HAMİT BOZARSLAN İLE TÜRKİYE’NİN YENİ REJİMİ, FAŞİZM VE İBN HALDUN ÜZERİNE

Söyleşi: Yücel Göktürk
16 Mayıs 2021
SATIRBAŞLARI
Beş yıl öncesine, Nisan 2016’ya gidelim. Henüz 15 Temmuz yok, 2017’nin başkanlık referandumu, 2018’in başkanlık seçimi ufukta görünmüyor. 7 Haziran’ın kanlı “rövanşı” 1 Kasım seçimlerinin altı ay sonrasındayız. Ve gündemde faşizm tartışması var. O günlerde, “Lüks ve Şiddet: İbn Haldun’da Tahakküm ve Direniş Kuramı” adlı kitabının Türkçesi henüz yayınlanan Hamit Bozarslan’ın kapısını çalmış, Türkiye’nin yeni rejiminin faşizan karakterini ve İbn Haldun paradigmasını konu alan uzun soluklu bir söyleşi yapmış ve Express’in 142. sayısında şu sunuşla yayınlamıştık:
“Türkiye’nin rejiminin değiştiğini bizzat cumhurbaşkanı ilan etmişti, üstelik kesin bir tarih vererek: 10 Ağustos 2014. Elbette, daha öncesinden başka tarihler de verilebilir, ama devletin tepesinden gelen resmi açıklama böyle. Peki, Türkiye’nin yeni rejimi nasıl bir rejim, adı ne? 1 Kasım seçimlerinden bu yana, yeni rejime en sık verilen ad faşizm. Peki, nasıl bir faşizm bu? Malûm, bütün faşizmler birbirine benzer, çünkü aynı köklerden türer. Birbirlerine benzerler, ama birbirlerinin karbon kopyası değiller. Her birinin kendi tarihselliği ve içinde vücut bulduğu tarihsel, uluslararası ortam söz konusu. 2016’nın dünyasında ve Türkiye’nin kendine özgü koşullarında, nasıl bir rejim bu? Nasıl ortaya çıktı, nasıl işliyor, nereye varır, varacağı yere varmadan yükselişi nasıl önlenebilir? Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu öğretim üyesi Hamit Bozarslan’a bağlanıyoruz…”
Bozarslan’ın o günlerde söylediklerinin bugünlere de, Türkiye’nin Mayıs 2021 gündemine ışık tuttuğu düşüncesiyle, söz konusu söyleşiyi kısaltarak naklediyoruz.
“Gotik iktidar zombilerin, vampirlerin varolduğu ve toplumların neredeyse bunlara teslim edildiği bir iktidar türü. Yani sürreel olan, ama aynı zamanda varlığını sürdürebilen bir iktidar tipi.” Desen: Jacopo de Barbari.

Damdan düşer gibi başlayalım: Türkiye’deki duruma ne diyorsunuz?

Hamit Bozarslan: Birincisi, büyük bir müessesesizleşme yaşanıyor. Türkiye’de kurumların içi tümüyle boşaltılmış durumda. Meşruiyet kurumlardan kişiye aktarılmış durumda, partizan kurumlar ve devlet kurumları da buna dahil. Bu da denge ve denetim mekanizmalarının tamamen ortadan kalkmasına sebep oluyor. Checks and balances sistemi özellikle demokrasilerde bulunur, fakat otoriter rejimlerin de kendilerine has denge ve denetim mekanizmalarına sahip olması zorunlu, çünkü devletin iç rasyonalitesini sağlayan bunlardır. Halbuki Türkiye’de ciddi bir şekilde rasyonalite imhasına şahit oluyoruz. Bu durum Türkiye’yi tamamen öngörülemez bir ülke haline getiriyor. Avrupa’yı, ABD’yi korkutan, Rusya’yı büyük bir ihtimalle sevindiren bir olgu bu. Çünkü bu denli öngörülemez bir ülkeyle gerilim stratejisini devam ettirebilmek çok daha kolay. Türkiye’nin stratejisi tamamen bir cinnet stratejisi. Türkiye o iç rasyonaliteyi yeniden üretebilecek mi, pek bilemiyorum. Türkiye’de söz konusu olan yalnızca demokrasi kaybı değil, otoritarizmin varolmasını mümkün kılan rasyonalitenin bile kaybolması. Koşullar tabii ki çok farklı, fakat bazı çalışmalarda IŞİD’le Nazizm arasında karşılaştırma önerisinde bulunmuştum. Her ikisinde de hem rasyonel bir kuruluş var hem de rasyoneli imha eden bir intihar stratejisi. Türkiye’de de giderek kendi çıkarlarının zorunlu kıldığı rasyonaliteyi dahi imha eden bir intihar stratejisi görüyoruz.

2013’ten itibaren devletin iç ve dış siyaset mantığında siyaseti vandetta’yla, kan davasıyla, intikamla özdeşleştiren bir düşünce oluştu. Şu anda Erdoğan açısından siyasetin tek bir anlamı var: “Siyaset, düşmanı dosttan ayıran ve düşmanı imha etmeyi mümkün kılan bir iktidar tekniğidir.” Böyle bir mantıkta ne muhalefet olgusunu kabul edebilmek, ne de iç eleştirilere tahammül edebilmek mümkün.

Size bunu söyleten ne?

