BOĞAZİÇİ DİRENİŞİNİ ÖĞRENCİLER ANLATIYOR

Söyleşi: Anıl Olcan, Bekir Avcı
10 Şubat 2021
SATIRBAŞLARI
Bir ayı geride bırakan Boğaziçi direnişinde 600’ün üzerinde öğrenci gözaltına alındı, 24 öğrenci ev hapsinde, 11’i tutuklu. Polis şiddetine, iktidarın ve mafyanın tehdidine rağmen öğrenciler geri adım atmıyor. Ne istiyorlar, direnişi nasıl bir motivasyonla sürdürüyorlar, ne yapacaklar? Boğaziçi ve Mimar Sinan Üniversitesi öğrencilerini –isimleri mahfuz– dinliyoruz.
2 Şubat’ta Kadıköy’de düzenlenen eyleme giden bir grup öğrenci

Hafta sonu yoğun bir tutuklama dalgası, ev hapsi kararları ve gözaltına alınan öğrencilerin takibiyle geçti. Bu hafta başında kampüse gittiğinizde arkadaşlarınızın hissiyatı nasıldı? Neler yaptınız kampüste?

Mavi: 35 gündür yaptığımızdan çok farklı bir şey yapmadık. Nöbetin ilk on gününden sonra, nöbet çadırında ancak sekiz-dokuz kişi toplaşıp aramızda “bu direniş sönümlenecek” diye konuşurken, dün okulda 600 kişiydik. Salgın ve final dönemi olduğunu düşünürsek, bu inanılmaz bir sayı. Hafta başında alınan dışarıda eylem yapmama kararı doğruydu. Bu bir toparlanma süreci. Dışarıda eylem yapmaktan vazgeçmedik. Kampüsteki öğrencilerin “ne olacak acaba” diye düşünmeden bir araya gelmesi önemliydi. Bütün okul sloganlarla titredi. “Anıl ve Şilan’a özgürlük”, “Doğu ve Selo’ya özgürlük” gibi o an ortaya çıkan sloganlar attık. Kitlenin en çok atmak istediği, boğazlarını hırpaladığı sloganlardı. 10 kişi tutuklandı, bu yüzden isimleri ikili saydık. Ayrıca, tutuklanan arkadaşlarımıza mektuplar yazdık.

12. Cumhurbaşkanına Açık Mektup nasıl kaleme alındı?

Sarı: Protestolar ilk başladığında okulda forumlar düzenleyip dayanışmamızı nasıl daha demokratik hale getirebileceğimizi tartıştık. Kararlarımızı daha hızla alıp, daha çok kişiye ulaşabilmek için eylem ve basın komitesi gibi komiteler oluşturduk. Daha deneyimli arkadaşlarımız bu komitelerin kuruluşuna öncülük etse de buralar herkese açık oldu. Yani “kemik kadro” gibi bir durum yok, gönüllülük esas. Ses getiren mektup da buralardan damıtılarak oluştu.

Alaattin Çakıcı’nın mektubuyla dalga geçtik, hiçbir karşılığı yok bizde. Fakat günlerdir Boğaziçi Direnişi’nin arkasında “terör örgütü” arıyorlar, Melih Bulu’nun arkasına geçen şahıs ise Alaattin Çakıcı. Biz de artık “Melih Bulu’nun arkasında bir suç örgütü var” diyebiliyoruz rahatça. Daha somut bir kanıt olabilir mi?

Mavi: Söyleyeceklerimizi açık ve net, sansürsüz bir şekilde dile getirip tane tane anlatmaya çalıştık. “12. Cumhurbaşkanı’na…” diye yazılmış olsa da asıl niyetimiz bunu halkın okuması, öğrencilerin neden ayağa kalktığını herkesin anlamasıydı. Yoksa mektubu yazıp 12. Cumhurbaşkanı’na postalardık.

Ülkücü mafya babası Alaattin Çakıcı mektubunuza karşı bir mektup yazdı, kayyum rektöre arka çıktı. Cevabın buradan gelmesini nasıl görüyorsunuz?

Mavi: Alaattin Çakıcı’nın mektubuyla dalga geçtik ve unuttuk, hiçbir karşılığı yok bizde. Fakat günlerdir Boğaziçi Direnişi’nin arkasında “terör örgütü” arıyorlar, Melih Bulu’nun arkasına geçen şahıs ise Alaattin Çakıcı. Biz de artık “Melih Bulu’nun arkasında bir suç örgütü var” diyebiliyoruz rahatça. Daha somut bir kanıt olabilir mi?

Mektuptan sonra “dertleri Melih Bulu değil” sözü de çok söylenir oldu. Derdiniz ne?

Mavi: Elbette tek derdimiz Melih Bulu değil. LGBTİ+fobiden Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğuna, Çorlu tren kazasından Hrant Dink cinayetine, yıllardır olagelen bütün hukuksuzlukları göz önüne seriyor mektup. Çünkü eğer yıllara yayılan bu hukuksuzluk ağı örülmemiş olsaydı bugün Melih Bulu da Boğaziçi’ne atanamazdı. AKP’nin ansızın yaptığı bir hata değil bu atama, ince ince örülmüş bir şey. Öğrenci hareketi ne Melih Bulu’ya isyanla başladı ne de onunla bitecek, direnmeye devam edeceğiz.
12. Cumhurbaşkanı “güçleri yetse bana da ‘istifa et’ diyecekler” diyor. Biz Gezi direnişi olduğunda 13-14 yaşlarındaydık, Gezi’yle büyüdük yani, yüreğimiz “istifa et” demeye yetiyor, ama onlar yüreğimizin yetmemesini murat ediyorlar ki, bu tartışmayı körüklüyorlar. Korkalım, çekinelim ve sadece Melih Bulu’yu konuşalım istiyorlar. Sanırım kafalarında, “bunları sadece Melih Bulu konusunda sıkıştıralım, sonra olmadı Melih Bulu’yu geri çekeriz, böylece direniş biter, daha geniş kesimlere yayılmaz” gibi bir plan var. Ancak, protestolar yayıldı, gözaltılar, tutuklamalar, ev hapislerine rağmen, durdurulamaz bir noktaya gelindi. Okul içindeki yürüyüşlerin bile günden güne nasıl politikleştiğini görüyoruz. İlk günlerde sadece “Melih Bulu istifa”, “üniversiteler bizimdir” gibi sloganları atılırken, şimdi Boğaziçi’nde Boğaziçili olmayan Anıl ve Şilan’ın isimleri yankılanıyor. Normalde Boğaziçi’ne gelen eleştiriler “diğer üniversitelerdeki öğrencileri umursamıyorsunuz, örgütlü öğrencileri sahiplenmiyorsunuz, yalnızca kendi balonunuzda yaşıyorsunuz” yönünde olurdu ve bence bu eleştiriler bir noktada haklıydı, ama biz Boğaziçi fanusunu içeriden kırıyoruz şu anda, mektup da bunun ilanı.

Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri tutuklanan arkadaşları için mektup ve pankart yazıyor

Mektubun temsil ettiği nasıl bir kırılma?

