LEYLA YILMAZ’DAN İKİNCİ FİLM: BİLMEMEK

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Yiğit Atılgan
19 Temmuz 2020
SATIRBAŞLARI

Koronavirüs salgını nedeniyle ertelenen 39. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma ve Ulusal Kısa Film Yarışması 17-28 Temmuz arasında düzenleniyor. Filmler Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki fiziksel gösterimlerle eşzamanlı, çevrimiçi olarak da festival takipçileriyle buluşmaya başladı. Ulusal Yarışma seçkisinde yer alan 11 filmden biri de Altın Portakal’dan İzleyici Ödülü’yle dönen Leyla Yılmaz imzalı “Bilmemek”. Yönetmen, ikinci uzun metrajında çoktan bitmiş evliliklerini oğulları Umut için sürdüren doktor Selma ve mühendis Sinan çiftine odaklanıyor: Başarılı sutopu oyuncusu Umut’un hayatı bir dedikoduyla bir anda allak bullak olur. “Umut, sen ibne misin?” sorusu hızla zorbalığa dönüşür… Linç kültürünün çeşitli boyutlarını, heteronormativitenin ötekileştirici tahakkümünü gözler önüne seren Bilmemek’i yönetmeni Leyla Yılmaz’dan dinliyoruz.

 

İlk filminiz Bir Avuç Deniz’den bugüne kadar geçen sekiz senede Bilmemek’in nüveleri nasıl oluştu?

Leyla Yılmaz: Bilmemek’in senaryosunu 2015’te yazmıştım, bu süreçte yazdığım birkaç senaryodan biriydi. Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık kitabında bozacı Mevlüt yaşlandıkça yükselen binalara şaşkın şaşkın bakıyor. Ben de böyle bir hallere girdim galiba. Büyüdükçe kendimi daha bilgili hissedeceğime, her geçen gün daha az şey bilen biri gibi hissetmeye başladım. Her gün yeni bir tuhaflığın olduğu bir ülkede, en son ne zaman “emin” bir insan gibi dolaştığımı anımsamıyorum. Bilmemek bu nahoş keşifle birlikte ortaya çıktı. Türkiye’de bağımsız film çekmek kolay değil, her şeyden önce bir finansmana ihtiyacınız var. Bunu devlet fonları ya da yurtdışı fonlarından edinmeye çalışıyorsunuz. Geriye bakınca detaylar unutuluyor, ama çok sancılı bir dönemdi. Yapım çalışmalarına 2017’de başladık, 2018’de çekimler başladı, post-prodüksiyon süreci de 2019’da gerçekleşti. Antalya Altın Portakal Film Festivali’yle birlikte tam festival yolculuğuna başladığımız sırada da şanssız bir şekilde pandemiyle karşılaştık. Sekiz sene çok uzun bir süre aslında, ama bu ara biraz da hayatla ilgili. İlk film sonrası maddi sıkıntılar yaşadım, ailemde kayıplar oldu, bu süreçleri atlatmam gerekti.

Leyla Yılmaz

Bilmemek’te genç bir sporcunun, Umut’un eşcinsel olup olmadığı takım arkadaşları tarafından sorgulanıyor. Heteronormativite birilerini ötekileştirip bunun üzerinden tahakküm kurmanın başlıca tezahürlerinden biri. Siz bu davranış biçimini eşcinsellik olgusu üzerinden anlatmaya nasıl karar verdiniz?

Filmi yazarken esas motivasyonum hayata dair neredeyse hiçbir şey bilmediğimizdi. Neden doğduğumuzu, ne zaman öleceğimizi, uzayın başlangıcını ya da sonunu, kimlerle savaştığımızı, günlük hayatta yediğimiz yiyeceklerin nereden geldiğini bilmiyoruz. Ancak varlığımıza dair bu kadar temel sorular hakkında somut bir bilgimiz olmamasını zerre yadırgamıyoruz. Hatta bunları soranlara anlaşılmaz bir alayla bile bakılıyor. Öte yandan çevremizdeki hayatların mahremi ile ilgili bilgi almak konusunda pornografik bir saldırganlık içerisindeyiz. Bu, çağımızın hastalığı haline geldi. Hepimizin elinde bir tane akıllı telefon var, bilgi dediğimiz her neyse ona ulaşmak çok basit, ama biz bilgiyle merakı birbirine karıştırıyoruz. Tabii bir de teknolojiyle birlikte gelen bir linç kültürü mevcut. Bu temaları Türkiye’deki “farklı olma” biçimleri arasından bir seçim yapıp gey olan ya da olmayan genç bir çocuğun hayatı üzerinden işlemek istedim. Bu film bir “queer filmi” olarak da görülebilir, ama ben daha ziyade geyler dahil tüm ötekiler ve bilmezliğimiz hakkında bir film yapmaya çalıştım.

