ESERLERİ SANATÇILARINDAN AYIRABİLİR MİYİZ?

Emre Yeksan
20 Aralık 2020
Apollo ve esin perileri, Heinrich Maria von Hess, 1826.
SATIRBAŞLARI
Sevdiğimiz, esinlendiğimiz, feyz aldığımız bir edebiyatçı, bir sanatçı benimsediğimiz değerleri kökten ihlâl eden bir fiilin faili olursa ne yapmalı? Yaratıcısıyla birlikte eserleri de silmeli mi, eserlerle yaratıcısını ayırıp failin eserleriyle muhabbeti sürdürmeli mi? Zor sual, kolay cevabı yok. Belki de suali değiştirmeli. Buyurun tartışmaya…

Son yıllarda sıklıkla gündeme gelen bir soru var: Bir şiddet eyleminin, tacizin ya da nefret suçunun faili olduğunu bildiğimiz birisi tarafından üretilen bir sanat eseriyle ilgili nasıl bir yaklaşım içinde olmalıyız? Eserler üreticilerinden bağımsız değerlendirilebilir mi? Yoksa, eser ve sanatçı kavramları tarihsel ve ekonomik olarak birbirinden ayrılamayacağı için, üreticilerine karşı politik ya da etik sebeplerle tavır alma ihtiyacı duyduğumuz eserlerden de uzak durmalı, onları kendi kişisel tarihimizden de silmeli miyiz?

Bu soruların açtığı alan yalnızca politik eylemlerimizin kapsamı ya da boykot gibi araçların kullanışlılığına dair bir tartışmayla sınırlı kalmıyor. Eserlerle kurduğumuz ilişkinin temelinde yatan kültür endüstrisi işleyişi, sanatsal üretim pratikleri ve günümüz kapitalizmi koşullarında sanatçı olmanın ne anlama geldiği üzerine de hayli düşündürücü sorular bunlar. Peki, gerçekten ne yapmalı? Bunun muhtemelen tek bir cevabı yok, ama toptanlaştırıcı ya da keskin görünse de ortaya birtakım fikirler atmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Geleceğe dönüş: “İkon kırıcılık”

Bu sebeple de sonda söylenecek olanı baştan söyleyerek konuya giriş yapacağım. Tek tek eserlerin de toptan külliyatların da boykot edilebileceğini, bilinçli bir şekilde unutulmaya terk edilebileceğini, daha iddialı ve provokatif olmak gerekirse parçalanabileceğini, hatta yakılabileceğini düşünenlerdenim. Bu söylediğim ilk anda faşizm pratiklerini, ya da Fahrenheit 451 gibi distopyaları hatırlattığı için kulağa rahatsız edici gelebilir. Fakat bu rahatsızlığın hazır bir tepkiyi tetiklemekten ziyade düşünmeye sevk edecek bir şey olmasını umuyorum.

Kültür üretimiyle kurduğumuz ilişkiyi bir ayrıcalık çerçevesinden düşünmeye devam ettikçe, sanata yüce bir değer atfettikçe, eserlere ve üretenlere koşulsuz hayranlık besledikçe, duvarlara toslamamız kaçınılmaz. Benjamin’den beri şunu biliyoruz: “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.”

Buradakine benzer bir düşüncemi birkaç yıl önce, Bernardo Bertolucci’nin Paris’te Son Tango filminde uyguladığı kabul edilemez çekim pratikleri ortaya çıktığında sosyal medyada da paylaşmıştım.[1] Yönetmenin isminin sinema tarihinden silinmesine itiraz etmeyeceğimi söylemiştim. Bu öneriyi geçtiğimiz yıl içinde ABD ve İngiltere’deki kölelikle ilişkisi olan tarihsel figürlerin heykellerinin parçalanmasıyla birlikte düşünebiliriz. Elbette ki bu iki örnek arasındaki tarihsel arka plan ile politik ve estetik farklar göz ardı edilemez. Ama kategorik olarak herhangi bir eserin parçalanamayacağını, yakılamayacağını söylemek bence zorlama bir tavır olur. Zaten esas tartışma da nelerin bundan muaf tutulabileceği ya da tutulması gerektiği sorusuyla başlıyor.