Sarı: İlk başlarda “olayı bu kadar politik hale getirmeyelim, bizim olayımız Melih Bulu’nun atanmış olması, burada bir demokrasimiz var, bunu koruyacağız, rektörün seçimle belirlenmesini istiyoruz” dense de bugün bir kırılma görüyoruz. Bizi biz yapan değerlere sahip çıkmak istiyorsak, bunu tek başımıza yapamayacağız, farkındayız. “Aman, Boğaziçi’ni kurtaralım, özerkliğimize, buradaki yaşantımıza karışılmasın”dan öteye gitmek zorundayız, çünkü bu bir tek bizim sorunumuz değil. Bir kayyumdan bahsediyor ve ona itiraz ediyorduk, ama kayyum sadece Boğaziçi’ne atanmıyor ki, HDP’nin bütün belediyelerine kayyumlar atandı, diğer bütün üniversitelere yıllardan beri kayyum atanıyor. Bu yüzden bu hepimizin davası, hepimizin olayı.

Sözünü ettiğiniz kırılmayı nerelerde, nasıl görüyorsunuz? Mektuba itirazlar da gelmiş galiba…

Sarı: Grup içi konuşmalarda, kampüste, eylem alanlarında fark ediyoruz mesela, ilk başlarda eylemlere tepkili arkadaşlarımızın bugün aynı tepkiyi vermeyişinde görüyoruz. İktidar bizi hedef haline getirmek istiyorsa zaten getiriyor, bunu artık herkes anladı. LGBTİ+ bayrağını mı salladın, hedefsin; Metallica mı dinledin, hedefsin; HDP’ye atanan kayyumdan mı bahsettin, zaten hedefsin. İktidarın bizi hedef alması için bahanesi çok. Bu nedenle en apolitik arkadaşlarımızın bile dönüştüğüne şahit oluyoruz. HDP’nin en uzak ilçesine konan kayyum, bugün artık Türkiye’nin en önde gelen okullarından birine de konuyor. Mesele buralara geldi. Sessiz kaldığı müddetçe nasıl sıranın kendisine geldiğini herkes görüyor. Bir Kürt olarak bu durum açıkçası hoşuma da gidiyor. Çoğu kişinin geç de olsa aydınlandığını, bilinçlendiğini görmek mutluluk verici. (gülüyor)

Elbette tek derdimiz Melih Bulu değil. LGBTİ+fobiden Demirtaş’ın tutukluluğuna, Çorlu tren kazasından Hrant Dink cinayetine, bütün hukuksuzlukları göz önüne seriyor mektup. Bu hukuksuzluk ağı örülmemiş olsaydı Melih Bulu da atanamazdı. Öğrenci hareketi ne Melih Bulu’ya isyanla başladı ne de onunla bitecek.

Mektuba itiraza gelince, mektubu suçlayan aklın iktidarı bugünlere taşıyan akıl olduğunu düşünüyorum. Yirmi yıldır nerdeyse bir akıl tutulması var. Demokrasi yerle bir olmuş, bu gidişata kendi üniversitemizden ses yükseltiyoruz. Neden diğer şeyleri umursamayacakmışız? Bir Kürt olarak bazı tepkiler beni rahatsız etti. “Atatürkçülerin desteğini kaybettiniz”, “haklı olan davanıza gölge düşürdünüz” diyenler oldu. Bunca haksızlığın tek mağduru bizler değiliz, tabii ki diğer haksızlığa uğrayanlarla da dayanışacağız. Hak savunma meselelerinde bir duvar var maalesef. Mektubun Kürtçesi de yazıldığı için olay etnik milliyetçiliğe kadar getirildi. Oysa Kürtçe, bir halkın anadili. Ülkenin durumunu da gösteriyor bu tartışmalar. Bize destek veren bir kesimin desteğinin ne kadar sınırlı olduğunu, sınırların nerede noktalandığını gösteriyor. Fakat, bize her ne kadar “üniversitenizle ilgilenin sadece” dense de inatla dayanışmaya, herkesin hakkını korumaya, bunun için mücadele etmeye, direnmeye devam edeceğiz.

Mektubun akabinde Erdoğan, tam da Osman Kavala davasının görüldüğü gün, Boğaziçi’nin hocalarından Ayşe Buğra’yı, adını anmadan, “Kavala’nın karısı” diyerek hedefe oturttu, buradan da olayı Gezi’ye bağladı. Buna ne diyorsunuz?

Mavi: Öğrencilere yapabilecekleri her şeyi yapıyorlar: gözaltı, tutuklama, şiddet. Şimdi nereden tutacaklar, hocalardan tutacaklar elbette. Ayşe hoca üzerinden yapılan saldırıyı da böyle görüyorum. Ayşe hocanın “Kavala’nın karısı” denerek hedef gösterilmesiyle öğrencilerin abuk sabuk şeylerle hedef gösterilmesi aynı noktada duruyor. Fakat bana kalırsa, hocaların eyleme desteğini artırıyor böyle şeyler. Çünkü hocalar kendi çalışma arkadaşlarını savunmaya bizi savunmaktan daha eğilimliler, çünkü sıranın onlara geleceğinin farkındalar. Bu yüzden hocaların sırt dönme eylemleri çok daha hareketli geçiyor artık, daha kalabalıklar. İktidar bütün bu fişeklerle bizim hareketimizi büyütüyor sadece.

Tutuklanan öğrencilerin isimleri rektörlük binasının önünde

Kırmızı: Yüzyıllar boyunca tarih sahnesinden kadınların ismini silen bir aklın ürünü ve söylemi bu. Geçen gün de “LGBT’ymiş, yok öyle bir şey” demişti Erdoğan. Ayşe hocanın ismini anmayarak onu da yok edebileceklerini zannediyorlar. Tüm bunları Gezi’yle birleştirerek de Boğaziçi’ni hedef tahtası yapıyorlar.

Mavi: Gezi benzetmesinde bu ülkenin devrimci tarihinin karalanmaya çalışıldığını görüyorum. Gezi’yi bizim neslimizin hafızasındaki olumlu görüntüsünden çıkarıp korku ve endişe verici, yeniden tekrarlanmaması gereken bir şey haline getirmeye çalışıyorlar. Bu, iktidarın kendine oy verenlerin korkularını tetiklemek için ürettiği bir söylem. Biraz başarılı da oluyorlar aslında.

Sizde Gezi’nin nasıl bir hafızası var? Bugünkü eylemlerinizde izlerini görüyor, hissediyor musunuz?

Mavi: Gezi sırasında biz 13-14 yaşındaydık. Şu an attığımız birçok sloganı Gezi’den öğrenmişiz. TOMA’nın karşısında bayrak tutan arkadaşımızı gördüğümde, bunun bizim toplumsal belleğimiz olduğunu fark ediyorum. Devrimci tarihin aktarımı iktidarın engelleyebileceği bir şey değil. Bir belgesel izlersin, abin ablan anlatır, bu aktarım gerçekleşir, engellenemez. Bu aktarım ve benzeşmelerin önüne kimse geçemez. Gezi başarılı olmuş mudur, bana kalırsa olmamıştır, ama bir anlamda bizim bugün Boğaziçi’nde direnebilmemizin de sebebi ve kökeni Gezi gibi toplumsal hareketlerdir. Öğrenciler olarak bunun inkârına gitmememiz gerekir, savunma pozisyonuna çekilmemeliyiz. Bu nedenle, gerekirse evet, Boğaziçi Gezi’dir.