2013’ten itibaren devletin iç ve dış siyaset mantığında siyaseti vandetta’yla, kan davasıyla, intikamla özdeşleştiren bir düşünce oluştu. Şu anda AKP açısından, daha doğrusu Erdoğan açısından siyasetin tek bir anlamı var: “Siyaset, düşmanı dosttan ayıran ve düşmanı imha etmeyi mümkün kılan bir iktidar tekniğidir.” Böyle bir mantıkta ne diğerine yer verebilmek, ne muhalefet olgusunu kabul edebilmek, ne de AKP’nin birinci neslinin dile getirdiği iç eleştirilere tahammül edebilmek mümkün. İster istemez kan işin içine giriyor ve kan belirleyici temel oluyor. Türkiye’de çok ciddi bir güç yanılsaması var. Güce tapma olgusu var. AKP’nin gücünün Erdoğan’ın gücü, Erdoğan’ın gücünün Türkiye’nin gücü olarak görülmesi yanılsaması.

Erdoğan ve kurmayları verdikleri demeçlerde söylediklerine inanıyor mu gerçekten?

Hamit Bozarslan

Ben inandıklarını düşünüyorum. AKP’nin tarihi okumasına baktığımızda bu çok açık şekilde ortaya çıkıyor. Söyledikleri şu: “Birinci Dünya Savaşı devam ediyor”. Bunu sadece İbrahim Karagül, Cem Küçük, Yiğit Bulut söylemiyor, Kut al-Amara ve Lawrence’ın torunları arasındaki savaştan bahseden Erdoğan da, Türk ordusunun “İslam’ın son ordusu” olduğunu dile getiren Davutoğlu da söylüyor. “Gelecek savaşlar ve muharebeler çok daha ciddi olacak. Eğer bu noktaya geldiysek, bunun nedeni Avrupa’nın, ABD’nin, Rusya’nın bize düşman olması. Gücümüzden korktukları için.” Bu söylem sürekli tekrarlanıyor. Davutoğlu’nun devamlı “Türkler tarihin öznesidir” diyebilmesi de bunu gösteriyor.

Sadece seçmene yönelik bir söylem değil yani…

Beni korkutan da o. Seçimlerden sonra da ortaya çıkan, neredeyse siyasi bir sentaks oluşturan bir söylem bu. Şerif Mardin’in yıllar önce kullandığı bir bir ifadeyle, komplo teorisinin bir devlet felsefesi haline gelmesi de bunun sonucu.

“Mistik hezeyan” diye bir kavram var ruhbilimde. O durumun siyasetteki tezahürü güç hezeyanı herhalde.

İttihad ve Terakki’de de olan bir olgu bu. Birçok kişi Erdoğan’ı Abdülhamid’le karşılaştırıyor. Erdoğan için Abdülhamid’in bir model olduğu kesin. Fakat Erdoğanizme, Erdoğanizmin işleyişine baktığımızda karşılaştırabileceğimiz tek örnek İttihad ve Terakki. İttihad ve Terakki 1912 savaşından önce, çok ciddi bir savaşı kışkırtma kampanyası düzenliyor. Sonuç Balkan hezimeti. 1914-15’te senaryo tekrarlanıyor. Sonuç: Sarıkamış ve 1918 felaketi. AKP’nin söyleminde hiç kimse bunu görmüyor: Birinci Dünya Savaşı asla Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılmadı. Osmanlı İmparatorluğu kendi isteğiyle, hiçbir provokasyon olmadan savaşa katıldı. O mistik hezeyan, o güç hezeyanı İttihad ve Terakki’de, özellikle de İttihad ve Terakki’nin asker kanadında var.

Kaçınılmaz olarak Führer prensibine varılacaktır. Lider sadece milleti değil, hukuku da temsil ediyor ve liderin sözü herkesi, her kurumu bağlayan hukuki bir değer kazanmaktadır.

Abdülhamid’le İttihadçılar arasında bu bakımdan bir fark var galiba. Abdülhamid’de istibdat rejimine ve İslâmî eksene rağmen, yine de bir denge politikası, konsensüs arayışı söz konusu değil miydi?

Evet. Hatıralarında çok net görülüyor. Ermeni katliamlarını yapmaktan çekinmiyor. Hatta Abdülhamid’de, sosyal Darwinizm olmasa da, biyolojik bir söylem var. Fakat nerede durması gerektiğini biliyor. Bana öyle geliyor ki, AKP’de nerede durulacağı duygusu kalmadı. Güç yanılsaması bu nedenle çok önemli ve tehlikeli.

İttihad ve Terakki’nin yaptığı, Abdülhamid çizgisini frenlerinden boşaltarak mantıki sonuçlarına götürmeye kalkışmak değil mi aslında?

“Erdoğan için Abdülhamid’in bir model olduğu kesin”

Evet ve daha da radikalleştirerek. Onu Talat Paşa çok açık söylüyor birkaç kez. İttihad ve Terakki’nin 1915 sonrası Ermeni söylemine baktığımızda, aslında İttihadçılık Abdülhamid siyasetini son derece radikalleştiren bir iktidar olarak ortaya çıkıyor. Bunu AKP’de çok açık görüyoruz. AKP Kemalizme bir alternatif olarak öne çıkıyor. Fakat Kemalizmi İttihadçılıktan yola çıkarak radikalleştiren bir sisteme dönüşüyor.