Bana kalırsa, bu konuda da meşrebimizi geniş tutmakta fayda var. Örneğin, bugün romanlarından etkilendiğimi farklı mecralarda dile getirdiğim Hasan Ali Toptaş için aynı şeyi söyleme konusunda herhangi bir tereddüt yaşamıyorum. Meselenin daha çetrefil ayrıntılarına girmeden ve bu düşüncenin geri planını tartışmaya açmadan önce, benim için bu tavrın belirleyicisi olan bir noktaya daha değinmek istiyorum.

“Sanat pis bir iştir, ama birilerinin yapması gerekir.” Paris, Jarenete sokağında bir vitrin (Fotoğraf: Siren İdemen)

Genel anlamda sanat üretimine, tikel olarak da eserlere atfedilen yüce değerin sanata dair birçok sorunun da kaynağında yattığını düşünüyorum. Belki kulağa biraz kaba ve nicelikçi bir tavır gibi gelebilir, ama dünyada okunacak, etkilenilecek, beğenilecek çok sayıda roman, çok sayıda film var. Bunlardan birkaçının ya da bir üreticinin bütün külliyatının yok olması fikri, koca bir kültür ve sanat tarihine bakınca beni pek de dehşete düşürmüyor.

Hele ki, itibar ve başarının kapitalist kültür piyasasının o meşum “görünmez eli” tarafından denetlenip yönlendirildiği günümüzde, büyük isimlerin ve külliyatlarının kenara itilmesi minör olan birçok şey için de alan açılması anlamına gelebilir. Dolayısıyla, genel olarak kültür üretimine, özel olarak da tarihsel ve güncel kanonlara atfedilen bu aşırı değeri, bu ayrıcalıklı ihtimamı anlamakta zorlanıyorum.

Bu durumun o eserlerden bazılarını sevip sevmemekle ya da onlardan etkilenip etkilenmemekle de bir bağlantısı yok. Sevmediklerimiz kadar sevdiğimiz eserlerden de aynı şekilde vazgeçebileceğimizi, hatta bunun gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple, bu eserlerden hangi politik gerekçelerle ve ne adına vazgeçebileceğimiz kadar onların aslında neden vazgeçilebilir şeyler olduğu üzerine konuşmak da genel prensipler belirlemek adına önemli. Bu yazıda sorunun bu ikinci kısmına odaklanmayı deneyeceğim.

Sanata sızan barbarlık

Kültür üretimiyle kurduğumuz ilişkiyi böyle bir ayrıcalık çerçevesinden düşünmeye devam ettikçe, sanata aşkın ve yüce bir değer atfettikçe, eserlere ve onları üretenlere koşulsuz bir hayranlık besledikçe, taciz ve şiddet ifşalarındakine benzer başka duvarlara da toslamamız kaçınılmaz olacak. Aslında, Walter Benjamin yazdığından beri şunu biliyoruz: “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.”[2]

Benjamin’in sözü ilk anda kulağa fazla keskin ve genellemeci gelebilir. Ama aslında bu, kültür ürünlerine dair toptan olumsuz yargı üretmek adına söylenmiş bir söz değil. Esasen kapsayıcı ve sistemik bir geri planı işaret ediyor ve bir eserin aynı zamanda kaçınılmaz biçimde bir barbarlık belgesi olması onu kategorik olarak reddetmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Bunu biraz eserin kendine içkin diyalektiği olarak da görebiliriz; o eserlerin kendilerine rağmen o eserler olduğu fikri gibi. Benjamin, sevdiğimiz bir sanat eserinin bu berbat eşitsizlik düzeninde kendini bir şekilde var edebildiğini aklımızın bir yerinde tutmaya çağırıyor bizi. Tarihte tutunabilmiş her şeyin, bir şekilde tutunamamış başka şeylerin yığını üzerinde yükseldiğini hatırlatıyor.