Boğaziçi’ne gelen eleştiriler “diğer üniversitelerdeki öğrencileri umursamıyorsunuz, örgütlü öğrencileri sahiplenmiyorsunuz, yalnızca kendi balonunuzda yaşıyorsunuz” yönünde olurdu ve bir noktada haklıydı, ama biz Boğaziçi fanusunu içeriden kırıyoruz şu anda, mektup da bunun ilanı.

Kırmızı: Biz Gezi’ye doğmuş çocuklarız, bu anlamda belli başlı pratiklerimizi ve söylemlerimizi oradan öğrendik. Bu yüzden de kendi sorunlarımızı dile getiriş biçimlerimiz Gezi izleri taşıyor olabilir. Bu toplumsal reflekstir ve kıymetli bir şeydir. Gezi’de çok büyük yaratıcılık vardı; eylemcilerin şarkıları, sözleri, mizahi savunmaları vardı. Bunların hepsi yaratıcı bir biçimde gerçekleşti. Gezi’nin miras bıraktığı yaratıcılık bugün de kullanıyor. Mesela bir sürü şarkı yapıldı Boğaziçi için, bu da oradan miras aslında.

Rapçi Fuat Ergin bir şarkı yaptı, değil mi?

Mavi: Evet. Gençlik Hareketi Koordinasyonu olarak iletişime geçmiştik onunla, “hemen, her şeyi yaparım” dedi. Hemen stüdyoda kaydı yapıldı. Sözleri önceden yazmıştık zaten, rap ritmine uydurmak için o biraz değiştirdi. En vurucu kısım olan “Boğaziçi hür, Boğaziçi hür” onun doğaçlaması. Çok etkilendik biz de. Çok önemli bu destekler. Çünkü böyle hareketleri desteklemek artık bir cesaret göstergesi. Tekrar teşekkür etmek isterim buradan.

 


Direnişinizin farklı bir estetiği de olduğu söylenebilir mi?

Mavi: X ve Z kuşağı ayrımına inanmıyorum. Ama Z kuşağına atfedilen bazı özellikler kampüste görülüyor. Z kuşağı için “daha yaratıcı, ama daha apolitikler” deniyor. Mesela kocaman güneş gözlüğü takmış, maskeli ve tuhaf şapkalı bir arkadaşımız elinde mikrofon, sırtında hoparlörle kampüste slogan atıyor. Bunu görünce aklıma 32. Gün’de izlediğimiz solcu erkek videoları geliyor. Şu an 32. Gün’ün sürreel bir versiyonunda gibiyiz. (gülüyor) Bildiğimiz anlamda katı, “beton sol” denen bir kitle yok okulda. Tam da bu yüzden Boğaziçi’ni başta kaale almadılar, “liberal gençler” dediler. Devrimci geleneği Boğaziçi’ne taşımaya çoğu insan zahmet etmediği için de Boğaziçi kendi geleneğini yarattı.

Mor: Geçmişteki toplumsal hareketlerden farklı olarak şu an daha kapsayıcı bir yerde öğrenci hareketi. Eskiden hep bir grup dışlanarak, arkada bırakılarak toplanan bir güç varken, şimdi öyle değil. Sanki toplumsal hareketlerde her zaman erkekler başı çekiyor ve sürüklüyormuş gibiyken, şimdi tersi bir durum var.

Mavi: Kadın ve LGBTİ+’lar olarak “eylemlerin süsü değil, eylemin kendisiyiz” diye bir açıklama yaptık. 1 Mayıs’larda, eski Taksim yürüyüşlerinde, Gezi’de bile gökkuşağı bayrağı 10-20 kişilik küçük grupların elinde dalgalanırdı. Bugün kadınlar ve LGBTİ+’lar eylemlerin ağırlıklı çoğunluğunu oluşturuyor, eylemlerin öznesi halindeler. Eylemlere katılan hetero arkadaşlarımızla bir problemimiz olduğundan değil, ama bunun altını çizmek lâzım. (gülüyor) Kayyum rektör elbette bütün öğrencileri etkiliyor, ama ilk yaptığı şeye bakın, BÜLGBTİ+ kulübünü kapatmak. Bana kalırsa bir sonraki adımı Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’nu kapatmak olacak. 

Bir kayyumdan bahsediyor ve ona itiraz ediyorduk, ama kayyum sadece Boğaziçi’ne atanmıyor ki, HDP’nin bütün belediyelerine kayyumlar atandı, diğer bütün üniversitelere yıllardan beri kayyum atanıyor. Bu yüzden bu hepimizin davası, hepimizin olayı.

Eş başkanlık modelinin uygulandığı HDP’li belediyelere atanan kayyumların da ilk icraatları kadınlarla ilgili kurumları, oluşumları yok etmek oldu. Oradan buraya uzanan bir devamlılık, bir bağ var…

Mavi: Neden ilk BÜLGBTİ+ kulübüne saldırıldı? Neden “yine bu sapkınlar çıktı sokağa” diyerek propaganda yapıldı? Boğaziçi eylemlerinin ilk günlerinde “arkadaşlar bu bayrakları getirmeyin, haklı davamıza gölge düşürüyorsunuz” diyenler vardı. “Ne alakası var rektör kayyumla LGBTİ+’ların, kadınların?” dendiği oldu. Ama ne kadar alakası olduğunu gördük. Bu eleştiriler şimdi kesildi, hatta bu eleştirileri getiren arkadaşlarımız da o bayrakları sallıyor artık eylemlerde. Kadın ve LGBTİ+’ların mücadeleleri Boğaziçi eylemlerini de öğrenci hareketini de dönüştürüyor.

BÜLGBTİ+ kulübüne baskın yapılması nasıl oldu?

Mor: Sergiyle başladı her şey, “Kâbe resmi” üzerinden yürütülen karalama kampanyasıyla devam etti. Arkadaşlarımızın gözaltına alındığını, kulübün kapatıldığını gece 2’de, Fahrettin Altun’un tweet’iyle öğrendik. Şaka gibi aslında. Baskın hukuksuz, usûlsüz bir şekilde yapılıyor. Normalde odada kulübün danışman hocalarından birinin ya da kulübün yönetim kurulundan birilerinin bulunması lâzım, ama polisler yalnız başlarına içerip girip kapının kilidini değiştiriyorlar. İçeride terör örgütü suçlaması yapılacak “kanıtlar” bulduklarını iddia ediyorlar. Kanıtlardan biri bir kitap, diğerleri de gökkuşağı bayrak ve pankartları. Kitap daha önce görmediğimiz bir kitap, görsek, kullansak da önemli değil gerçi, ama herhangi biri ya da kendileri o “kanıtı” oraya bırakmış olabilir. Soruşturma sürüyor, bir şey öğrenemiyoruz.