Umut bir sutopu takımında oynuyor. Neden bu spor?

Sutopu insanların sosyal ilişkilerine çok benziyor. Suyun üstü ve altında kurallar tamamen farklı. Sutopunda suyun üzerindeyken faul yapamazsınız. Zaten yaparsanız hakem sizi geri çeker, oyundan çıkarır ya da ceza alanında beklersiniz. Fakat suyun altında ne yaptığınızı görmedikleri sürece her şeyi yapabilirsiniz. Bu durumu hayata benzetiyorum. Biz de suyun altında ve üstünde gibi yaşıyoruz. Görünen ve görünmeyen davranışlarımız farklılıklar içeriyor. O yüzden sutopunu bir metafor olarak seçtim. Sutopunda şiddet o kadar kanıksanmış ki, bu hikâyeyi anlatabilmek için mükemmel bir seçenekti. Şüphesiz su her zaman çok güzel bir görsel de sunuyor, bu da tercih etme nedenlerimden biri, ama bir başka neden daha var. Sanırım ilk kez bu ağır spor dalı bir yerli filmin konusu oldu. Sutopu zengin çocuklarının yaptıkları bir spor değil. Yüzmeden ve diğer sporlardan daha yüksek efor isteyen bir branş. O yüzden bizim orta sınıfın hayattaki duruşuna da çok benziyor. Bulunduğun yerde, suda kalabilmek için çok çaba isteyen bir spor.

Tanrısal göz işlevi gören bir kameradan özellikle kaçındım. Bizim bilmediğimiz şeyleri bilen bir kamera istemedim. Kamera da Umut’un ve ailenin yaşadığı hayatı ancak bizim kadar biliyor. Bilmemek’te yapmaya çalıştığım şey izleyiciyi kendi önyargılarıyla baş başa bırakmak.

Yazma süreci esnasında beslendiğiniz kaynaklar var mıydı?

Böyle bir öyküyü anlatmak için özellikle bir kaynağa bakmaya gerek yok, hayatlarımıza bakmamız yeterli. Diziler, magazin, gündelik hayat, seyirci gibi izlediğimiz politik şeyler, sosyal medya ile oluşan yeni platformlar, yeni linçler, bunların hepsi merak duygusuyla ayakta kalıyor. Bana ilginç gelen şey “bilgi çağı” denilen bir dönemde bilgiden bu kadar uzakta olmamızdı. Bilgi çağı terimi bile eskidi, şimdilerde “hakikat ötesi” deniliyor. Gerçekle bağımızı hızla yitiriyoruz, bu yitiriliş Bilmemek’i yazarken temel çıkış noktamdı.

Sosyal medyanın bu filmde de birçok izdüşümü mevcut.

“Bilmeyi” ve “bilmemeyi” hep bu platformlar üzerinde yapıyoruz, iletişim ve bilgi tamamen bu mecralar üzerinden yürüyor. Bu, haber alabilme yoksunluğumuzu gösteren bir şey. Küçük köyler kuruyoruz, bütün bilgileri de bu küçük köylerde paylaşıyoruz. Yankı odaları yaratıyoruz, Umut’un içinde olduğu da bir yankı odası, küçük bir korku odası, linç odası. Bu küçük odalarda kimileri linç edilirken kimileri de kahramanlaştırılıyor. Filmde de mevcut, bir yandan yargılamalar sosyal medyada gerçekleşirken medet de aynı ortamda aranıyor. Bu bir gerçeklik, ne yanındayım, ne de karşısındayım. Sonuçta bizim filmimiz de sosyal medyayı kullanıyor.

