SOKAK SANATÇISI İZİNSİZ’LE BİRLEŞİK İSYAN MARKETLERİ ÜZERİNE

Söyleşi: Çiçek Tahaoğlu
22 Kasım 2020
SATIRBAŞLARI

Şu sıralar, İstanbul’da market reyonlarında “Birleşik İsyan Marketleri (BİM)” etiketli “ürünlere” denk gelebilirsiniz. Et reyonlarının dondurucularına serpiştirilmiş “kaynatmalık taş” paketleri de BİM etiketini kullanan sokak sanatçısı İzinsiz’in yerleştirmelerinden. İzinsiz bir duvarda, bir reklam panosunda, markette ya da hastane bahçesinde bir anda beliriveren ve genellikle birkaç saat içinde silinen işlerinde yoksulluğu, geçim derdini, siyasi baskıları ele alıyor. Yaptığı duvar resimleri nedeniyle tutuklanıp hapis yatan İzinsiz, yoksulluğun getirdiği çaresizlik kaynaklı intiharları konu alanı işi nedeniyle “Devletin egemenlik alâmetlerini alenen aşağılamak” suçlamasıyla yargılanıyor. Önceki yıllarda yaptığı resimler nedeniyle “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla da karşı karşıya. 17 Aralık’ta ikinci kez hakim karşısına çıkacak İzinsiz’den sokağı, sokaktaki insanların dertlerini, geçim sıkıntısıyla iç içe geçen sanatsal üretimini, hapishane sürecini, hakkındaki suçlamaları dinliyoruz.
İzinsiz

Sizin için sokağın, “kamusal alana” iş yapmanın anlamı nedir?

İzinsiz: Benim yaptığım şey sokaktaki insanlar hakkında, sokak hakkında. Yani kamusal alanla neyi kastediyorsanız, onun içine dahil olan her şeyle ilgili. İşlerimi sokaktaki insanların hiç göremeyeceği bir yerde sergilemem saçma olur. Şunu da diyebilirsiniz, “Bu insanlar bunu yaşıyorlar, bir de senin resminle görmeye ihtiyaçları var mı?” İhtiyaçları yok, ama şu anda evden dışarı çıktıklarında gördükleri şeylere ihtiyaçları var mı? Yaşadığımız yerdeki duvarlar ne kadar bizi yansıtıyor? Evimden çıktığımda gördüğüm şeyler ne kadar bana dair? Bu işler o insanlara dair. Sanatçılar için eğitim sürecinden başlayarak sürekli bir ispat ihtiyacı oluyor. Önce usta-çırak ilişkisi, sonra hocalar aradan çekiliyor, bu defa para sahipleri, sanata yön veren kim varsa onların onayını alıyorsunuz. Sokakta bunlar yok. Hoca yok, müşteri yok, seni satan biri yok. Eğer özgürlüğü arayan biri varsa, bir şeyler üretirken bence sokağı denemesi lâzım.

Yaptığınız işi “guerilla art” olarak adlandırıyorsunuz, nasıl tanımlıyorsunuz “guerilla art”ı?

“Sokak sanatı” benim için biraz genel kaçıyor. Diğer sokak sanatı örneklerinden kendisini ayıran protest bir içeriğe, sokaktaki rutin akışa duvar resimleri veya çeşitli yerleştirmelerle müdahale eden reflekslere sahip. Reklamcıların bir pazarlama biçimi olarak kullandığı “guerilla marketing”in özünü taşıyor. Ama reklamcıların aksine, size bir ürün satmak için yalan söylemiyor. Tabii işin operasyonel bir kısmı da var. Bir iş yapacağımız zaman önce keşif süreci var: Bunu nasıl yapalım, hangi malzemeyi kullanalım, nasıl ucuza getirebiliriz, orada güvenlik var mı, bize sıkıntı çıkarırlar mı, iş burada ne kadar dayanır, gibi… Kimileri “bir sonraki eyleminiz ne zaman?” diye soruyor, kimileri bunu “gerçek sanat” olarak görüyor. Kimisi çok ciddiye almıyor. Kimisi de mahkemeye veriyor. Takdirleri, yakıştırmaları izleyici veriyor. Ben kendimi nasıl tanımlarsam tanımlayayım, pek bir önemi yok aslında. 