Fotoğraf: Emin Özmen

Kayyumların toplumsal yaşam alanlarını hedef almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mor: Mehmet Özkan döneminde başlayan bir saldırı var aslında. Düzenlemeye çalıştığımız etkinlikler takipteydi, engelleniyordu hep. Bu baskılar güvensiz bir ortam yaratıyor tabii. Kulüpte faaliyet göstermek isteyen arkadaşlar “başıma bir şey gelir mi, tutuklanır mıyım” diye tereddüt ediyor. Biz hiyerarşik yapılanmayı kabul etmediğimiz için kulübümüzün yönetim kurulu üyeleri yoktu, formalite gereği rastgele isimler veriyorduk. Soruşturma açılınca onların dilinden konuşmak zorunda kaldık. Sembolik olarak bir başkan gösterdik mecburen. Gösterdiğimiz başkanın diğer üyelerden bir farkı olmasa da üzerindeki tehdit çok daha fazla şu anda. Kulübümüz kapatılabilir, bizler BÜLGBTİ+ kulübü kapatılınca çekip gitmeyeceğiz, ama ilerisi için bir gözdağı.

Kırmızı: Kayyumların politikaları hep böyle, öğrencilerin bir araya gelebileceği, bir şeyler üretebileceği alanlara saldırıyorlar. Kampüs yaşantısını tahrip ederek politik kitleyi ortadan kaldırmayı amaçlıyorlar. Mimar Sinan Üniversitesi’nde dayanışmayla birlikte bir çay kazanı oluşturmuştuk. Bardakları, çayı biz alıyorduk. Çay kazanının etrafında buluşuyor, tartışıyorduk. Bir gün okula gittiğimizde çay kazanımıza el konmuştu. Kayyum-rektörümüz kaldırtmış kazanı. Çay kazanını geri almak için direnmeye çalıştığımızda özel güvenliklerin saldırısına uğramıştık. Bunu bile yasakladılar, ama o olayın bir kazanımı oldu, çay 25 kuruşa düştü. (gülüyor)

Boğaziçi direnişi bileşenleri nasıl hareket ediyor?

Kırmızı: Geçmişte, Barış Akademisyenleri’nin üniversitelerden uzaklaştırılmasından astığımız afişlerin yasaklanmasına kadar birçok siyasi konuda beraber hareket edebildiğimiz arkadaşlarımız vardı, ama bir ismimiz yoktu. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, Boğaziçi Dayanışması ve Boğaziçi Kadın+ Dayanışması’nı kurarak önemli bir şey yaptılar. Bu dayanışma grupları diğer üniversitelere de örnek oldu. Biz de Mimar Sinan’da bir dayanışma grubu kurduk. Boğaziçi’ne destek için kurulan dayanışmalar bir süre sonra kendi üniversitelerindeki sorunları da konuşmaya başladılar. Farklı şehirlere yayılan eylemler de üniversite dayanışmalarının kurulmasının bir sonucu.

Ayşe hocanın “Kavala’nın karısı” denerek hedef gösterilmesiyle öğrencilerin abuk sabuk şeylerle hedef gösterilmesi aynı noktada duruyor. Fakat, hocaların eyleme desteğini artırıyor böyle şeyler. Sırt dönme eylemleri çok daha hareketli geçiyor artık, daha kalabalıklar. İktidar bu fişeklerle hareketimizi büyütüyor.

Dayanışma gruplarında karar alma süreçleri nasıl işliyor?

Mavi: Biz Boğaziçi’nde bir meclis kurduk. Mecliste sadece Boğaziçi Dayanışması yok, farklı siyasetlerden insanlar da bir siyaseti olmayanlar da yer alıyor. Mesela, okulda nöbet çadırını kuranlar bir grup, kadınlar ayrı bir grup, böyle birçok grup var. Epey tartışma oluyor. Yer yer birbirimize kızdığımız da oluyor. Dayanışmalar inisiyatif almak isteyenlerin toplamından oluşuyor, katılmak isteyen herkese açık.

Kırmızı: Tabii ki farklılaştığımız bazı noktalar oluyor. Farklı politik görüşlerimiz var. O nedenle herkesin fikrini belirtebileceği yöntemler arıyoruz. Ortak akıl, önemsediğimiz bir şey. Bu nedenle bir meseleyi uzun uzun tartışıp ortaklaşabileceğimiz zeminler arıyoruz. Derdimiz ortak, çözüm de ortak, bu anlayışla hareket ediyoruz.

Sarı: Kayyum-rektörün atandığını duyunca şehir dışında olan öğrenciler İstanbul’a gelmek istediler. Bazı arkadaşlarımız bu öğrencilere evini açtı, otobüs biletlerini aldı. Her şey dayanışmayla oldu, olmaya devam ediyor.

Hocalarla aranızdaki ilişki nasıl?

Mor: Hocalar ve öğrenciler arasında korkunç bir iletişim eksikliği vardı. Bu eksikliğe salgın koşullarının olumsuz etkileri de eklenmişti. Eylemlerle birlikte iletişimin iyileştiğini söyleyemem. Çoğu hocamıza hâlâ olan bitenleri biz haber veriyoruz. “Öyle mi? O gözaltına mı alınmış” noktasındalar.

Oturma eylemi

Mavi: Okuldaki toplam akademisyen sayısı 450. Melih Bulu “beni sadece yirmi akademisyen istemiyor” deyince geçtiğimiz cuma günü neredeyse hocaların yarısı, 217 akademisyen rektörlük binası önünde buluştu. Kendi adlarına korkuyorlar, çünkü kaybedecek çok şeyleri var, unvanları, ödülleri… Bunları yakmak istemiyorlar. Ancak, ben daha etkili adımlar atabileceklerini düşünüyorum. Hocalarımız bizden daha rahat hareket edebilecekken “korkuyoruz” söyleminin arkasına sığınıyorlar gibi geliyor bana. Oysa sözlerini iyi ayarlayabilecek, çeşitli manevralar yapabilecek insanlar. Konuyu okul içerisinde tutmak istiyorlar, makro siyasetin bir parçası haline gelmekten rahatsızlar. Esas konu da bu; öğrencilerin okul haricindeki özgürlük taleplerini görmüyorlar. “Çocuklar içeriye dönün” diyenler var. “Burası bizim güvenli alanımız, buradan çıkamayız” lafını bile duydum bir hocamızdan. Biz fanusu kırdıkça onlar yeniden örmeye çalışıyor. İstanbul Üniversitesi çok iyi bir üniversite olmasına rağmen, oradaki akademisyenler toplumun gözünde buradaki konuma sahip değil. Boğaziçi’nin bu “ayrıcalıklı” konumunu kaybetmesiyle kendi akademik saygınlıklarını kaybedeceklerini düşündüklerinden belki, o fanusu tekrar örmeye çalışıyor Boğaziçi hocaları. Ama hocalarımızın tedbirli tavrı okulumuza yeni fakülteler açılmasına engel olmuyor maalesef.

Gezi sırasında 13-14 yaşındaydık. Şu an attığımız birçok sloganı Gezi’den öğrenmişiz. TOMA’nın karşısında bayrak tutan arkadaşımızı gördüğümde, bunun bizim toplumsal belleğimiz olduğunu fark ediyorum.

Yeni fakülte açılması kararı nasıl değerlendiriliyor?