Selma (Senan Kara) ve Sinan (Yurdaer Okur)

Filmin adına karar verirken “bilmemek” olgusunun altını kalın bir şekilde çizmeyi neden istediniz? Bu ifade negatif bir çağrışıma da sahip mi?

Ben negatif olduğunu düşünmüyorum, bu sadece bir durumu işaret eden bir kelime. Hayata dair bildiğimiz şeylerin aslında pek azını bildiğimizi, bilmek istediğimiz şeylerin de kolayca öğrenemeyeceğimiz şeyler olduğunu görüyoruz. Bilmemek, bize bilmediklerimizi bildirmeye çalışan bir film olmaktan çok, bizi bilmezliğimizle yüzleştirmeye çalışan bir film. Dünya peşin hükümler, yargılar, tahammülsüzlüklerle dolu. İnsanların özel hayatları, duygusal dünyaları bir tüketim nesnesiymiş gibi tüketiliyor. Ve geriye tükenmiş, yıkılmış, özgüveni tamamen yok olmuş, sinmiş bireyler kalıyor.

Filmde bilmemek teması etrafında çeşitli imalarda bulunup izleyiciyi de şüpheye sürüklüyorsunuz…

Bu bir yansıtma; filmi çekerken tanrısal göz işlevi gören bir kameradan özellikle kaçınmak istedim. Bizim bilmediğimiz şeyleri bilen bir kamera istemedim. Kamera da Umut’un ve ailenin yaşadığı hayatı ancak bizim kadar biliyor. Filmde yapmaya çalıştığım şey izleyiciyi kendi önyargılarıyla baş başa bırakmak. Hepimiz Umut’un yönelimi ya da annesi Selma ve babası Sinan’ın hayatındaki şeyler hakkında bir fikir sahibi olabiliriz, bu fikirler değişebilir de. Bunların hepsi merakımızı tetikliyor. Ama film aslında bunların hiçbirinin hiçbir önemi olmadığını anlatmaya çalışıyor. Elimden geldiğince üstümüze vazife olmayan şeyleri kendimize vazife edinme durumumuzun altını çizmeye çalıştım. Selma ve Sinan’ın hayatına dair şüpheleri izleyicinin bu konudaki tepkisinin ne olacağını, bu merak çemberine takılıp takılmayacağını düşünerek koydum. Sinema interaktif bir olgu, benim için iyi bir film bittikten sonra da beni düşündürmeli ve içimde yaşamaya devam etmeli. Umarım Bilmemek de böyle bir tat ve iz bırakır, izleyiciye kendine dair sorular sordurur.

Sutopu zengin çocuklarının yaptığı bir spor değil. Yüzmeden ve diğer sporlardan daha yüksek efor isteyen bir branş. O yüzden bizim orta sınıfın hayattaki duruşuna çok benziyor. Bulunduğun yerde, suda kalabilmek için çok çaba isteyen bir spor.

Umut’un içinde bulunduğu durumdan sıyrılması aslında kolay, tek yapacağı şey arkadaşı Tunç’un da önerdiği gibi cevap vermek. Ama o bunu yapmak yerine kendisine soru sorma hakkını kime verip vermediğini sorgulayıp bunu ifade etmeyi seçiyor. Bu, o yaştaki bir insandan çoğu zaman beklenmeyecek kadar güçlü ve olgun bir tavır. Siz karakterin psikolojisini inşa ederken neleri gözettiniz?

Pek çoğumuz kolay yolu tercih edebiliriz, ama zorlukları tercih eden insanlar da var ve tarihleri de zorlukları tercih eden insanlar yaratıyorlar. Bizler yaşadığımız hayatları geçmişin kazanımları üzerinden yaşayabiliyoruz. Umut gibiler kendilerini kurban etmeyi göze alarak doğruyu yapıyor. Bazen insanlar kimlik yaşlarından daha olgun da olabiliyor. Umut o yönüyle tamamen kurmaca bir karakter değil, dünyada, tarihte, hatta gündelik hayatımızın içinde örnekleri olan bir karakter.

Filmdeki imalar ve şüpheler içerisinde Umut defalarca “ibne misin?” sorusuyla karşılaşıyor.