Sözünü ettiğiniz kurumsuzlaşma, meşruiyetin kurumlardan kişiye aktarılması, “rasyonalitenin imhası”, otoritarizmde bile mevcut olan fren mekanizmalarının devre dışı kalması, bütün bunlar tipik bir “Führerprinzip” vakasına işaret etmiyor mu? Malûm, “Führerprinzip”in en kestirme tarifi, şefin ya da liderin sözünün yazılı hukukun üzerinde olması…

Potansiyel olarak oraya gidebilir. Nasyonal Sosyalist Alman Hukukçuları Derneği’nin başkanı Hans Frank şunu söylüyor: “III. Reich’ın anayasa kanunu Führer’in tarihsel iradesinin hukuki ifadesini oluşturuyor, ama Führer’in tarihsel iradesi kendisini dile getirmek için hiçbir hukuki önkoşula bağlı olmak zorunda değildir.” Oldukça yalın bir açıklama. Türkiye’de de olup bitenleri gördüğümüzde, eğer bu süreç son noktasına varırsa, kaçınılmaz olarak Führer prensibine varılacaktır. Lider sadece milleti değil, hukuku da temsil ediyor ve liderin sözü herkesi, her kurumu bağlayan hukuki bir değer kazanmaktadır. Bu anlamda Türkiye’de Führerprinzip’e gidiş mümkün olabilir.

O noktaya şimdiden varmış değil miyiz? AKP sözcülerinin Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuksuz yargılanması kararını alkışlamasına, hatta bunu kendilerine yontmalarına tanık olduk. “Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru bizim sayemizde mümkün oldu” dediler. Ama daha o sözlerin mürekkebi kurumadan, Erdoğan “Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımıyorum, kabul etmiyorum, saygı da duymuyorum” deyince, aynı sözcüler derhal “Anayasa Mahkemesi yetki gaspı yapmıştır” demeye başladı, AKP medyası atağa kalktı, mahkeme üyelerini “paralelci” olmakla itham etti. Bu haberleri gördüğünüzde ne düşündünüz?

Bir kez daha İttihadçılığı düşündüm. Çünkü İttihadçılığın şöyle bir prensibi var: “Yok kanun, yap kanun!” Ve İttihadçılık genellikle bu prensip temelinde ilerleyen, yapılanan bir sistemdi. İttihadçılık kendisini kanunun üzerinde görmekle kalmıyor, aynı zamanda kendi iradesini kanun olarak dayatıyordu. Şu anda Türkiye’de bu olgu da mevcut. Söz konusu olan sadece liderin kendisini kanunun üstünde görmesi değil, aynı zamanda iradesini kanun olarak, norm olarak, normal, hatta tek düşünce olarak dayatması. Bunun ilk emareleri daha önce gelmişti. Erdoğan kaymakamları toplayıp “mevzuata bağlı kalmak zorunda değilsiniz” dediğinde, artık Türkiye’de kanun devletinin şeklen de kalmadığını görmüştük. Bu yüzden, ne Erdoğan’ın söylediklerine ne de diğerlerinin konum değiştirmesine şaşırdım. Çok değişik bir diktatörlük biçimiyle karşı karşıyayız. Sıradan bir diktatörlük biçimi değil bu.

İttihadçılık kendisini kanunun üzerinde görmekle kalmıyor, kendi iradesini kanun olarak dayatıyordu. Şu anda Türkiye’de bu da mevcut. Söz konusu olan sadece liderin kendisini kanunun üstünde görmesi değil, aynı zamanda iradesini kanun olarak, norm olarak, normal, hatta tek düşünce olarak dayatması.

AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştireceğine inanan ya da iddia edenler de, o pozisyonu eleştirenler de Nazizmin ünlü hukuk teorisyeni Carl Schmitt’e referansla tartışıyordu yakın zamana dek. Şimdi Schmitt’in adı anılmıyor pek, “teori” gündelik realite haline geldiği için herhalde. Ama Schmitt’in gündem olmuş olması, bu gelişmelerin habercisiydi diyebilir miyiz?

Carl Schmitt ne zaman zikredilse, kötü işlerin olacağından emin olabiliriz. Carl Schmitt’te hem Vestfalya devletiyle hem de Clausewitz geleneğiyle ciddi bir kopuş var. Çok bariz bir şekilde devletin egemenliğinin sınırsız ve önkoşulsuz olduğunu düşünen biri. Bu yüzden de, mesela soykırımın neden bir suç oluşturduğunu anlayamamaktaydı. Çünkü ona göre, önkoşulsuz ve sınırsız bir egemenliğe sahip olan devlet doğal olarak iç düşman yaratma ve bu iç düşmanı yok etme hakkına da sahipti. Şu anda Türkiye’de olup bitenler Carl Schmitt’in radikal devlet anlayışına uygun düşüyor. Devletin halkının bir kısmını düşman ilan etmesi, hatta imha etmesi, şehir dokusunun bir kısmını imha etmesi, egemenlik hakkıyla doğrudan ilişkili önkoşulsuz bir hak olarak görülüyor. O yüzden Carl Schmitt her zikredildiğinde korkuya kapılmak gerekiyor.