İzinsiz (Ekim 2015)

Sokağa iş yapmanın ne gibi riskleri veya cezai yaptırımları var?

Çoğu arkadaşımın karşılaştığı şey “kamu malına zarar vermek”, “özel mülke zarar vermek” suçlamaları. Kabahatler Kanunu’na göre bir para cezası var, karakoldan bırakılıyorsunuz. Çoğu zaman uyarıyla bırakıyorlar. Ama ilk kıstas politik bir şey yapıp yapmamanız. Mesela duvara çiçek çiziyorsunuz, kamu görevlisinin ilk baktığı şey politik olup olmadığı. Çiçek çizmekte sorun yok gibi geliyor ama, karanfil çizerseniz, birazcık sıkıntılı olabilir.

Sansürden çok otosansür var. Emeklerim para etmiyor, sözüme de sahip çıkmazsam elimde ne kalacak? İşlerim doğrudan yaşadığım hayatla ilgili. Yanlış bir şey varsa, yaşadığım hayat yanlış. Bunun sorumlusu da ben değilim.

Siz toplumsal ve politik konuları ele alan işlerinizle tanınıyorsunuz…

Ben toplumsal duyarlılığı esas alan işler yapıyorum. Anlatılan benim hikâyemdir. Bunların hayatımda doğrudan karşılığı olmasa, sadece bir anlatıcı olurum. İnsanlar yoksulluktan, açlıktan intihar ediyor. Bu, dışarıdan okuduğum ve geçtiğim bir haber kupürü gibi değil. Ben de aynı sıkıntıları yaşıyorum. Bu durumda da buna kayıtsız kalıp başka bir şey üretemiyorum. Herkes konumlandığı yerden bir şeyler yapıyor. Şundan çok korkuluyor, “aman politik sanat yapmayalım”. Bu bir günahmış gibi, suçmuş gibi. Aslında mesele gündelik hayatın kendisinin politik olup olmadığını idrak etmekle alakalı. Mesela seçim dönemi herkes seçim konuşuyor, ama benim derdim seçim değil, geçim. Bunun hükümetle ya da yerine aday olduğunu söyleyen muhalefetle ilgisi yok. Çünkü kimse bizim günlük derdimizi yakalayamıyor. Ben sokakta anlattığım insanlardan zaten birisiyim. Ama mesele böyle olunca başınıza “kamu malına zarar”dan daha büyük dertler açılabiliyor.

İzinsiz (Haziran 2018)

Kabataş’ta Martı projesinin panolarındaki Devrim Erbil resimlerinden birinin üzerine yaptığınız işin ardından tutuklandınız, değil mi?

O işi yaparken çevremdeki insanların tepkileri başıma gelebilecek potansiyel tehlikelerden daha çok endişelendirdi beni. Aslında çoğu zaman böyle oluyor. Derdinizle, sıkıntılarınızla ilgili bir şeyler anlatmaya başladığınızda, bir radara takılıyorsunuz. Artık geyikleri bile yapılıyor, “Silivri soğuktur” falan diye. Ama hiç güldürmüyor. Türkiye’de sansürden çok otosansür var. Yetkililerin sizi susturmasına gerek kalmadan, siz birbirinizi susturuyorsunuz. “Aman abi, bunu yapmayalım, başımız derde girmesin”. Bu endişelerin haklı temeli olabilir, ama mesele biraz da insanların özgür ifadelerine sahip çıkıp çıkmamasıyla da alakalı. Emeklerim para etmiyor, sözüme de sahip çıkmazsam elimde ne kalacak? Benim işlerim doğrudan yaşadığım şeyle ilgili. Yanlış bir şey varsa, benim yaşadığım hayat yanlış. Bunun sorumlusu da ben değilim. Biliyorum ki, bu yaşadıklarımı milyonlarca insan yaşıyor. Yaptığım işin haklılığı o kadar ortada ki, bunun suç olup olmadığını düşünmek yaşadığınız zamandan habersiz olduğunuzu gösterir. 