Soru soran taraf, yani iktidar, yani kendini “normal” ilan edenler her zaman bu kadar doğrudan ve nettir. Hâkimler, polisler veya mahalledeki “büyükler” filan da böyle sorarlar. Peki net bir soruya net bir yanıt vermek zorunda mıyız? Kim belirliyor bu kuralları? Ben seni böyle deşme hakkını kendimde görmezken, sen neye güvenerek böyle pervasız olabiliyorsun? Beni işaret etme hakkını sana veren ne? Statüko, iktidar ilişkileri, hepimizi sık sık Umut’un pozisyonuna düşürüyor.

Umut (Emir Özden) 

Zorbalık olgusu filmdeki her türlü ilişkiye siniyor. Umut’un yaşadıkları dışında gerek iş, gerek aile ortamında farklı tahakküm mekanizmalarına rastlıyoruz. Bunun üzerinden altını çizdiğiniz bir kelime de “itaat”. Elinde iktidar bulunan herkes başkalarından bunu talep ediyor.

İçinde bulunduğumuz dünya ve siyaset pek çok yönüyle bizden itaat etmemizi bekliyor. İnsan kendi içinde itaat ettikçe itaat ettirmek de aynı paralellikte arzu edilen bir şey haline geliyor. Sinan’ın işinde itaat bekleyen bir patronu var. Sinan çeşitli beklentiler ve zorunluluklardan ötürü bu itaati gösteriyor, ama öte yandan evde son derece eşiti olan bir kadına sosyal hayattaki roller üzerinden aynı şeyi dayatıyor. Bunu çocuğuna da sanki muhteşem bir gelecek inşa etmenin mühendisliği üzerinden yapıyor. Oysa arzuladığı şey tamamen kendi yoksunluğunu gidermek, kendi ideal hayatını oğlu üzerinde kurmak. Bunları yaparken hiçbir şekilde oğlunu ya da eşini duymaya çalışmıyor. Patronun karşısındaki Sinan ile evdeki Sinan ya da alkol aldıktan sonra ortaya çıkan Sinan içinde bulunduğumuz dünyadaki sıkışmış insan modeli. Bu karakterler sıkışmış karakterler, Selma da öyle. “En doğru ya da en yanlış kimdir” sorusunu cevaplama iddiam yok. Herkesi mümkün olduğu kadar doğru ve yanlış yönleriyle yansıtmaya çalışıyorum, izleyicilerin de kendi dünyalarında cevaplar vermelerini arzu ediyorum. Kendileri karar versinler, çünkü sizin yargılarınızla benim yargılarım aynı olmayabilir.

Yakın dönemden Seren Yüce’nin Rüzgârda Salınan Nilüfer ve Kıvanç Sezer’in Küçük Şeyler filmleri de benzer sosyo-ekonomik koşullarda geçen ve aile içi dinamiklerden beslenen filmlerdi. Bu filmlerdeki karakterler, tıpkı Sinan ve Selma gibi, aslında kötü niyetli olmayan, ancak altını çizdiğiniz sıkışmışlık içinde yanlış tavırlarda bulunabilen, iletişimsizlik içinde debelenen karakterler. Orta-üst sınıfın çelişkileri açısından da bakınca, siz bu resmi nasıl görüyorsunuz?