Benjamin’in belirttiği üzere, eserler “varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetlere de borçludur.

Diğer bir deyişle, sanat eserlerinin ortaya çıkmasını mümkün kılan üretim ve piyasa ilişkileri ile maddi ayrıcalıklar ve başarı mitleri yaratan kültür endüstrisi, çalışmak ve hayatta kalmaktan başka bir şey yapma gücü elinden alınan işçilerin, mülksüzlerin ve ezilenlerin yarattığı artı değer sayesinde varlığını sürdürebiliyor. Üretim maliyeti 10 doları bile geçmeyecek, duvara bantlanmış bir muzdan oluşan bir eserin 120 bin dolara satın alınabildiği bir dünyada, o paranın kimin cebinden çalındığını tahmin etmek çok da zor değil. Ya da sinema gibi endüstriyel boyutta işleyen sanat pratiklerini düşünürsek, ne kadar dışında kalmaya çalışırsak çalışalım, film yapım süreçlerinin kapitalist üretim ve sömürü ilişkilerinden azade olamayacağı ortada. Yine aynı şekilde, patriyarkal ayrıcalıkların ve sömürü pratiklerinin, istisnasız bütün erkek sanatçıların faydasını gördüğü sistemik yapılar olduğu bugün tüm açıklığıyla ortaya seriliyor.

Bunlara ek olarak, işin bir de sembolik sermaye, itibar, sosyal alanda sanatçılara tanınan ayrıcalıklar boyutunu düşünürsek, bugünkü şekliyle koca bir kültür endüstrisinin varlığını içinde yaşadığımız eşitsizlik düzeninden devşirdiğini söylemek yanlış olmaz. Bir eserin üretim sürecinin geri planında yatan bu sistemik barbarlık pratiklerini görmezden geldikçe, o eserlerin üreticilerinin bizzat faili olduğu bireysel barbarlıklara şaşırmaya, onlar yüzünden hayal kırıklıkları yaşamaya devam edeceğiz.

Bu sebeple, bir sanat üreticisi ile eserini birbirinden ayrı değerlendirmenin gerekli olup olmadığını sorgulamadan önce yapmamız gereken, sanat eserlerine bir yücelik atfetmekten ve bu eserler üzerinden sanatçıları üstün yetenekli, seçilmiş, özel bireyler ya da dâhiler olarak görmekten nasıl vazgeçebileceğimiz üzerine tartışmak olabilir.

“Sanatı Para Yapar” (Martina Müller’in 2016 tarihli belgesel filmi)

Çünkü bir sanat eserinin, bir kültür ürününün, hatta toplu olarak bir külliyatın neredeyse her zaman tek bir üretici isimle özdeşleştirilmesi, gerçeği tam anlamıyla yansıtmayan bir durum. Bu yaklaşım bir üretim sürecinde cisimleşen kolektif aklın, arka plandaki görünmez emeğin bir şekilde gasp edilmesine ve o eserin üretilmesinde etkili olan kapitalist üretim ilişkilerinin görünmezleştirilmesine yol açıyor.

Kültür ürünlerinin aynı zamanda bir barbarlık belgesi olduğunu söylerken Benjamin tam da bu duruma vurgu yapıyordu. Çünkü bu cümlenin hemen öncesinde belirttiği üzere, bu eserler “varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetlere de borçludur.[3]

Benjamin’in bu ifadesinin ikinci kısmına tamamıyla katılıyorum. Sanat eserlerini, üretilmelerini mümkün kılan bu toplumsal düzenin büyük bir çoğunluğu ezerek ve sömürerek yarattığı imkânlardan ayıramayız. Fakat bence bu tespitin ilk kısmına bir şerh koymak gerekiyor. Benjamin’in olumlu bir atıfla “deha” diye adlandırdığı doğal üstün yetenek vurgusunun, sanatsal üretimin niteliğini kavramak açısından bizi doğru yönlendirmediğini düşünüyorum. Bahsedilen vasfın içeriği belli bir kültürel sermayeden, sistemle müzakere yeteneğinden ve çokça da bireysel ihtirastan oluşuyor.