Mavi: Hocalarımız bunu kendilerine bir tehdit olarak görüyor. Onların tasfiyesiyle sonuçlanacak bir sürece sebep olabilir bu kararlar. Bunun hukuki yoldan mücadelesini hocalarımız vermeli. Biz öğrenciler itiraz süreçlerine hâkim değiliz. Fakülte açılma kararı tamamen hukuksuz, bir fakülte kurulurken izlenmesi gereken aşamalar es geçilerek bu karar alınıyor. Melih Bulu beraber çalışacağı üç kişiyi bile bulamayınca, kaleyi gedikler açarak fethetmeye çalışıyorlar. Tek bir kişi atayarak Boğaziçi meselesini çözemediler çünkü. Bu kararnamenin üzerinde “cumhurbaşkanlığı kararnamesine dair cumhurbaşkanlığı kararı” diye yazıyordu. Yedi sekiz kere cumhurbaşkanı ifadesi geçen bir karar mı olur? Bu, kendi kendine konuşan bir kararname. (gülüyor)

Pandemi koşulları direnişinize nasıl etki ediyor?

Sarı: Öğrenciler durumun ciddiyetinin farkında ama, “korona olursam da olayım” diyorlar artık. Marttan beri karantinada olan öğrenciler “önceliğimiz artık korona değil” demeye başladı. Malûm, pandemi süreci baskıcı rejimlere yaradı. Anayasal haklarımız bile salgın gerekçesiyle engellenmeye çalışılıyor.

Sizce toplumsal desteği arkanıza almanızda salgında ağırlaşan ekonomik ve sosyal koşullar da etkili mi?

Sarı: Salgının getirdiği ekonomik yük işçinin, esnafın, öğrencinin sırtına yüklendi. Biz bir direniş başlatınca doğal olarak destek oluyorlar. Bize destek verenlerin çoğu bir şekilde iktidardan tokat yemiş insanlar. Dışlanan, ezilen herkes bizimle dayanışmaya geliyor. Ezilenler kendi mücadeleleriyle bizim mücadelemizi birleştiriyor, sahipleniyor.

Kırmızı: Öğrenciler uzun zamandır geleceksizlik ve güvencesizlikle mücadele ediyordu. Bu durum bir süredir bastırılan bir öfke olarak duruyordu gençlerde. Salgında geçimlerini kafede çalışarak kazanan öğrenciler işsiz kaldı, bazı öğrencilerin bursları kesildi. Ailelerinin evlerine dönen öğrenciler oldu. Toplumsal eşitsizlikler daha net görünür hale geldi. Boğaziçi direnişi öğrencilerin sözlerini söyleyebileceği bir alan yarattı. Öğrencilerin önceliği artık pandemi değil, kendi taleplerini ifade edebilmek; işçilerin önceliği pandemi değil, hayatta kalabilmek; kadınların önceliği pandemi değil, kapandığımız evler bir şiddet yuvası…

TOMA’dan basınçlı su saldırısı

Mor: Salgın önlemleri sadece bize uygulanıyor. Polisler bütün gün Hisarüstü’nün kafelerinde maskesiz bir şekilde çay sigara içerken pandemi yok, ama akşam 9’dan sonra “sokağa çıkma yasağı var, kampüse giremezsin” deniyor. Adaletsizliği daha net görebiliyoruz. Eylemler pandeminin üzerimize attığı ölü toprağını kaldırdı. Son bir yıldır ilk defa hayata dahil oluyorum gibi hissediyorum. Hisarüstü’nü tekrar canlanmış görmek çok iyi hissettiriyor.

AKP-MHP iktidarında istifa mekanizması o denli işlemiyor ki, “görevden af” gibi kavramlar icat edildi. Melih Bulu’nun istifa etmesi talebiniz bir kırılmaya yol açabilir mi?

Mavi: Melih Bulu’nun istifa etmesi elbette bir kazanım olur, ama mesele sadece o değil. Kayyum denen kişi kendi başına ne atanmaya karar verebilir ne de istifaya. O, iktidarın bir kuklası. Her nereye atandıysa iktidarın dilini oraya taşıyan kişidir kayyum. Melih Bulu’nun kendi başına böyle bir karar verebileceğini sanmıyorum. Eğer istifa ederse bu kararı Erdoğan vermiş demektir. Boğaziçi’nin kayyumlara karşı direnişini sönümlendirmek için istifa ettirilebilir. Ama bir sabah “demokratik bir Türkiye’ye gözümüzü açtık ve rektörümüzü seçiyoruz” gibi bir dünyaya uyanacağımızı sanmıyorum. Mehmet Özkan da kayyumdu, akademisyenler anlaşabiliyordu onunla, öğrenciler de nispeten kabullenmişti. “Mehmet Özkan en azından Boğaziçili” lafını o kadar çok duyduk ki, ama Hande Kader Bursu’nu Mehmet Özkan iptal etti mesela. BÜLGBTİ+ kulübünü Mehmet Özkan kapatmadı belki, ama etkinliklerini yasaklıyordu. Bugün Boğaziçi’nde kulüpler kapanıyorsa Mehmet Özkan da bundan sorumludur. Eğer Melih Bulu’nun istifasını direnişimizle sağlayamazsak daha kötüsüyle karşımıza gelebilirler. Ama, Melih Bulu istifa etse bile hukuk ve iletişim fakültelerini kuracaklardır. Bundan geri adım atacaklarını asla düşünmüyorum. Kampüsü satmaya da çalışacaklardır. Boğaziçi’nin içini boşaltmak için ellerinden geleni yapacaklar. Öğrencilerin asıl derdi Melih Bulu değil, iktidarın da derdi Melih Bulu değil. Melih Bulu bir ay öncesine kadar kimsenin tanımadığı biri. İktidar neden bu kişinin arkasında bu kadar ısrarla duruyor, bunu halkın da düşünmesi lâzım.

Bildiğimiz anlamda katı, “beton sol” denen bir kitle yok okulda. Tam da bu yüzden Boğaziçi’ni başta kaale almadılar, “liberal gençler” dediler. Devrimci geleneği Boğaziçi’ne taşımaya çoğu insan zahmet etmediği için de Boğaziçi kendi geleneğini yarattı.

Bu arada, siz de gözaltına alındınız, nasıl oldu alınmanız, neler yaşadınız?

Mavi: Etiler Dünya Göz Hastanesi önünden gözaltına alındım. “110 kişi gözaltına alındı” dediklerinde hayret etmiştim. Bir an “110 kişi var mıydık?” diye düşündüm. Hepimizi almışlar meğer. Polis “orada gözaltına alınanlar arasında hiç Boğaziçili yoktu” diye açıklama yaptı, ama yedi Boğaziçili alındı, biri de bendim.