Üç film de şehir hikâyesi, tabii böyle birçok başka örnek de var. Kasabalarda da hayat aynı; bu, modern hayatın dayattığı bir şey. İstanbul’da 15-16 milyon insan dip dibe yaşıyoruz. Sıkışıyoruz ve bu sıkışma duygusu sadece fiziksel değil, düşünsel de bir sıkışma. Yaşadığımız coğrafyada minicik bir parka sıkıştırıldık. Bu sıkıştığımız alanın mücadelesini yapmaya çalıştık. Ek olarak, ekonomik sıkışıklıklar içerisinde hayatlar sürmeye çalışıyoruz. Bütün bunları yaşarken iletişimsizlikler de hasıl oluyor. Yan yana olduğumuz halde birbirimizle konuşamıyoruz. Kutuplaşmalar, nefret ya da kendi alanımızı korumak üzerinden bir varoluş savaşına giriyoruz. Kutu kutu apartmanlarda yaşıyor, kutu kutu toplu taşıma araçlarına biniyoruz. Hepimiz evimize aldığımız bir televizyon ekranından veya telefonlarımızdan dünyayı anlamaya çalışıyoruz. O dünyayı oradan öylesine emmeye çalışıyoruz ki, bu eylemi yapmaya başladığımız andan itibaren etrafımıza kocaman duvarlar örüyoruz. En çok payı da esasında aile alıyor, bu durum beraberliklere yansıyor. Ve zaman o kadar hızlı akıp gidiyor ki, en kıymeti olan insanlara zaman ayıramıyoruz. Sürekli marjinal fayda için yaşamak durumundayız. Bu çocuğumuzun başarısıysa, çocuğumuzun halini düşünmek için bir dakika bile harcamamalıyız ki, çocuğumuz da sutopundan vazgeçmesin. Bütün bunlar benmerkezci, bencil, tek kişiden oluşan kaleler kurmamıza yol açıyor. Aynı evin içinde tek kişilik kalelerde yaşıyoruz.

Bizler yaşadığımız hayatları geçmişin kazanımları üzerinden yaşayabiliyoruz. Umut gibiler kendilerini kurban etmeyi göze alarak doğruyu yapıyor. Umut tamamen kurmaca bir karakter değil, dünyada, tarihte, hatta gündelik hayatımızın içinde örnekleri olan bir karakter.

Bu resim aklımıza bir yandan da içinde bulunduğumuz pandemi sürecini getiriyor. Bu aile bu dönemde eve kapandığında neler olurdu?

Pek çok ailede ne oluyorsa onlar olurdu. Yine tek kişilik kalelerde, herkesin tek kişilik ekranından dünyayı algılamaya çalıştığı, bir araya yemek sofralarında ya da kanepede bir şey izlerken gelindiği, iletişimin mümkün olduğu kadar az kurulduğu, sözel iletişimin ciddi bir sözel şiddete dönüştüğü bir hayat yaşanırdı. Bu ailenin ötesinde beni pandemide en çok düşündüren şeylerden biri evde şiddet gören kadınlardı. Bu kadınların kaçacak hiçbir yeri yoktu ve pek çok kadın bu şiddeti dile getiremedi. Bu onlar için bir utanç kaynağı olabilir ya da başlarına gelenleri dile getirecek mecraları olmayabilir. Pandemiyle beraber kazanılmış insani hakları bile tek tek kaybediyoruz. Yaşayacak bütün alanlarımız iyice sıkıştırılıyor, modern hayatın getirdiği diğer sıkışıklıkların üstüne bir de pandeminin getirdikleri bizi iyice zayıflatıyor. Bunun içinde şiddet gören ya da cinsel istismara uğrayan kadınlar, çocuklar ve hatta erkekler de var.

Selma’nın doktor olması öyküye pandemi döneminde başka bir boyut da katabilirdi.

Büyük krizler yaşadığında Selma’yı hep ayakta görüyoruz. Sinan evde, depresyon içinde kendi yaptıklarıyla yüzleşirken Selma kapı kapı dolaşıyor. Selma filmin sonuna doğru güçleniyor, o son araba yolculuğunda bile kocasından daha güçlü bir tablo çiziyor. Birkaç doktor arkadaşım var, daha senaryo aşamasında özellikle kadın doktor arkadaşlarıma sık sık danıştım. Bu insanlar olağanüstü. Selma’nın güçlü karakteri doktorluk mesleğine uyuyor, hatta belki bu meslek insanları daha güçlü hale getiriyor. Selma’nın zor şartlarda kontrolü eline alması, pandemi ortamında binlerce doktorun sorumlulukla çalışmasıyla paralellik içeriyor. Sanki filmin bir sağlaması yapılmış gibi oldu.

Sinemayla ilişkiniz nasıl başladı?