Geçim sıkıntısı nedeniyle yaşanan intiharları ele alan işi yaptığımda yedi aydır işsizdim. Hâlâ işsizim. Kendimi daha nasıl ifade edebilirim, daha ne çizebilirim? Durumu ne çırılçıplak gerçekliğiyle versem daha fazla anlam taşıyor, ne de bunu daha fazla ironikleştirebiliyorum. Artık bunun parodisini yapamıyorum. 

Size yöneltilen suçlamalar neler?

Açıkçası tam olarak neyle suçlandığımı anlamadan cezaevine girdim. Sorguda konuyu tahmin ettim tabii, ama suçlamaların somut karşılığını anlamadan girdim. Cezaevine ilk girdiğinizde size bir kart veriyorlar, üzerinde suçlama yazıyor. Bana verdikleri kartta TCK 299 (Cumhurbaşkanına hakaret) yazıyordu, TCK 301’den de (Devletin egemenlik alametlerini alenen aşağılamak) yargılandığımı daha sonra öğrendim. O sırada yaptığım iş haberlere çıkmış ve beni televizyonda çoktan yargılamışlar, cezayı vermişler. Hep “tuhaf”, “garip” falan diyorlar. Anlamamışlar. Ama bunun bir suç olduğundan eminler, ne kadar suçlu olduğumu tartışıyorlar. Bütün bunları çıktıktan sonra izledim.

İzinsiz’in TCK 301’den suçlanarak yargılanmasına sebep olan, Devrim Erbil’in Kabataş’taki şantiye panosunda sergilenen resminin üzerine yaptığı müdahale. (Şubat 2020)

301’den yargılanmanızın sebebi ne?

301’den yargılanmama sebep olan çalışma uzun bir süredir art arda devam eden, geçim sıkıntısı nedeniyle yaşanan intiharlar hakkında. Zaten Twitter adresime, daha önceki işlerime ya da sigorta kayıtlarıma baksalar, benim gündemim bu. Bir ses çıkartmak yerine sessizce intihar etmek mi lâzımdı? Masumiyetim ve vicdani üstünlüğüm içimde o kadar net ki… Beni bir tek intihara özendirme mevzusu düşündürdü. İntihara dair haber ve görsellerin intihara özendirdiğine dair araştırmalardan bahsediyorum. Ama intiharı gizlediğinde ya da üstünü örttüğünde intihara giden sebebi yok etmiş olmuyorsun. Yani yaptığımı sorguluyorsam, tek sorgum bu.

Grafitinin soylulaştırmaya hizmet edişi yapanların bile hesap edemeyeceği şekilde gerçekleşti. Kapitalizmin ağaç meselesi gibi. gölgesini satabiliyorsa, izin veriyor. Bir noktadan sonra insanlar “Gelin burayı da boyayın” demeye başladı.

Cezaevi koşulları nasıldı?

Daha önce çok kez polisle-bekçiyle karşı karşıya geldim. Ama hayatımda ilk defa cezaevine girdim. Silivri 9 nolu’da kaldım. Cezaevine girdikten sonra, herkesin “Silivri” diye bahsettiği yerin, yani o şöhretin 9 nolu’ya ait olduğunu öğrendim. Orada, mahkûmların “gelgeç”, memurların ise “hakaret koğuşu” olarak tanımladığı koğuşta kaldım. Şunu söyleyebilirim; cezaevi, eğer bir vicdan sahibiyseniz ve birinin canını yaktıysanız, korkunç bir yer. Çünkü insanın yapayalnız kaldığı, yaptığı şeyle yüzleştiği, o çırılçıplak gerçeklikle baş başa kaldığı bir yer. Ben ne yaptım? Nasıl bir hata yaptım da buraya düştüm? Bunları soruyorsunuz. Ben de merak ediyordum burada ne işim var diye. Ama bunun cevabını biliyorum. Birinin canını yakmadım ben. Ürettiğim işlerle ilgili vicdanen çok rahatım. Benim yaptığım şey suç barındırmıyor. Ne yazık ki kendinden olmayana bakarken, orada suç arayan insanlara dönüştü toplum. “Suç” ve “suçlu” insanların kafasında yarattığı ve zamana, duruma göre değişebilen şeyler olmamalı.