Kırmızı: Ben iki gün üst üste gözaltına alındım. 1 Şubat Pazartesi günü Boğaziçi’ne gitmek için otobüse binmiştik. Durakta bekleyen öğrencileri gözaltına aldıkları haberi geldi. Bunun üzerine, iki durak önce indik. Toplu haldeydik, tek tek gitmeyi tercih etmedik, tek başına gözaltına alınan arkadaşlarımızı kaybedebiliyorlar çünkü, üç-dört saat onlardan haber alamıyoruz. Boğaziçi’ne doğru yürürken koşarak üstümüze geldiler. Yaka paça gözaltına aldılar. Beni ve birkaç arkadaşımı gözaltı aracına götürmeden evvel polis çemberine aldılar. Avukatımız yanımızdaydı. Onu da gözaltına aldılar. O sırada bazı arkadaşlarımızı darp ediyorlardı. Bir arkadaşımın ayağı çatladı, başka bir arkadaşımızın başı kanıyordu. Gözaltı aracı gelince ters kelepçeyle polis aracına bindirdiler. Saatlerce otobüste bekledikten sonra Vatan Emniyet’e götürüldük. Sabaha karşı 6 civarında serbest kaldım. 2 Şubat Salı günü Kadıköy’e eylem çağrısı vardı. Ben de Kadıköy’deydim. Öğrenciler rıhtımda toplanmıştı. Polis müdahale ederken PTT’ye doğru sürdüler bizi. Gazdan kötü etkilenmiştim. Orada tekrar gözaltına alındım. Nefes almakta zorlanıyorduk, ama buna rağmen ters kelepçe taktılar. Önce Vatan Emniyet’e götürüldük. Çok kalabalık olduğu için bizi Gayrettepe Karakolu’na götürdüler. Ertesi gün Kartal savcılığına sevk edildik. Adliyenin nezarethanesinde yine bekletildik. Avukatlarımızla görüştürülmedik. Hâkim bize savunma yaptırmadı. Tutuklamaya sevk edilenlerden ikisi tutuklandı, 11 ev hapsi çıktı. Bazı arkadaşlarımız adli kontrol, bazılarımız yurtdışına çıkış yasağıyla serbest bırakıldık.


Gözaltına alınınca ne düşündünüz, ne hissettiniz?

Kırmızı: Başta ne olduğunu anlamadım, ama sonra “yapacak bir şey yokmuş” dedim. Neden bilmiyorum, ama çok motiveydik. (gülüyor) Morali düşük öğrenci yoktu. Sürekli şakalaşıyorduk gözaltı aracında. Şarkılar söylüyorduk. Başka türlü vakit geçmiyor. Vampir-Köylü oyunu oynadık. Yırtık kâğıt peçeteyi seçenler köylü, yırtık olmayanı seçenler vampir oldu. Vampiri bulmaya çalıştık. (gülüyor)

Polis şiddet uyguladı mı gözaltına alırken?

Mavi: Polis aracında slogan atan bir arkadaşımıza ters kelepçeliyken vurdular. Sürekli tehdit ediyorlardı. “Karakola gidelim ben sana devleti göstereceğim” diyorlardı. İyi polisi oynayanlar da oluyordu tabii. Aracın içinde muavin gibi gezip “arkadaşlar size kek vereyim, vallahi size düşman değilim” diyeni de vardı. (gülüyor) Sürekli araçtaki kadın ve erkekleri saymaya çalışıyorlardı. Bir türlü beceremediler. Bir polis LGBTİ+ arkadaşlarımız için “bunların da hangisi erkek hangisi kadın anlaşılmıyor” dedi. Beş-altı saat ters kelepçeli halde otobüste bekletildik. Neden o kadar uzun süre beklediğimizi daha sonra öğrendik; okuldan arkadaşlarımız gözaltına alınınca toplamda 160 gözaltı olmuşuz, bizi nereye koyacaklarını bilememişler.

Götürüldüğünüz karakollarda durum nasıldı?

Mor: Gözaltına alınan LGBTİ+ bir arkadaşım karakoldaki nezarethanede saatlerce tek başına bekletilmiş. Bir süre sonra gözaltındaki arkadaşlarımız onun için slogan atmaya başlayınca erkekler koğuşuna koymuşlar. Başka bir arkadaşım LGBTİ+ kimliği deşifre edilecek ve şiddet görecek diye korkmuş. LGBTİ+ olmak polislerin gözünde “terörist” olmak demek olduğu için şiddete maruz kalma tehlikemiz var.

Tabii ki farklılaştığımız noktalar oluyor. Farklı politik görüşlerimiz var. O nedenle herkesin fikrini belirtebileceği yöntemler arıyoruz. Ortak akıl, önemsediğimiz bir şey. Derdimiz ortak, çözüm de ortak, bu anlayışla hareket ediyoruz.

Kırmızı: Polis bizi gözaltına alırken arkadaşlarımızla kol kolaydık. Karakolda da bu psikolojiyle beraberdik. Birbirimize sırtımızı yaslayabiliyoruz. Bu çok rahatlatıcı bir şey. Ne olursa olsun birbirimizin hakkını savunacağımızı bilmek insana moral veriyor.

Bekletildiğiniz nezarethanelerde salgın önlemlerine dikkat ediliyor muydu?

Kırmızı: Gözaltına alınırken maskelerimiz yırtılmıştı. Otuz kişi bir otobüsün içine tıkıldık. Yeni maske takabilmek için ters kelepçeyi çözmüyorlardı, ters kelepçeliyken başka arkadaşlarımızın maskesini kapatmaya çalışıyorduk. Biz karakolda bir odada beş kişi kaldık. L biçiminde banklar vardı. Onların üzerinde uyuduk. Battaniyeler temiz değildi. Ne zaman yıkandığını polisler bile bilmiyordur. Salgın önlemlerini gerekçe göstererek eylemleri yasaklayıp bize böyle davranmaları büyük bir tezat.

Avukatlarınızla görüşebildiniz mi?

Mavi: Bana kalırsa psikolojik şiddetin en önemlisi o aşamada yaşandı. Bir-iki arkadaşımızın avukatı geç kaldı ve ifadeleri sırasında polisler onlara “sizi nezarethaneye götüreceğiz” diyerek korkutmak istediler. Ama korkuya kapılmadık.

Çok sayıda öğrenciye ev hapsi cezası verildi. Ev hapsi nasıl oluyor?

Sarı: Öğrencileri “tutuklamadık” demek için ev hapsi cezası iyi bir kılıf. Ayrıca salgın şartlarını da gerekçe göstererek bunu meşrulaştırabiliyorlar. Normalde ev hapsinin adli işlemleri bir ayı bulabiliyormuş. Eylemlere katılamayalım diye süreci inanılmaz hızlandırdılar. Perşembe günü ev hapsi alan arkadaşlarımıza cumartesi günü kelepçe takıldı. Polisler eve gelip kelepçenin modemini kuruyor. Kelepçeyi ayak bileğine takıp evde gezinmeni istiyorlar. Modem böylece evin şeklini algılıyor, gidebileceğin sınırları tanıyor. Eğer sinyal kesilirse polise haber gidiyor.

Mavi: Ev hapsini eylemlere katılan arkadaşlarımıza verdiler, böyle böyle direnişi kırmaya çalışıyorlar. Ama ev hapsi cezası alan arkadaşlarımız sanki serbestlermiş gibi algılanıyor. Ayrıca, bu kadar çok elektronik kelepçe bulunmasına da şaşırıyorum. Kadına şiddet davalarında hâkimlere yalvarırız erkeklere elektronik kelepçe takılsın diye. Erkek kadını bıçaklar, kadın yaralanır, erkeğe ev hapsi verirler, ama elektronik kelepçe takmazlar, tutuklamazlar. “Bizde bu teknoloji yok” derler.