İstanbul Üniversitesi’nde arkeoloji okudum. Aslında bu yolu bana arkeoloji açtı. Kurmaca konulu bir dersimiz vardı. Bulduğumuz arkeolojik parçaları bir araya getirip orada yaşanan hayata, medeniyete, topluma dair tahminlerde bulunurduk. Çocukluğumdan beri her zaman yazan biri oldum. Yazıyı görselleştirmenin yolu da bir süre sonra sinema oldu. Setlerde çalışmaya başladım. Bir prodüksiyonun her aşamasında çalıştım, casting direktörlüğü ve yardımcı yönetmenlik yaptım. New York Üniversitesi’nde sinema okumaya gittim. İki sene kadar New York’ta kaldıktan sonra Türkiye’ye döndüm. Diyaloglarda kamera açıları üzerine onlarca deneysel kısa film çektim, hâlâ da çekerim. Woody Allen’ın sessiz sedasız başlayıp zamanla izleyiciyi koltuğa bağlayan filmlerini severim. Haneke’nin tekinsiz anlatımına hayranım. Daha geride Billy Wilder, Orson Welles, John Huston, Sidney Lumet gibi dev yönetmenlerin sineması da beni çok etkiledi. Özden çok biçime odaklanan bir anlayış var. Bense hikâyeyi izleyiciye hikâyenin ritmiyle anlatma taraftarıyım. Oyuncularımla çekim öncesi günlerce konuşurum, onlara bir şeye dikte etmekten çok karakterle kendilerinin buluşması için çabalarım… Bilmemek’te çok değerli oyuncular ve kusursuz bir film ekibiyle çalıştığım için kendimi şanslı hissediyorum.

39. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma kategorisindeki tek kadın yönetmensiniz. 2018’de Cate Blanchett’ın başını çektiği ve uluslararası film festivallerinin imzacısı olduğu 5050×2020 hareketi film sektöründeki cinsiyet eşitsizliğine karşı büyük bir mücadele başlattı. Antalya Film Festivali de imzacılar arasında yer alıyor. Bu harekete ve sinemadaki kadın emeğinin görünürlüğüne ilişkin yazar-yönetmen bir kadın olarak ne söylemek istersiniz? Bilmemek’te yoğun bir kadın emeği olduğunu da biliyoruz.

Bir “yönetmenler” var, bir de “kadın yönetmenler”… Ayrımı böyle yapmanın kendisi bile gizli bir faşizm içeriyor bence. Kadın nerede hakkıyla var ki, sinemada olsun? Kadının sinemadaki yeri maalesef dünyada hak ettiği yerde değil. Sadece sinemayla da sınırlamamak gerekiyor bunu. 5050×2020 aslında çok manidar, yerinde bir hareket. Ne kadar, nasıl hayata geçiyor, bilmiyorum. İmza atmasına rağmen geçen Venedik Film Festivali’nde seçilen filmlerin içinde kadın filmleri yoktu bile. Bu anlaşmalara imza atmak sadece “bunların arkasında duruyorum” demek olmamalı, bu tip şeyleri sahiplenmek gerekiyor. Bunların sahiplenilmesi de kadınların hareketini, kadınların varlıklarını göstermesini, dayatmasını gerektiriyor. Dolayısıyla bu, karşılıklı bir şey. Kadınlar örgütlendikçe, bir araya geldikçe, görünür güç haline geldikçe artık gözden kaçmayacaklar. Bilmemek’te eğitimli, doktor bir kadın bile bir noktaya kadar kocasının uyguladığı zorbalığa boyun eğiyor. Boyun eğmesinin de kendini haklı çıkaran sebepleri var…
Bilmemek, sizin de söylediğiniz gibi, çok sayıda kadının emeğiyle çekildi. Yapımcı Evren Parlar, görüntü yönetmeni Meryem Yavuz, yardımcı yönetmen Simin Sinkil, kostüm Ferah Doğan. Kamera grubuna kadar her yerde kadınlar vardı. Ve elbette Senan Kara.

Pandemi sırasında en çok düşündüren şeylerden biri evde şiddet gören kadınlardı. Bu kadınların kaçacak hiçbir yeri yoktu ve pek çok kadın bu şiddeti dile getiremedi. Pandemiyle beraber kazanılmış insani hakları bile tek tek kaybediyoruz.

Siz karantina sürecini nasıl geçirdiniz?