En azından bildiğim bir alandan bahsetmek gerekirse, sinema dünyasında, kendim de dahil, bu söylediğimi yanlışlayan bir örneğe henüz rastladığımı söyleyemem. Son günlerde sosyal medyada edebiyat dünyası için yazılanlar durumun orada da pek farklı olmadığına işaret ediyor. Bu anlamda sanatçıya atfedilen “yaratıcı zekâ”yı iş adamlarının ya da burjuva siyasetçilerin zekâsından ayırt etmek pek de mümkün değil. Bunu sanatçılığı kötücül bir faaliyet olarak tanımlamak için söylemiyorum. Bütün olumlu taraflarına rağmen durum bu. Var olan kültür endüstrisi sanatsal üretimi bir çeşit serbest meslek, kültür esnaflığı ya da kendi işinin patronluğu olarak pazarladıkça bundan kaçınmak imkânsız.

Politik mücadeleler adına sanat eserleri yok edilebilir, boykot edilebilir, eserlerin içeriğinden ya da eserleri üreten insanların işlediği suçlardan dolayı görmezden gelinebilir ya da görünmez kılınabilir. Bu fikirlerin hepsine açık olmak, her şeyden önce sanatın özgürleşmesini tahayyül edebilmek için gerekli.

Eserler sanatçıların mülkü müdür?

Peki, böyle düşündüğümüzde, eserleri sanatçılara rağmen sevebilir miyiz? Teoride evet, fakat bu, pratikte onları üreticilerine rağmen savunabileceğimiz anlamına da gelmiyor. Bu çelişkili duruma sebep olduğunu düşündüğüm mekanizmayı biraz açıklamaya çalışayım.

İçinde yaşadığımız kapitalist toplumsal düzen ile onun hem ekonomik hem de kültürel kurumları, nihayetinde bize şu bakış açısını dayatıyor: eğer ortada üretilmiş bir eser varsa, dolayısıyla kültürel bir meta söz konusuysa, onun üreticisi konumunda olan bir ana yaratıcı vardır. Bu kişinin söz konusu üretim alanı edebiyat olduğunda yazar, sinema olduğunda ise (bugün hâlâ baskın olan auteur sineması yaklaşımının etkisiyle) yönetmen olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu ana yaratıcı hem hukuki hem de sembolik olarak “eserin sahibi” olarak tanımlanıyor.

Eser sahipliği konusu fikri mülkiyet ve yaratıcı hakları[4] anlayışlarıyla da temas halinde. Bu kavramların kapitalizmle ilişkisi bağlamında sanatçılık kurumuna etkileri üzerine kesinlikle yeniden düşünmek gerekiyor. Bunun temelleri kapitalizmin semirttiği eşitsizlik ilişkilerine, hatta kapitalizmin de öncesine, mülkiyet kavramının ortaya çıkışına, hiç kimseye ait olan arazileri çitleme anına kadar gidiyor.

Düşünsel temelini bu toplumsal arka plandan alan ve sanat üretimini de mülkiyet ilişkileriyle yoğuran bu anlayıştan uzaklaşmak, sanat eserlerini mülkiyet ve güç ilişkilerinden kurtarabilmek bugün için mümkün değil. Çünkü ne toplumsal anlamda ne de kültürel üretim pratikleri anlamında böyle otonom imkânlara sahibiz. Elbette ki bunun temel nedeni dünya toplumuna hâkim olan kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin her yeri kaplayan karakteri.[5] Kapitalizm pratik ve maddi olarak aşılmadığı sürece sanatın özgürleşmesinin de mümkün olduğuna inanmıyorum. Peki verili koşullarda ne yapabiliriz?