Özellikle 7 Haziran sonrasında Kürt sorununa bakış ve izlenen politika tam da tarif ettiğiniz şekilde cereyan etti: Halkın bir kısmının düşman ilan edilmesi, şehir dokusunun imha edilmesi…

Carl Schmitt (1888-1985)

Kürt sorununa bakışta Schmitt’çi bir yaklaşım olduğu açık: “Ben Kürtleri imha edebilirim.” Ona bağlı olarak, devletin egemenliğinden ziyade rejimin niteliğiyle ilgili bir olgu var: Erdoğan rejiminin siyaseti tamamen bir kan davası, intikam davası olarak görmesi ve muhalefet olgusunu kabul etmemesi, muhalefeti düşmanlıkla özdeşleştirmesi Schmitt’çi yaklaşımı bile radikalleştiren bir tutum. Söz konusu olan, devletin egemenliğinin sınırsız bir egemenlik olarak tanımlanması, bunun hem Türk-Sünni İslâm egemenliğinin korunmasının koşulu olarak algılanması, hem de rejimin kendisini Türklüğü, İslâm’ı temsil eden, cisimlendiren, sorumsuz, kendisine karşı çıkanı düşman, hain veya terörist ilan etme hakkına sahip görmesi. Bence bütün bu olgular eşzamanlı olarak gelişiyor.

Carl Schmitt referanslı analizlerden, tartışmalardan bugün geldiğimiz noktada, son yıllarda hiç tanık olmadığımız sıklıkla ve yüksek sesle “faşizm” kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Solda çok daha önce bunu söyleyenler vardı, ama basmakalıp bir tanımlama ya da abartı olarak görülüyordu. Ana akımda ise “otoriterleşme eğilimi” gibi tabirler revaçtaydı. Şimdiyse, o terimleri kullananlar alenen faşizm demeye başladı. Örneğin, sağın önde gelen isimlerinden Mümtaz’er Türköne rejimi “açık faşizm” diye tanımladı, Nazlı Ilıcak Aziz Nesin’den alıntı yaparak “Ey Türk faşisti” ifadesini kullandı. Onlar bir yana, Cengiz Çandar’dan Ahmet İnsel’e, anaakımda kürsüsü olan birçok isim artık doğrudan ya da dolaylı olarak faşizmden bahsediyor. Faşizm kelimesi otuz küsur yıldır hiç bu kadar yaygın biçimde dolaşımda değildi.

Evet. Doğrusu, ben 1940’lı yıllardan sonraki dönemler için “faşizm” kavramını pek kullanmıyorum. “Faşizm” kelimesinin bazı yeni iktidarları tanımlamaya yetmeyeceğini düşünüyorum. Faşizan bir estetiğin olduğu kesin, faşizm modeliyle karşılaştırdığınız takdirde ortaya çok sayıda ortak noktalar çıkıyor, az önce değindiğimiz Führer prensibi faşizan bir prensip olarak açıkça görülüyor, faşizm aynı zamanda Schmitt’çiliğin radikalleştirilmiş bir versiyonu olarak görülebilir… O açıdan, aralarında Erdoğanizmin de bulunduğu bazı rejimlerle faşizm arasında karşılaştırma yapmak mümkün. Fakat, bana öyle geliyor ki, dünya tarihinde belki de hiç görülmemiş yeni bir modelle karşı karşıyayız. Bu model hem hegemonik bir boyuta, kişi kültüne sahip, hem de kendisi için gerekli olan iç rasyonaliteyi inşa ettiği gibi, aynı zamanda imha da eden bir model. Belki bu tür rejimleri anlayabilmemiz şu anda zor. Fakat tartışmaları “bu faşizmdir” diyerek kapatmamak gerek. Yeni kavramlar düşünebilmek lâzım. Söz konusu olan, sadece demokrasinin imhası değil, aynı zamanda toplumun çökertilmesi, toplumun kendisini düşünmeyi imkânsız kılacak derecede sersemleştirilmesi, toplumsal kilometre taşlarının tümünü imha eden kişiyi tek sabit, bu nedenle de tek güvenilebilir kilometre taşı olarak algılamaya başlaması… Toplumun kognitif melekelerini imha eden, siyasi sentaksı, hatta “milli dil”i beş-on kelimeye indirgeyen Orwelian bir atmosfer tehlikesiyle karşı karşıyayız. Hannah Arendt, Eichmann’ın başkalarının kelimeleri ve acılarıyla düşünemediğini yazmaktaydı. Kendi yaşamında sıradanlaşan ölümü ve ahlâki çöküşü bile kanıksayan, kendisini çoğul bir özne olarak göremeyen bir toplumun akli melekelerini koruyabilmesi, kendisini ve başkasını düşünebilmesi mümkün olamaz.

Carl Schmitt ne zaman zikredilse, kötü işlerin olacağından emin olabiliriz. Schmitt devletin egemenliğinin sınırsız ve önkoşulsuz olduğunu düşünür. Bu yüzden de, soykırımın neden bir suç oluşturduğunu anlayamamaktaydı. Türkiye’de olup bitenler Schmitt’in radikal devlet anlayışına uygun düşüyor.

Geçen sayıda Anna Karenina’nın açılış cümlesine (“Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse mutsuzluğu kendine özgüdür”) nazireyle şöyle demiştik: “Bütün faşizmler birbirine benzer, her demokrasininse kendine göre mutlulukları, mutsuzlukları vardır.” Gerçekten de faşizmler birbirine benziyor. Umberto Eco “Ebedi Faşizm / Kök-faşizm” başlıklı yazısında 14 madde sayıyor. O 14 maddenin hemen hepsinde bugün Türkiye’yi yönetenlerin söylemlerini görüyoruz.