Tüm bu süreç hayatınızı nasıl etkiledi?

Geçim sıkıntısı nedeniyle yaşanan intiharları ele alan işi yaptığımda yedi aydır işsizdim. Hâlâ işsizim, hâlâ geçim sıkıntısı yaşıyorum. Benim için gündem pek değişmedi. Artık kendimi daha nasıl ifade edebilirim, daha ne çizebilirim, bilemiyorum. Bu durumu artık ne çırılçıplak gerçekliğiyle versem daha fazla anlam taşıyor, ne de bunu daha fazla ironikleştirebiliyorum. Zaten o kadar saçma bir durumdayız ki, artık bunun parodisini yapamıyorum.

İzinsiz (Kasım 2020)
 

Marketlere “kaynatmalık taş” bırakma işiniz var bir de, o nereden çıktı?

Marketlere bıraktığım paketlenmiş “kaynatmalık taş” işi de tam böyle bir şey. “Açlıktan taş kaynatmak” eskilerin fakirlik anlatısıdır. Gerçekten markette kaynatmalık taş mı satılması gerekiyor? Ne kadar yoksullaştığımızı anlatabilmek için daha ne yapabiliriz? Evet bu size biraz abartılı gelebilir. Ama zaten amaç, bu abartının herkes için kötü bir gerçekliğe dönüşmemesi.

Geçim sıkıntısı çekerken, sanatsal üretime nasıl devam ediyorsunuz?

Zor oluyor. İnsanlar “nasıl ya, sen paranı sokağa mı atıyorsun” diyorlar. Eskiden bir kariyerim vardı, gerekirse günde 17 saat çalışıyordum ve oradan kazandığım parayı “sokağa atıyordum”. Şimdiye kadar yaptığım işleri somut para alışverişinden uzak tuttum. Hem bağımsız olsun, hem para ve beğeni için yapmayayım. Gerçekten ben ne hissediyorsam, ne istiyorsam onu yapabileyim. İşsiz kalana kadar kendim finanse ettim. Belediyelerden, sanat simsarlarından, festivallerden uzak tuttum. Ama maalesef artık bunu pek devam ettiremiyorum. Her ne kadar “satmak” kelimesini kullanmak istemesem de, işlerimi satmaya başlamanın eşiğindeyim. Bunun bir galeriyle, küratörle olacağına inanmıyorum. O yüzden doğrudan ben yapayım, onu isteyene benim elimden gitsin, diye düşünüyorum. Bunun için kullanacağım isim BİM (Birleşik İsyan Marketleri) olacak. Toptan fiyatına perakende sanat.

Yeşillendirme mi daha iyi, yoksa grafiti mi daha güzel oldu?” Bunun üzerinden tartışılıyor. Ama o duvarın arkasında bir şey var. O binalar ne zaman yapıldı? Kim yaptı? Ya o binaların içlerinde, arkasında neler var? Daha önce orada kimler yaşıyordu? O duvar neyi gizliyor?

Peki bir gecede yapılan ve kısa süre sonra silinen bu işlerin sanatçı için maliyeti ne kadar?

En ucuz ve en hızlı yapma şekli olduğu için stencil’ı tercih ediyorum. İlk örnekleri mağara resimlerine kadar uzanan, “Blek le Rat” mahlaslı Fransalı sanatçının sokak sanatına kazandırdığı bir yöntem. Aslında Banksy’e özel bir şey değil bu, “stencil” bir duvar resmini en hızlı yapma yöntemlerinden biri. Çünkü çoğu kısmı sokağa çıkmadan önce tamamlanıyor.

 Başka yöntemler de kullanıyorsunuz ama…

İzinsiz, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi bahçesi (Kasım 2017)

Bu, yöntemlerden sadece biri. Yerleştirmeler de kullanıyorum. Mesela Düşünen Adam’ın tutuklanması fikri bana ironik geldi. Bunu Ahmet Şık’ın tutuklanmasının ardından yapmıştım. Eğer imkânlarım olsaydı, heykelin boyutlarına uygun gerçek bir pranga yapardım. Bunu yapamayınca, o fikri mümkün kılacak daha farklı yöntemler aramaya başlıyorsunuz. Maalesef daha klişe bir hale geliyor. Strafor küreden pilates topuna kadar farklı şeyler denedim. İlk getirdiğim malzemeler heykelin yanında küçücük kaldı. Sonra sahilde dev bir duba buldum, pranganın topu için bunu kullandım. Daha sonra yuvarlak kek kalıbıyla birleştirip, eline değil de ayağına pranga şeklinde taktım. Yani geçim sıkıntısı işlerin üretimini de kötü etkiliyor.