“Wolke” (Bulut). Gerhard Richter’in bu tablosu 2013’te, Londra’da açık artırmadaydı.

Bu sorunun cevabını aramaya başlarken ciddi bir yük altında bıraktığım sanatçı kavramını biraz da olsa bu yükten kurtarmak istiyorum. Sanat üreticisinin de herkes gibi, içinde yaşadığı toplumsal düzenin üretim ve mülkiyet ilişkilerine mecburen tabi olduğunu söylemiştim. Fakat sanat eseri ya da kültür ürünü dediğimiz şeyin aslında sadece onu ürettiğini var saydığımız (bir ya da birkaç) kişinin ürünü olmadığını da hesaba katmamız gerekiyor. Biraz metaforik bir tabirle söylersek eğer, bahsettiğimiz sanat üreticilerinin içinde yaşadıkları dönemin, evrenin, dünyanın, toplumun ve coğrafyanın bir çeşit filtresi, damıtıcısı, portalı görevi üstlendiğini düşünüyorum.

Peki o kişi bu görevi özsel olarak sahip olduğu yetenekleri ve onları ortaya koyma iradesi sayesinde mi üstleniyor? Her ne kadar böyle düşünmek hoşumuza gitse de bu bakışın gerçeği gizleyen bir romantizasyon içerdiğini düşünüyorum. Sanatçılık da birçok başka edinilmiş unvan gibi toplumsal yapının organizasyonuyla belirlenen bir şey.

Bir sanatçıya kazandığı itibarı bahşeden bütün sosyal ve sınıfsal geri planı, ırk ve cinsiyete dayalı ayrıcalıkları, o insanı bir eserin sahibi kılan ekonomik ilişkileri, bunlar üzerinden edindiği ve işleme koyduğu sosyal ve kültürel sermayeyi görmezden gelemeyiz. Bireyi üzerinde yükseldiği toplumsallıktan yalıtıp yücelttiğimizde, o eşitsizlik dünyasını da görünmez kılmış oluyoruz. Fakat bu mekanizmayı aklımızdan çıkarmamayı başarırsak sanatçılarla (ve diğer tüm kamusal figürlerle) daha ihtiyatlı ve sahici ilişkiler kurmamız da mümkün olur.

Sanatçıların üstün nitelikli, özel varlıklar olmadığını aklımızda tutarken, bir yandan da birer meta olarak sanat ürünlerinin hem sembolik hem de maddi değerini belirleyen yapının içinde yaşadığımız bu eşitsizlik düzeni olduğunu hatırlamak gerek. Bir sanat eseri neden dengi başka bir üründen daha kıymetli ya da itibarlı kabul edilir? Politik bir perspektiften bakarsak eğer, bir şeyin kıymetini belirlemesi gereken esas olgunun, onun bugünkü eşitsizlik dünyası karşısında hangi mücadelenin aracı olduğu ya da kılındığı olduğunu söyleyebilir miyiz?

İdeal bir eşitlik düzeninde sanatçıların bütün fikri mülkiyet haklarından feragat etmesi ve aynı şekilde bütün eserlerin de bu sahipliklerin boyunduruğundan kurtulması kaçınılmaz olacaktır. Sanatçıların esersiz, eserlerin sanatçısız olduğu bir dünya neden mümkün olmasın?

Öyleyse, şunu diyebiliriz: Politik mücadeleler adına sanat eserleri yok edilebilir, boykot edilebilir, eserlerin içeriğinden ya da eserleri üreten insanların işlediği suçlardan dolayı görmezden gelinebilir ya da görünmez kılınabilir. Bu fikirlerin hepsine açık olmak, her şeyden önce sanatın özgürleşmesini tahayyül edebilmek için gerekli diye düşünüyorum.