Bence faşizmi belirleyen özelliklerden en önemlisi toplumun, tarihin her şeyden önce biyolojik / yaşamsal kategorilerden yola çıkarak tanımlanması. Toplumun varlığının biyolojik olarak tehdit altında olduğu algısı, aynı zamanda diğerinin, Yahudiler olsun, muhalif gruplar olsun, yaşamsal biyolojik tehditler olarak değerlendirilmesini de beraberinde getiriyor. Türkiye’de AKP’nin çevresinde olan ve AKP’yi radikalleştiren muhitlerde böyle bir biyolojik algının oluşmaya başladığı kesin. İkincisiyse, faşizmin temelinde aynı zamanda mitolojik bir unsur bulunur: Yaşanan tarihin bir yozlaşma tarihi olarak değerlendirilmesi, bu yozlaşma zamanından önceki noktaya dönülmesinin ya da Türkiye’de sıkça kullanılan terimlerle “restorasyon” veya “ihya”nın yaşamsal bir zorunluluk olarak algılanması ve yabancılaşmadan çıkışın ancak bu dönüş sayesinde mümkün olabileceğine inanma. Alman mitolojisinde, yozlaşmadan “çıkış” Aryan kökenlere dönüş olarak ifade ediliyordu, Alman faşizminden oldukça farklı –ve mütevazı– olan İtalyan faşizminde Roma İmparatorluğu yozlaşma/çöküş öncesi referans olarak sunuluyordu. Türkiye’de de Nizam-ı Cedid öncesi Osmanlı İmparatorluğu, hatta Selçuklular ya da “1071” tek meşru referanslar, hatta başlangıç noktaları olarak kabul ediliyor. Ondan sonra gelen tarih ise bir yozlaşma, yabancılaşma tarihi, yüz yıl bile sürmüş olsa, bir parantez olarak görülüyor.

Bu söylem zaten cumhuriyet dönemini kastederek ve bazen daha da öncesine giderek, “açılan parantezi kapatıyoruz” diyor.
Tanzimat’la birlikte açıldı o “parantez”, o yüzden bazen 150 yıl deniyor. Aynı şekilde, devletin bir mitolojinin emrine konulması söz konusu. Nazizm üzerine yazan Ernst Cassirer’in ya da tarihçi Kershaw’ın çalışmaları Nazizmin mitolojik boyutu üzerine önemli bilgiler sunmakta. Erdoğan dahil hiç kimsenin tanımlayamadığı “2023”, “2053” ve “2071” hedeflerinin “sadıkları” ve “hainleri” birbirlerinden ayıran “hedefler” olarak saptanması, bugünkü Türkiye’nin yarınki “ebedi” Türkiye uğruna heba edilmesi, bu mitolojik boyutun Türkiye’de de belirgin bir nitelik kazandığını gösteriyor. Evet, Erdoğanizm ve faşizm arasında ortak noktalar çok, ama yine de dikkatli olalım. Başka kavram ve modeller üzerine düşünelim. Şuna da dikkat çekmek istiyorum: Erdoğanizmin söylemleri ve sembolleri en azından şimdilik eğitim sistemini tümüyle belirlemeyen, toplumun tümünü içermeyen, basının tümünü içermeyen söylem ve semboller. Türkiye’de bu tür biyolojik düşünceler, mitolojik devlet ve millet düşüncesi, yaşanan tarihin yozlaşma olarak algılanması henüz toplumda hegemonik bir nitelik kazanmadı. Belki de bu hegemonik boyuta varmadan sistem kendisini devam ettirebilir. Sürekli iç düşman, hain yaratarak, kendi içinde hainler bularak… Yarın Davutoğlu’nun hain ilan edilmeyeceğinden hiç kimse emin değil. Bu şekilde, tamamen sürreel / gerçekdışı bir sistem olarak da kendisini sürdürebilir. Zygmunt Bauman’ın da ele aldığı sistemin en radikalleştirilmiş şekli bu. Sıvı modernlikten bahsediyor Bauman. Bu sıvı modernlik aynı zamanda şiddeti de içerebiliyor. Bauman’a göre, sıvı modernlik hiçbir şeyin kalıplaşmadığı, her şeyin sürekli bir geçişkenlik içinde olduğu bir sistem.

Talat Paşa ve Enver Paşa

Şükrü Argın, bu sayıdaki (Express 142) yazısında, “muğlak monarşiler” olarak tanımlıyor dünya genelinde tanık olduğumuz bu olguyu.

Türkiye’de bu muğlaklığı, bu “sıvılığı” çok açık bir şekilde görüyoruz. Hiçbir şey kalıplaşamıyor. Düşmanlık olgusu esas. Fakat düşmanın kim olduğu bilinmiyor. 2015 baharında Batı’ya karşı alternatif dost olarak görülen Putin birdenbire düşman olabiliyor. İki yıl önce düşman olan İsrail yarın dost haline gelebilir. O anlamda sıvı, kanlı-sıvı bir modernliğin geçerli olduğunu görebiliyoruz Türkiye’de. Dina Khapaeva isimli bir Rus araştırmacı gotik iktidarlardan bahsediyor ve Putinizmi gotik bir iktidar olarak algılıyor. Gotik iktidar “zombilerin”, “vampirlerin” hüküm sürdüğü ve toplumların neredeyse bunlara teslim edildiği bir iktidar türü. Yani sürreel olan, ama aynı zamanda her şeyi yıkarak ayakta kalabilen bir iktidar tipi. Faşizme de böyle bir yaklaşım söz konusuydu. Mesela, Thomas Mann’ın Mario ve Sihirbaz kitabı bence İtalyan faşizmini anlamak için en önemli romanlardan biri. Mann faşizmi toplumu büyüleyebilme perspektifinden yola çıkarak okuyor. Ya da Karl Kraus, Walpurgis’in Üçüncü Gecesi’nde Nazizmi şer güçlerin topraktan fışkırdığı Alman mitolojisinin Üçüncü Walpurgis gecesi olarak tanımlıyor. Bu yaklaşımlar da Türkiye’de olup biteni anlayabilmemiz açısından faydalı olabilir. Khapaeva’nın dediği gibi, Putinizm kısmen bu tabloya uygun düşüyor. Başka rejimler de yarın bu tür bir gelişme gösterebilir. Hatta iktidarı kazandığı takdirde Donald Trump bu tipolojiye uyabilir. Gerçi ABD’de kurumlar gayet güçlü ve Trump’ın her istediğini yapabilmesi mümkün değil, bununla birlikte bu perspektifi dıştalayamayız.