Zordu. İlk hafta sanki bu bir tatilmiş de bir hafta sonra evimize dönüyormuş gibiydi, ama zaman geçtikçe bilmeme durumunun içinde olduğumuzu gördüm. Bu yönüyle bana filmi yeniden yaşattı. Dünyada bir şeylerin değiştiği, fakat yolun sonunu görmediğimiz, ortada dolaşan bilginin hiçbir şekilde gerçek bilgi olup olmadığını ya da bilginin nereden geldiğini bile bilmediğimiz bir dönemdi. Bu bilmezliğimizle yüzleştiğimiz bir dönem yaşadığım için bundan payımı aldım doğrusu. Kolay geçmedi, ama mümkün olduğu kadar okuyarak, seyrederek, yazarak atlatmaya, geçirmeye çalıştım. Netflix’te birçok dizi seyrettim. Örneğin 1989’da Central Park’ta gerçekleşen bir cinayet sonrası haksız yere suçlanan beş siyah genç erkeği konu alan When They See Us. Çok ağır bir diziydi. Gerçek hayat hikâyesi olması beni iyice allak bullak etti. Sinema vazgeçemediğim bir şey olduğu için dünya sinemasını da mümkün olduğunca takip ettim. Avrupa sinemasından seyretmediğim filmleri seyrettim. Dünya festivallerinde gösterilen ve izlemeye fırsat bulamadığım filmleri izledim. İyi ki varlar dediğim çok sevdiğim yönetmenler var. Mesela Paul Thomas Anderson en çok sevdiğim yönetmenlerden biri. Pandemi sürecinde onun filmlerini yeniden seyrettim. There Will Be Blood en çok sevdiğim filmi. Çok sevdiğim birkaç kitabı yeniden okudum. Uzun zamandır Yaşar Kemal okumamıştım. İnce Memed’i lisede okumuştum. Bir Ada Hikâyesi’ni almıştım, ama başlayamamıştım. Dedim ki son kitabına başlamadan önce İnce Memed’i yeniden okuyayım, o inanılmaz gözlem gücüne tekrar tanık olmak harikaydı. Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde serisinde okumadığım iki kitap kalmıştı, onları okudum. İlahi Komedya dahil tekrar okumalar pandemi günlerinin modası oldu. George Saunders’le tanıştım. Amerikalı bir distopik öykü yazarı, daha önce hiç okumamıştım ve çok hoşuma gitti.

Yaşadığımız zamanları bir tür distopya olarak tarif eder misiniz? Pandemi bu distopya söylemine nasıl bir etki yaptı sizce?

“Yeni normal” başlı başına distopik bir duygu yaratıyor bende!

Sizce “yeni normal” nedir?

Yeni bir düzen içindeyiz ve yeni düzenin normları var. Bu normlara uymak zorundayız. Artık vedalaşıyoruz geçmişimizle. Bu yeni normlar ne demek? Mümkün olduğu kadar birbirimizle insani teması kesiyoruz. Sosyalleşemiyoruz. Mesela ne kadar oldu sinemaya gitmeyeli? Ne zaman sinemaya gideceğiz? Ne zaman bir konserde hiç tanımadığımız insanlarla yan yana geleceğiz? Ne zaman bir tiyatro oyununu yan yana alkışlayarak seyredeceğiz? Bilmiyorum. Bu yeni normlarda ve yeni düzende yaşamak, bunun ne kadar süreceğini bilmemek, bunun kalıcı mı geçici mi olduğuna dair hiçbir şey bilmemek; hele de bazılarının her şeyi biliyormuş gibi davranmalarına tanıklık etmek son derece şaşırtıcı geliyor. Faşizmin ortasında insanlar yemek resimlerini paylaşıyor. O yönüyle kendimi distopik bir sinema filmi izliyormuş gibi hissediyorum zaman zaman.

Pandemi döneminde hülyaları zedelenenler Sinan, Selma ve Umut gibileri oldu. Onların bu dönemde yeni normalleri ne olurdu? Yaşadıklarından ders çıkarırlar mıydı?

Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum dersler çıkartırlar mıydı… Keşke bunu bilseydim. Biz pek çok yönümüzle o kadar çok Sinan, o kadar çok Selma’yız ki. Aynı zamanda Umut’uz ve çıkarttık mı dersimizi acaba? Bilmem ki.

^