O halde şunu da söylemek mümkün: Yapılması gereken, birbiriyle çelişir gibi görünen bu iki tutumu bir arada ortaya koymayı mümkün kılmak. Bir yandan sanatçılara gereksiz bir yücelik atfetmemek gerektiğini, eserlerin onlardan bağımsız kolektif bir zihnin de ürünü olduğunu kendimize sürekli olarak hatırlatırken, diğer yandan bu kültür ürünlerinin, onları üretenlerden bağımsız ve kolektif niteliklerine rağmen, içinde üretildikleri toplumsal ilişkilerin taşıyıcısı olduklarını unutmamak gerekiyor.

Bir ütopya olarak anonimlik

Sanatın özgürleşmesine dair bir ütopyayı ancak bu çelişkili durumu aşmayı sağlayacak, sanatçıyı ve eseri aynı anda azat edecek diyalektik bir sıçramayla birlikte tasavvur edebiliriz. Bir deneme yapmak istiyorum. Mesela böylesi bir özgürleşme bütün eserlerin anonimleştiği bir dünyada hayat bulabilir. Bence ideal bir eşitlik düzeninde sanatçıların bütün fikri mülkiyet haklarından feragat etmesi ve aynı şekilde bütün eserlerin de bu sahipliklerin boyunduruğundan kurtulması zaten kaçınılmaz olacaktır. Sanatçıların esersiz, eserlerin sanatçısız olduğu bir dünya neden mümkün olmasın?

Ancak o zaman bir eseri onu üreten sanatçıdan bağımsız değerlendirme şansına sahip olabiliriz. Diğer taraftan da bu mutlak anonimleşme eser sahibi olan sanatçıların da bu eserler üzerinden inşa ettikleri itibar, iktidar ve seçkinlik yanılgısını ellerinden alacaktır.

Kültürel ve fikrî mülkiyetin de diğer mülkiyet biçimlerine benzer biçimde yarattığı toplumsal ayrıcalıklar ve üstünlük hissi sanatçılar açısından da üretmenin temel motivasyonlarından biri olarak görülüyor. Hatta, Nietzsche ve Foucault perspektifinden bakarsak, sanatın da bilim gibi, temelde bir iktidar arzusuna yaslandığını, hatta bir çeşit ölümsüzlük çabasından beslendiğini varsayabiliriz.

Böyle bir genellemeye katılmasam da bunun sanatçılar açısından azımsanmayacak bir etkisi olduğunu inkâr edemiyorum. Fakat anonimliğin kaçınılmaz olduğu bir üretim biçiminde sanat yapıtı üretecek insanların da bugünkünden farklı bir yaklaşım içinde olacağını tahmin edebiliriz.

Brüksel’de sokak sanatı. (Sanatçı: Jaune)

İçinde yaşadığımız eşitsizlik koşullarında ise, halihazırda inşa olmuş itibarları yerle bir etmek, (#metoo örneğinde olduğu gibi) kadınların ve bütün ezilenlerin elindeki en güçlü ve etkin mücadele aracı gibi görünüyor. Bunun meşruiyeti benim açımdan tartışmasız. Fakat diğer yandan, bir adım sonrasına bakıp sanatın tanıdığı bu itibarın ve iktidarın, dolayısıyla bu kendinde her şeyi hak görme ayrıcalığının nasıl asla inşa olmayacağını düşünmeyi, hayal etmeyi de ihmal etmememiz gerekiyor.