Bu anlamda Türkiye epey yol almış görünüyor. Az önce bahsettiğimiz Führer prensibiyle çelişen bir şeye pek tanık olmuyoruz. Şefin ya da “reis”in sözü neyse hukuk o.

Evet, doğru. Ve şefin sözü değişebilir. Sistemin ona bağlı olarak değişmesi gerekiyor.

Söz konusu olan sadece demokrasinin imhası değil, aynı zamanda toplumun kendisini düşünmeyi imkânsız kılacak derecede sersemleştirilmesi. Toplumun kognitif melekelerini imha eden Orwelian bir atmosfer tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Peki, “sıvı modernlik” ve “kurumsuzlaşma” kavramlarıyla da bağlantılı olarak, Erdoğan’ın halihazırdaki hegemonik rejimini mümkün kılan önemli ölçüde bu öğeler olduğu halde, neden yeni bir anayasa yapmak onun için bu kadar önemli? “Sıvılığa” borçlu olduğu gücünü, sistemi niye “kalıplaştırmak” istiyor? Mevcut muğlaklığı muhafaza edebileceği bir düzenek mümkün değil mi? Çelişkili bir durum değil mi bu?

Çelişkili değil. Erdoğan, son derece berrak bir şekilde, kanunlara bağlı olmadığını ilan edebilen bir imparator. “İmparator”u etimolojik anlamıyla kullanıyorum, yani istisnai durum yaratabilen ve o istisnai durumun gerektirdiği istisnai cezaları uygulayabilen kişi. O yüzden imparator kelimesi ilk başlarda sadece Roma generalleri için kullanılabiliyordu. Ancak Roma generalleri böyle bir yetkiye sahip olabiliyorlardı. İdam cezası ancak bu şekilde meşru kılınabiliyordu. O açıdan ele aldığımızda, Türkiye’de idam cezası olmasa bile, Erdoğan bir imparator olarak tanımlanabilir. İstisnai durumlar yaratabilen ve bu durumların kendisine göre gerektirdiği cezaları dayatabilen biri. Ölüm cezası yok aslında, fakat Kürdistan’da olan bitene baktığımızda fiilen ve yoğun bir şekilde var. Yine de bu istek bana çelişkili gelmiyor. Bunun için Hayrettin Karaman’ı ya da İslâmi devlet doktrinini okumak yeterli. 7. ve 10. yüzyıllar arasında oluşturulan ve özneye ya da vatandaşlığa yer bırakmayan Sünni devlet doktrininde esas olan, toplumun kendisini koruması gereken lidere biat etmesi. O açıdan böyle bir başkanlık sistemi, aynı zamanda kurumların ortadan kaldırılmasının anayasal olarak meşrulaştırılmasını beraberinde getirebilir. Böyle bir sistemde eğer halife veya sultan iradesini kendisinde bulan bütün kurumların üstündeyse, onun kararları diğer bütün kurumların kararlarından üstünse, o zaman kaçınılmaz olarak kurumların işlevi anayasal olarak sona erdirilmekte.

Cevabı bu söyleşinin sınırlarını aşacak bir soru belki ama, nasıl geldik bu noktaya? On yıl önce, hatta altı-yedi yıl önce kimsenin öngöremediği bir keyfilik, kurumların tasfiyesi, medyanın susturulması, ceberrutluk ve hiçbir ilke tanımayan bir savaş haliyle karşı karşıyayız.

Yeni kuşakların maalesef hiç tanımadığı Ahmet Yücekök 1960’lı yıllarda taşrada ciddi saha araştırmaları yürütmüştü. Yücekök dindarların profilleri üzerine çalışıyor. Bu dindarlar arasında cami kurma derneklerinin yöneticileri vs. var. Bu kişilere ideallerindeki Türk milleti ve Türk lideri konusunda çok sayıda soru soruyor. Verilen cevaplar yüzde 80-85 oranında günümüzdeki Erdoğan’ı tanımlayan cevaplar: Eril, yabancılaşmamış, yabancı ideolojilere karşı, asliyete önem veren, aileyi koruyan, ataerkil otoriteyi koruyan, güç sahibi biri. Bu tarihsel derinliği biz göremedik, en azından çoğunluğumuz göremedi.

“Thomas Mann’ın Mario ve Sihirbaz kitabı İtalyan faşizmini anlamak için en önemli romanlardan biri. Mann faşizmi büyü perspektifinden yola çıkarak okuyor.”