Ev hapsi cezası alan Melis Akyürek bileğindeki elektronik kelepçeyi renklendiriyor

Gözaltına alınıp serbest bırakılan bazı öğrenciler “karakolda toplumun bizimle dayanıştığını hissettik” diyor. Karakoldayken dışarıdaki dayanışmanın nasıl bir etkisi oluyordu?

Kırmızı: Avukatlar su verirken veya bir boşlukta dışarda olup biteni anlatıyorlar. Görüşmelerde “dışardaki herkes sizin hakkınızda konuşuyor” diyorlar. Dışarda örülen dayanışmayı öğrenince endişenin yerini güven alıyor. Avukatlar sabah 6’ya kadar Vatan Emniyet’te beklediler. Hiçbiri gitmedi. Kendimizi hiç yalnız hissetmedik. İfade vermeye avukatlarla dolu koridorlardan geçerek gittik. Birlikte gözaltına alındığımız iki arkadaşımızın nerede olduğunu bilmiyorduk. Onlar için sosyal medyada tag çalışması başlatılınca bizim yanımıza getirmek zorunda kaldılar. Böyle bir dayanışma örgütlenmese belki de arkadaşlarımızı kaybedeceklerdi.

Sizlerin politikleşmeniz nasıl oldu?

Kırmızı: Hem sosyalist hem feministim. Ben lisedeyken Gezi direnişi yaşanıyordu ve çok etkileyiciydi. O dönemlerde Gezi için yazılan rap şarkılarından etkileniyordum, Hâlâ Saian ve Gazapizm dinlerim. (gülüyor) Gezi’nin talepleriyle büyüdüm diyebilirim. “Gezi çocuğu” olmak galiba böyle bir şey… Ankara, Suruç ve Soma katliamları beni çok etkilemiştir. Ayrıca, kadın cinayetlerinin katliama dönüştüğü bir süreçte büyüdüm. Kadın olmak beni daha da politikleştirdi. Yaşamımı kurmak için politik bir özne olmak zorunda olduğumu anlamıştım. Direnmek biraz da onur meselesiydi. Ama daha bilinçli bir politikleşmeyi üniversitede yaşıyorum diyebilirim.

Mor: LGBTİ+ kimliğimden dolayı varoluşum politik. Kulübe girdim, ama insanlarla tanışmak, kendimi bilgilendirmek içindi daha çok. Kulüpteki çoğu arkadaşın politik kaygıları var tabii, ama onlar gibi değildim aslında. Bu eylemlere katılmak için çok politik bir noktada olmana gerek yok, ama bu saldırılar ve gözaltılar birdenbire işleri senin sandığından daha büyük bir noktaya getiriyor ve bir bakıyorsun ki, buradasın. Yani üniversitede daha çok politikleşmeye başladım.

Melih Bulu istifa etse bile hukuk ve iletişim fakültelerini kurmaktan geri adım atacaklarını düşünmüyorum. Boğaziçi’nin içini boşaltmak için ellerinden geleni yapacaklar. Öğrencilerin asıl derdi Melih Bulu değil, iktidarın da derdi Melih Bulu değil. İktidar neden bu kişinin arkasında bu kadar ısrarla duruyor, bunu halkın da düşünmesi lâzım.

Mavi: 12 yaşındayken, Münevver Karabulut cinayetiyle ilk politik öfkemi yaşadım. “Kadın cinayeti” değil, “aşk cinayeti” deniyordu. Olanlara inanamıyordum. İlk defa böyle bir vahşetle karşılaşıyordum. Daha sonra kadın hareketiyle politikleşmeye başladım. Lisedeyken aynı yaşta olduğumuz Berkin Elvan öldürüldü… Yani cinayetlerle şekillenen bir politikleşme sürecim var. Üniversitede Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na dahil oldum. Bir insanın yaşam hakkını elinden almak en ağır şey. Üniversiteye geçene kadar yüzlerce kadın cinayeti işlendi. Suruç patlaması bendeki öfkeyi perçinledi. Lisede ‘80 darbesiyle ilgili romanlar okurdum. Sevgi Soysal, Oya Baydar ve Ece Temelkuran’ı çok severdim. O romanları gerçek hayatımla bağdaştıramazdım. Şimdi daha iyi anlıyorum onları.

Sarı: Kürt olunca doğalında politik oluyorsunuz. Herkesin Kürtçe konuştuğu bir yerde doğup, yaşadım. Türkçeyi sonradan öğrendim. Annem Türkçe konuşmayı bilmez. Daha ilkokulda milliyetçi müfredatla karşılaşıyorsunuz, ilk politikleşme orada başlıyor belki de. Ergenlik dönemim çözüm süreci’ne denk geliyor. O dönemki rahatlık, insanların pek tutuklanmaması, Newrozlarda bir şey olmaması beni şaşırtmıştı açıkçası. Sonra Gezi, ardından 2015’le gelen OHAL, savaş, çatışma… Tüm bunlar hayatımı derinden etkiledi. Okula gidemedim aylarca. Türkiye’nin bütün kesimlerine isyan ediyordum bizi görmedikleri için. Sokağa çıkma yasakları beni çok etkiledi. Eşitsizliğin bu denli fazla olmasını kabul etmiyordum. İnsanlar yılbaşı kutlarken biz silahların altındaydık. 2017’de Boğaziçi’ne geldim. Kimliğime sarıldığım bir dönemdi. Bugün de Boğaziçi’nde işte böyle bir durum var. Yani doğduğum andan itibaren eylemin içinde oldum hep. Boğaziçi yaşam alanımız ve elimden geldiği kadarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Bu süreçte ekstradan politikleştiğimi söyleyemem, sadece ara ara biraz şaşırıyorum. Geçen gün bir afiş hazırlıyordu arkadaşlar, “demokrasiye darbe” diye, onlara “ne yapıyorsunuz, demokrasiye darbe yapılalı çok oldu” dedim. (gülüyor) 2015’te, sokağa çıkma yasaklarının en ağır yaşandığı kentlerden birindeydim. Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiğimde buradaki “normal” hayatı görünce bölgeler arasındaki eşitsizliği çok derinden hissetmiştim. Hazırlık sınıfındayken belediyelere kayyumlar atanmaya devam ediyordu. Seçilmiş milletvekillerinin dokunulmazlıkları “anayasaya aykırı ama, evet” denerek kaldırılıyordu. Bunca şeye rağmen Batı’daki sessizliği gördükçe “nasıl böyle bir şey olabilir” diyordum. Eskiden sadece Kürtlere “terörist” denirdi, ama artık okuldaki en beyaz arkadaşlarıma bile “terörist” deniyor. Artık onlardan olmayan herkes “terörist”.

Gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri kampüste hocalarıyla buluşuyor

İçinden geçtiğimiz bu süreç çevrenizdeki arkadaşlarınız, eylemlerdeki öğrenciler üzerinde sizce nasıl bir dönüşüm yaratıyor?