Tüm bunların yanında sanatçı ile okur, izleyici ya da hayran arasındaki ilişki, içerdiği duygusal eşitsizlik boyutuyla kendine has istismar potansiyellerine çok açık ve oldukça sorunlu bir dinamiğe sahip. Bu istismar potansiyeli tabii ki sanat ve kültür alanıyla sınırlı olmayan, çok geniş bir mesele ve basit cevaplar vermenin zor olduğu bir konu. Yine de şunu söyleyebiliriz: Her türlü sınıfsal, cinsel, ırksal ayrıcalık gibi, sanatçı olmanın ve kültür endüstrisinin sağladığı üstünlük yanılgısının da alaşağı edilmesi gerekiyor.

Sanatı özgürleştirmek mümkün mü?

Ütopik hayaller kurduğum anlarda kendime sorduğum şöyle bir soru vardı: Bir devrimden sonra, yani gerçek ve radikal bir eşitlik dünyası inşa edildiği zaman, sanatın artık insanlar için ne anlamı, nasıl bir duygusal işlevi olacak? Diğer yandan, yazar, ressam ya da yönetmen olmanın bize herhangi bir üstünlük ya da ayrıcalık tanımayacağı bir durumda sanat üretmek için ne gibi yeni motivasyonlar ortaya çıkacak?

Sanatı ve kültür üretimini içine sıkıştığı bugünkü kapitalist döngüden ve bu döngünün eserleri güdükleştiren etkilerinden kurtarmanın imkânı bir eşitlik dünyasına dair ortaya konacak ortak hayal gücünde gizli. Bu hayal gücüne esas ihtiyacımız olan nokta ise, eserlerin içeriğinden ziyade kültür endüstrisinin üretim biçimleri ve sanatı besleyen emek ağları üzerine geliştireceğimiz ütopik de olsa alternatif modeller.

Sanatı özgürleştirmenin yolu esasen onu kapitalizmin üretim ilişkilerinden ve eşitsizlik evreninden kurtarmaktan geçiyor. Bu büyük ve iddialı bir hedef. Ama böylesi bir arayış için kafa yormak kesinlikle çok değerli. Çünkü bugünün dünyasında kapitalizmi aşmak, onun ötesini tasarlamak için elimizde hayal gücünden başka bir aracımız yok.

Biz bugünkü koşulları kökten değiştirene kadar sanat eserleri onların ortaya çıkmalarına aracı olan sanatçıların şahsi suçlarının da içinde üretildikleri kapitalist toplumsal ilişkilerden onlara sirayet eden barbarlığın da sorumluluğunu taşımaya mahkûm olacaklar. Sanatın özgürleşmesi yolunda yapmamız gereken şeylerden biri, bir ütopyayı tahayyül etmekse eğer, eserleri onları üreten bireylerden bağımsızlaştırıp anonimleşmelerini mümkün kılacak, herhangi bir bireyin kültür üretimiyle kendisine bir iktidar alanı kuramayacağı o eşitlik dünyası üzerine düşünmeyi deneyebiliriz. Çünkü var olanı yıkabilmek için öncelikle başka türlüsünü hayal etmek gerekiyor. 

[1] Konuya dair detaylar için o tartışmada savunduğum pozisyonun aksini savunan Necati Sönmez’in “İfrat çağı ve ölçüsüz tepkilerimiz” başlıklı yazısına göz atılabilir.
[2] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk (“Tarih Kavramı Üzerine”), Çev.: N. Gürbilek, Metis Yayınları, 1993
[3] agy.
[4] Bunu Fransız hukuku temelli droit d’auteur kavramının karşılığı olarak kullandım. Genel tanımıyla fikri mülkiyetten farklı olarak bir sanat eserinin yaratıcı sorumluluğunu tek bir kişiye ya da belirli birkaç kişiye atfeden yasal düzenleme diyebiliriz.
[5] Bu noktada belki bir strateji önerisi olarak sunulabilecek olan, kapitalizmin etki alanı dışında otonom alanlar ve pratikler kurma fikrinin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Sanatın kapitalist üretim ilişkilerinden kaçabileceği gerçek ya da sanal bir mekân maalesef yok.
^