On sene kadar önce, İslâmcı kesimden gelen, ama sonra o kesimle ilişiğini kesen, anaakım medyada yazan tanınmış bir gazeteciyle söyleşi yapmıştık. Teknik nedenlerle yayınlayamadığımız o söyleşide, Erbakan’dan Erdoğan’a nasıl gelindiği bahsinde, söz konusu gazeteci Erbakan’ın İslâmcı camiaya “efemine” geldiğini, yeterince “delikanlı” bulunmadığını o kadar vurgulamıştı ki, bize indirgemecilik gibi gelmişti. Erbakan İslâmcı camiaya, efemine değilse bile, fazla “entelektüel” ve “yumuşak” geliyordu denebilir mi?

İkisi birbirine bağlı zaten. Bu erillik olgusu gerçekten de sistematik bir şekilde ortaya çıkıyor. Yücekök’le aynı yıllarda çalışmış Mübeccel Kıray’ı okuduğunuzda, ikircikli, çıplak kadın resmine bakmaktan çekinmeyen, fakat aynı zamanda da son derece muhafazakâr, şiddete eğilimli bir bireyle karşılaşabiliyorsunuz. Tarihsel bir derinliğe sahip olan diğer bir olgu da var. 1950’lerden sonraki seçimlere baktığımızda, oldukça özel koşullarda gerçekleşen ‘73 ve ‘77 seçimleri hariç, muhafazakâr partilerin sistematik bir şekilde en az yüzde 60, yüzde 65 oy aldığını görüyoruz. Bu bence Türkiye’nin sosyolojisine dair çok şey söylüyor.

Ama, yine de, ‘73 ve ‘77 de var ve CHP’nin, Ecevit’in o günlerdeki sol söylemi AKP’nin bugünkü oyuna çok yakın bir oranda karşılık buluyor.

Evet, fakat orada da bir paradoks var. 1920’li, ‘30’lu yılların Avrupa’sına baktığınızda, hem radikal bir sol hem radikal bir sağ hareket mevcut ve sonunda radikal sağ hareket solu siliyor. Ama ‘68 sonrası Avrupa’ya ya da bazı istisnalar dışında Latin Amerika’ya baktığınızda, sol hareketin geliştiğini, radikal sağın ise oldukça gerilediğini görüyoruz. ‘68 sonrası döneme Türkiye’de baktığımızdaysa, hem sol hareket gelişiyor, hem buna paralel olarak oldukça güçlü bir tabana sahip olan radikal sağ gelişiyor ve de yine güçlü bir tabana sahip olan, ama henüz paramiliter bir nitelik kazanmamış militan bir İslâmcı gelenek oluşuyor. Bu Türkiye’yi diğer ülkelere nazaran istisnai kılan bir olgu. Türkiye’nin muhafazakâr dokusunun uzun bir tarihe dayandığını görmek gerekiyor. Bu muhafazakâr dokunun önemli tarihsel boyutları bulunmakta.

Sıvı, kanlı-sıvı bir modernliğin geçerli olduğunu görebiliyoruz Türkiye’de. Dina Khapaeva isimli bir Rus araştırmacı gotik iktidarlardan bahsediyor ve Putinizmi gotik bir iktidar olarak algılıyor. Gotik iktidar “zombilerin”, “vampirlerin” hüküm sürdüğü ve toplumların neredeyse bunlara teslim edildiği bir iktidar türü.

Özellikle 1950’lerin sonunda, tüm istatistiklerin de gösterdiği gibi, taşrada belli bir ekonomik palazlanma görülüyor. Toprak rantı küçük çapta bile olsa şehirsel refaha dönüşüyor. 1960’lı yıllarda şehir hanedanlarının önemli bir kısmı sarsılıyor, bu sarsıntı 1970’li yıllarda da devam ediyor, ama 1980’lerdeki refahın ve gelişmenin taşrada bir palazlanmaya yol açtığını da görüyoruz. Fakat bununla eşzamanlı olarak, aile yapılarının ve geleneksel evlilik modelinin güçlenmesi, akraba evliliklerinin azalmanın aksine artması, çekirdek aileye geçişin söz konusu olmaması ya da çekirdek ailenin geniş aileyle birlikte yaşaması gibi bir yığın olgu karşımıza çıkıyor 1980’lerde ve 1990’larda. Belli bir anlamda ekonomik refah sosyal muhafazakârlığı da artırıyor. Bunun nedenlerinden biri, belki de korku. Çünkü ‘70’lerin, ‘80’lerin, ‘90’ların Türkiye’si radikal bir şekilde değişen bir ülke. Sosyo-ekonomik açıdan bakarsak, Türkiye’de taşların kısmen de olsa yerine oturması ancak 2000’li yıllarda oluyor. Bu değişimler kaçınılmaz olarak varolanın güçlendirilmesi refleksini doğuruyor. Bu da aile yapılarının, ataerkil ilişkilerin, görünürlük sahasının kontrolünün güçlendirilmesine tekabül ediyor. Bunu esasında İslâm âleminin tümünde görüyoruz. ‘80’li yıllarda Latin Amerika toplumları belirgin bir şekilde muhafazakâr olmayan toplum tercihinde bulunuyor. Latin Amerika askeri diktatörlüklerinin ve oligarşilerinin düşme nedenlerinden biri bu tercih. Aynı yıllarda, Ortadoğu toplumları ise neredeyse istisnasız bir şekilde muhafazakâr toplum tercihinde bulunuyor. Her iki yerde de orta sınıflaşma olgusu çok önemli. Latin Amerika’da orta sınıfların oluşması ‘60’lar ve ‘70’ler. Bu sınıfların oligarşilerden kopması ‘80’ler. Ortadoğu’da da orta sınıflar ‘60’lar ve ‘70’lerde oluşuyor, ama ‘80’lerde son derece muhafazakâr bir tercihte bulunuyor.

