

Ormanda

Sergi salonunda, Ayçiçek Tarlası’nın tam karşısına yerleştirdiğin Ormanda’daki gençler ise kaçamamış galiba… 

Evet, onlar iki ergen göçmen, ormanda saklanıyorlar. Belgrad’daki fanzin atölyesine 17-19 yaş arası yirmi Afgan çocuk geldi. Üç gün atölyeler yaptık, dördüncü gün de fanzini (kolaj, karikatür vs.) tamamladık. Çocukların hikâyeleri hem benziyor hem başka başka. Afganistan’dan çıkıyorlar, İran’a, İran’dan Türkiye’ye, Macaristan’a… Bizimkiler Sırbistan sınırında yakalanan tayfa. Kampta deport edilmeyi bekliyorlar. Biz onlarla çalıştıktan sonra kampa döndüler. Sonra ne oldular, ne yaptılar, bilmiyorum. Hepsi sınırı nasıl geçtiklerinin hikâyesini anlatmıştı. Birinin babası her şeylerini satıyor, parayı insan tacirlerine veriyorlar. Adamlar ormanda bırakıyor göçmenleri. Macaristan sınırının yakınında ormanda yakalanmış bir çocuk vardı. “Önce bir işemem lâzım” demiş polislere, kenara çekilmiş. Polis arkasını dönmüş, çocuk da kaçmış, vınn… Güzel hikâye, değil mi?

Bitkilerden hayvanlara geçiyoruz…

Bir sürü hayvan portresi yaptım. Nesli tükenmek üzere olan, tükenen hayvanların hepsini yapmaya çalıştım. İstanbul’da üçüncü köprü inşaatı nedeniyle Kuzey ormanlarının tahrip edilmesiyle kaçan hayvanlar…

Domuzların yüzerek Boğaz’ı geçmesi ne kadar sarsıcıydı…

Evet ya, boğazdan yüzerek geçen o domuzun resmini yapmayı nasıl unuttum ben?

Ebabil Kuşu

Sergi kataloğunun kapağında ebabil kuşu var. Kuşlar âleminde evrensel adı apus apus’muş. Hızları saatte 200 kilometreyi bulabiliyormuş. Gece gündüz havada kalıp havada uyurlarmış. Havadaki planktonlarla besleniyorlarmış. Yalnız üreme dönemlerinde yere inerlermiş. On ay boyunca hiçbir yere konmadan uçabiliyorlarmış…

Ne diyorsun? O nasıl iş ya! Ben sırf neslinin tükenme tehlikesi olduğu için yapmıştım resmi. Bir de Osman Kavala iki senedir hapiste ya, özgürlüğüne kavuşması dileğiyle yapmıştım. Bak şimdi, bu kuş on ay uçuyormuş demek ha! Ne inanılmaz bir kuş, şimdi daha çok sevdim onu.

Geldik son sütuna, Eşya’ya, eşyalar, şeyler, simgeler, değişen imgeleri… Denizin üzerinde bir bot özgürlük, ferahlık duygusu verirken, artık tam tersine savaşı, zorunlu göçü, ölümü simgeliyor…

Doğru. Öyle düşünmemiştim. Eskiden martı ve gemi özgürlük simgesiydi, hatta falda filan çıksa, “muradın olacak” denirdi. Bugün aynı şey çıkarsa kahve fincanında: “Başına çok pis bir şey gelecek, üç vakte kadar şehri, hatta ülkeyi terk etmek zorunda kalacaksın” diyebiliriz. İmgeler ters yüz olmuş.

50’lerde çekilmiş bir fotoğraf ve Yeni Manzara

Sahildeki mayolu iki kızda, 1950’lerde çekilmiş fotoğrafla resmin uyandırdığı duygular ne kadar zıt, değil mi? Yeni Manzara’nın duygusu endişe, kaygı…

Bir İstanbul fotoğrafı. Fotoğrafın sahibini, fotoğrafçının kim olduğunu bulamadım, ismini bile… Üsküdar Salacak sahilden mayolu iki kız denize bakıyorlar, geride Kız Kulesi’ni görüyoruz. Fotoğraftaki Kız Kulesi’ni çıkarıp onun yerine göçmen botunu yerleştirdim. Bugünümüzün yaz tatilini sahillerde geçirenlerin ya da sahilde yaşayan insanların yeni manzarasını gösteriyorum. Evet, çok zıt, çok hüzünlü.