Diğer taraftan sokak sanatları popülerleşiyor gibi görünüyor. Grafiti eskiden gettoyla ilişkilendirilirken, şimdi tam tersine mahallelere “değer katan” bir hale geldi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Her yerde şantiyeler var, her şey gri. Etrafta doğru düzgün yeşil alan yok. İnsanların bankta oturup sohbet edecekleri yer yok. Yaşadıkları yere aidiyet hissedemiyorlar. Evlerinin içinde de hissedemiyorlar. Sonra bunların içinden bir grup çıkıyor, mahallelerini boyuyorlar veya uzak yerlere gidip kendilerini gösteriyorlar. Ve bir rutini kırmış oluyorlar. Önce bir “vandallık”, sonra da kentsel soylulaşmanın bir parçasına dönüşüyor. Karaköy’de yaşadığımız gibi mesela. Karaköy nalburlarla doluydu, orada genelevler olduğu için belli bir saatten sonra insanların, özellikle kadınların geçmeye çekindiği bir mahalleydi. Daha sonra oraya bir grafiti yapıldı, bir tane daha, bir tane daha. Sonra bilmem kaçıncı nesil bir kahveci açıldı. Sonra kahveciler kapandı, gece kulüpleri açıldı. Sonra da nargilecilere falan dönüştü. Bizi bir yere itiyorlar, orası parlıyor, oraya tutunuyoruz. Sonra orası bitiyor, oradan da kaçıyoruz. Şimdi Kadıköy kaldı, belki Beşiktaş. Peki orası ne kadar dayanacak? Grafitinin soylulaştırmaya hizmet edişi, yapanların bile hesap edemeyeceği şekilde gerçekleşti. Biraz kapitalizmin ağaç meselesi gibi. Eğer gölgesini satabiliyorsa, izin veriyor. Bir noktadan sonra insanlar “Gelin burayı da boyayın” falan demeye başladı.

Duvar resmi: Esk Reyn, İstanbul (Ekim 2020)

Geçtiğimiz haftalarda, İBB’nin önceki dönemlerde yapılan maliyetli duvar bitkilerini söküp yerine duvarları boyatması üzerine, İBB ile hükümet arasında bir atışma çıktı, grafiti konusu sosyal medyada da bolca tartışıldı. Bu tartışma ne düşündürdü size?

Herkes “duvara dikey yeşillendirme mi daha iyi olur, yoksa grafiti mi daha güzel oldu?” diye soruyor. Bunun üzerinden tartışılıyor, ama kafayı kaldırdığımızda o duvarın arkasında bir şey var. Mesela binalar var. O binalar ne zaman yapıldı? Kim yaptı? Ya o binaların içlerinde, arkasında neler var? O binalardan önce orada kimler yaşıyordu? Asıl mesele bu, duvarı nasıl süslediğiniz değil. O duvar neyi gizliyor? Dikey yeşillendirmedense yatay grafitiyi mi tercih ederim? Açıkçası, benim boktan hayatımda hiçbir şeyi renklendirmiyor ikisi de. Yani diyorlar ya “grafiti bence güzel, çünkü hayatımızı renklendiriyor”. Bence biz sokak sanatçıları hayatı renklendirebilme yeteneğine sahip değiliz. Ben resme odaklanmıyorum, resmin arkasında neyi gizlediğine odaklanıyorum. Yapan arkadaşın emeklerinden bağımsız bir şekilde, bu tartışma iki tarafın çatışmasına, ucuz bir yarışmaya dönüştü. Hatta yapan arkadaşın ismi bile geçmedi, onun emeği ya da çalışmanın kendisi konuşulmadı. 

^