Sarı: Geçen gün bir arkadaşım, “Kürtlere televizyondan ‘terörist’ dendiği zaman yıllarca buna inanıyordum, şimdi bizim için diyorlar. Medyaya inandığım yılları boşuna geçirmiş gibiyim” dedi. Evet, artık kadınlar, LGBTİ+’lar, işçiler herkes “terörist”. Belki de bu direnişin kazanımlarından biridir. Gerçekler net bir şekilde görünüyor öğrenciler tarafından. Yıllarca başörtüsü mücadelesi verdiği iddiasındaki iktidarın başörtülü arkadaşımız Şeyma için yürüttüğü karalama kampanyalarını gördük. AKP’li olmadığı için terörist ilan edildi, hedef gösterildi. Yıllar sonra belki de insanlar “o zamanlar ben de teröristtim” diyecek, bu yaftayı sahiplenecek belki de. LGBTİ+’ların “velev ki ibneyiz” demesi gibi bir şey olacak…

Clubhouse gibi yeni medyaların kullanımı direnişe nasıl etki ediyor?

Mor: Görüntü olmaması ve toplanmanın kolaylığı öğrencileri Clubhouse kullanmaya teşvik etti, ama Clubhouse’a üye olduğunuzda telefon rehberinizdeki herkese bilgi gidiyor ve herkes Clubhouse kullandığınızı öğreniyor. Bu yüzden siber suçlarla mücadele ekipleri bazı eylemcileri gözaltına aldı.

Kırmızı: Hâlâ Twitter’ın eylemler için çok önemli bir araç olduğunu düşünüyorum. Havuz medyası olayları istediği gibi aktardığı için doğru bilgiye ulaşılabilecek tek yer Twitter.

Direniş toplumsal muhalefet ile “ana muhalefet” arasında büyük bir uçurum olduğunu da gösterdi. Bu mesafeyi nasıl yorumluyorsunuz?

Kırmızı: Onların konuştuklarıyla halkın konuştukları arasında her zaman uçurum vardı. Serin sulardan çıkmak muhalefet için zor olabilir. Boğaziçi direnişi onları bu sulardan çıkamaya zorluyor. Üniversite bir memleket gibi; Buradaki sorunlar sadece öğrencileri ilgilendiren sorunlar değil. Birbiriyle alakalı birçok politik gündem bir araya geldi. Gözümüzü belediyelere çevirdiğimizde de kayyumları görüyoruz, bu yüzden muhalefetin serin sulardan çıkması gerekiyor.

Eskiden sadece Kürtlere “terörist” denirdi, ama artık okuldaki en beyaz arkadaşlarıma bile “terörist” deniyor. Artık kadınlar, LGBTİ+’lar, işçiler herkes “terörist”. Belki de bu direnişin kazanımlarından biridir. Gerçekler net bir şekilde görünüyor öğrenciler tarafından.

Mavi: Boğaziçi Dayanışması’nın yayınladığı mektupta “istifa edecek olsaydınız Suruç patlaması yaşandığında, Berkin Elvan öldürüldüğünde istifa ederdiniz” yazıyor. Muhalefet artık bunları anmaya bile korkuyor. Kimse artık Suruç’tan bahsetmiyor. Bunları hatırlatmak sadece bize mi düşüyor? Bence sadece kadın hareketi bunlara yönelik adım atmaya zorluyordu muhalefeti. CHP’nin vekilleri nerede? Ekrem İmamoğlu nerede? Muhalefet partileri neden var? Beyza’nın alındığı gün daha çok sayıda vekil adliyeye gitseydi, eminim Beyza bugün serbestti. Bu üşengeçlik ve korku yüzünden arkadaşlarımız tutuklu.

CHP’nin direnişe ilgisizliği size ne hissettiriyor?

Kırmızı: Öfke yaratıyor. Bizi savunmak için oturmuyorlar mı o makamlarda?

Kayyum-rektör Melih Bulu direnişe altı ay ömür biçiyor. Onun hesabına göre, bir ay geçti, kaldı beş ay. Ne dersiniz?

Mavi: Bu onun temennisi. Onun bunu söyleyebilmesindeki özgüven bizim ilk kayyum Mehmet Özkan’a karşı yaptığımız hatalardan kaynaklanıyor. Mehmet Özkan iki ay protesto edildi daha sonra “Mehmet hocam” denmeye başlandı kendisine. Ama Melih Bulu Mehmet Özkan’dan çok daha yoğun ve farklı bir direnişle karşılandı. Durumu idrak edemiyor sanırım. Sosyolojik tespiti bile hatalı. (gülüyor) Altı ay sonra direniş farklılaşabilir, alternatif yollar bulabiliriz, bu geçici süreçten kalıcı bir yapı çıkartabiliriz. Bu tür atamalara daha kurumsal yoldan müdahale edebilecek bir yapı kurmayı başarırsak değil altı ay, altı yıl sonra bile atanacak rektörleri rahatsız ederiz.

Yunanistan’da da bir öğrenci isyanı yükseliyor. Boğaziçi direnişiyle dayanışma gösteren pankartlar taşıdılar. Nasıl bir ilişki var iki öğrenci hareketi arasında?

Mavi: Kampüste Yunanistan öğrenci hareketine destek eylemi yapmıştık. Eyleme Yunanistan Komünist Partisi üyesi bir arkadaş bağlanıp mesaj iletmişti. Yani sadece pankartlarda yazmıyor destek mesajları, gerçek anlamda da iletişimdeyiz. Yunanistan öğrenci hareketiyle bir dayanışma bildirisi kaleme alıyoruz şu sıralar. Bizim üçüncü talebimiz kampüsten polisin çıkması. Yunanistan’da hükümet kampüslerde kalıcı polis birimleri kurmak için yasa çıkartmak istiyor. Bu açıdan birleşiyoruz. Fransa’da da öğrenci hareketleri var. Oradan da destek mesajları alıyoruz.

Hisarüsüstü’nde son durum ne?

Mavi: Esnafla öğrenciler arasında iyi bir dinamik var. Sürekli gidilen kafelerde çalışanlar da çoğunlukla okuldan öğrenciler. Öğrenciler ve Hisarüsütülüler ayrımı pek yok bence. Daha ahlakçı bir kültür vardı Hisarüstü’nde. Ama yıllar içinde yakın bir temas kurulduğu için pek bir sorun çıkmıyor. İlişkilerde ciddi bir kopma yaşanmadı. Esnaf şu anki durumdan rahatsız. Ama “öğrenciler bunu neden yapıyor” demiyorlar, aksine, “polis burayı neden abluka altına aldı” diyorlar.

Son söz?

Sarı: Klişeleşen bir slogan var ya, “susma, sustukça sıra sana gelecek”, çok doğru. Hep bir yerlerde birilerine bir şey oldu, ama bu “şeyler” toplumun genelini etkilemediği için “aman bana bir şey olmasın” diyerek sessiz kalındı. Fakat bugün bu raddeye gelindi. Eğer buna da bir tepki gösterilmezse elde hiçbir şey kalmayacağını herkes anladı. Bir tek muhalefet anlamadı. Gözaltılar, tutuklamalar, işkence, düşüncelerimiz tüm bunların içerisinde dönüşüyor. Karşıda bir güç var, biz nasıl davranırsak davranalım bütün kuvvetiyle üzerimize geliyor. Eylemlerimize son vermeyi düşünmüyoruz.

Mor: Korku salmaya çalışıyorlar, bazen başarıyorlar da, ama çok kalabalığız, birileri çekiliyor diğerleri öne çıkıyor, mücadele devam ediyor.

^