Valizde

Valizde sanki “valizimi alır, giderim”deki özgürlük, serbestlik ifadesinden, bir valize sığmak, sığışmak zorunda kalmayı imler oldu.

Havaalanında bir valizin içinde yakalanmış 13-14 yaşında Çinli bir çocuğun fotoğrafını görmüştüm. O fotoğrafı belki yedi sene falan sakladım. O kadar vurucu ki! Sonradan yaptım resmi. İçinde yaşadığımız bu karanlık yılların resim tarihine geçecek olan objeleri, eşyaları bunlar artık ve maalesef  yeni natürmortları, yeni manzara resimleri bunlar.   

Uçan Ev

Arada, neşeli bir şey de hiç yok değil, Uçan Ev mesela…  

Uçak motifli bez aslında perdeydi, onu yıllar sonra tuvale gerdirdim. Bir arkadaşım 2000 senesinde vermişti. Kullan kullan, paralandı, delikler açıldı üstünde. Bu sergiye zorunlu göçle ilgili, yuva temalı bir resim yapmak istedim. Böyle bir ev hayal ettim. Transformer gibi, kanatlarını açıyor uçuyorsun, hoop istediğin yere konuyorsun. Sınırlar yok, vize yok, pasaport yok, özgür bir dünya, laylolay…

Son yıllarda, sanatçı çevresinden Türkiye’yi terk eden çok kişi oldu. Senin gitme arzusu duyduğun, gideyim-kalayım tereddüdü yaşadığın zamanlar oldu mu?

Çok ressam, akademisyen, sinemacı arkadaşımız buralardan gitti, gitmek zorunda kaldı. Özellikle de Berlin’e… Ben gitmeyi hiç düşünmedim.

Burayla bağlarından mı? Seni burada, bu şehirde tutan ne? Dilin ne kadar etkisi var aidiyet duygusunda?

Meksika’dayken mesela, “Ne güzel burası, hazır buradayken, kalayım işte…” diye içimden geçirdiğim anlar oluyordu. Ama, iki ay on gün kaldım, son bir hafta, “ay döneyim artık” diye bir hasret çöktü. Burada sevdiğim çok şey var, çok insan var. Bir de, orada herkes İspanyolca konuşuyor, İngilizce bilen vatandaş az, gençler İngilizce konuşuyor sadece. Benim de zaten İngilizcem çok kötü. Dil çok önemliymiş.

Nalan Yırtmaç

Dilini bilmediğin bir yerde olmanın hoşlukları da yok mu? Konuşmalar kulağına müzik gibi geliyor, herkesin çok anlamlı şeyler söylediğini sanıyorsun…

İspanyolcanın sesi çok güzel gerçekten. Ben kendimi gelecekte hiç başka bir ülkede görmüyorum. Gitmek istemiyorum da. Hayal gücüm de zayıf olabilir bak. Gitmek buranın eziyetini daha çok çekenlerin hakkı bence, bak yine saçmalıyorum. Göç etmek hepimizin hakkıdır, insan hakkıdır göç etmek. Biz başkalarının başına gelenleri okuduğumuz için bete giriyoruz. Ama çok yakınlarımın da başına geliyor kötü şeyler, henüz benim başıma gelmedi. Belki o yüzden düşünmüyorum gitmeyi. Tabii ki olan biten her şey tadımızı kaçırdı. Sur’a girilmesinden sonra kafayı toplamak zor oldu. Dediğim gibi, büyük konuşmayayım, çok seviyorum kendi çöplüğümde takılmayı. Ben burada şimdi böyle iyiyim. Evet, böyle…
Resimlere bakınca ne görünüyor, bilmiyorum, ama içimizden kopan bunlardır…

^