Biraz da İbn Haldun’dan bahsedelim. İbn Haldun üzerine bir kitabınız (Lüks ve Şiddet: İbn Haldun’da Tahakküm ve Direniş Kuramı, İletişim Yayınları) çıktı. Birçok söyleşide güncel gelişmelere dair de İbn Haldun’u anahtar olarak kullanıyorsunuz. Yaptığınız üç göndermenin altını çizdik, bunlara bir yakın plan yapalım. Birincisi:

İbn Haldun’un daha 14. asırda belirttiği gibi, salt bir tepki olarak ortaya çıkan bir şiddet hareketi tarihselleşemiyor. Zaman ve mekânı belirleyici bir olgu olarak ortaya çıkaramıyor. Şiddet ancak şiddete dayanmayan repertuarlarla birleşebildiği, iktidar ilişkilerini değiştirebildiği ya da yeni iktidar dengeleri kurabildiği oranda siyasi açıdan önem kazanır. Türkiye’de PKK örneğinde görüldüğü gibi, bazı durumlarda şiddetin şiddete başvuran aktörü tümüyle aşan yeni dinamikler oluşturması mümkün olabiliyor.” (bianet.org, 19 Eylül 2015)

İbn Haldun üzerinden PKK’ye bakarsak, şu çıkarsamaları yapabiliriz herhalde: Demek ki, salt bir tepki hareketi değil. Çünkü tarihselleşmiş durumda. Zaman ve mekânı belirleyici olarak ortaya çıkarmış bulunuyor. Ve şiddete dayanmayan repertuarlarla birleşebildiğini –HDP’yi ve kısmi olarak Gezi hareketindeki buluşmaları düşünürsek– söyleyebiliriz. Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı oy oranı hiç de az değildi, HDP’nin 7 Haziran’da aldığı oy ise tarihi nitelikteydi. Bütün bunlarla birlikte, PKK’yi aşan dinamikler bahsinde liste uzun…

İbn Haldun (1332-1406)

Sanıyorum İbn Halduncu bir okuma için PKK gerçekten de çok ilginç bir örnek. İbn Haldun şiddete son derece soğuk bakıyor. Ulemadan gelen bir İslâm âlimi. Bildiğiniz gibi, İslâm’da otoriteye karşı isyan caiz değil. O yüzden şiddeti övmesi mümkün değil. Ama aynı zamanda, şiddete son derece soğuk bir şekilde, neredeyse fonksiyonel bir gözle, iktidarın yeniden mümkün olup olmayacağı düşüncesinden yola çıkarak bakıyor. Şiddet haklı mı, haksız mı sorusunu bile sormadan, şiddet yeni bir iktidar imkânını sağlayabiliyor mu diye bakıyor. İbn Haldun şiddete başvurup da yenilenlere karşı tamamen acımasız. Ama şiddete başvurup da iktidar ilişkilerini değiştirenlere sempatiyle bakmakta. İbn Haldun devletin içinden geliyor, ama devletin aynı zamanda çürüyen bir devlet olabileceğini ve yeni bir iktidarlaşma sÜreci olmazsa, bu çürümenin önüne geçilemeyeceğini görebiliyor. Bu açılardan baktığımızda, İbn Haldun bugün burada olsaydı, büyük bir ihtimalle şöyle diyecekti: PKK benim modelime tümüyle uyan bir hareket. Sadece şiddete başvurduğu için değil. İbn Haldun’a göre, ancak tarihin varoşlarından gelen gruplar tarihsel gruplar haline gelebilir. İbn Haldun açısından tarihte yer alabilmek için iktidarın göbeğinde olmamak, iktidara yakın olmamak, tam aksine uzağında olmak lâzım. Medeniyetin periferisinde yer almak, fakat medeniyet sürecinin bir parçası olabilmek lâzım. Kürt hareketi bu tanıma tamamen oturuyor; tarihin varoşlarından gelen bir dinamik. İbn Haldun’un dile getirdiği ikinci bir olgu ise şu: Eğer bir iktidarlaşma sürecine girecekseniz, bunu mevcut devletin sahip olduğu maddi imkânlarla yapamazsınız. Tam aksine, albenili üniformalara, en modern silahlara sahip bir ordu görürseniz hemen kaçın, o ordu yenilmiş demektir. İbn Haldun’a göre, şiddetin varolan kaynakları eritmesi, yok etmesi ve bu süreç içinde kendi kaynaklarını oluşturması şart. Bu açıdan baktığımızda da, PKK İbn Halduncu modele tamamen denk düşüyor. Devletten, devletin zor imkânlarından yola çıkarak değil, sıfırdan başlayarak kendi kaynaklarını, hem şiddet kaynaklarını hem de şiddet dışı kaynakları üretebilen bir iktidarlaşma olgusu. Onun dışında, dediğiniz gibi, İbn Haldun açısından son derece önemli olan bir diğer olgu da zaman ve mekân ilişkisi. Bu ikisini birbirinden ayrı tutamazsınız. Zamanın mekâna dönüştürülmesi şart. İbn Haldun açısından ve diğer bazı 20. yüzyıl araştırmacıları açısından da, mekân zamanın dönüştürülmüş, katılaştırılmış şeklidir. Bu katılaşma aynı zamanda yeni iktidar ilişkilerinin geliştirilmesi, devamlılığın sağlanması anlamına gelir. Ve bu açıdan da PKK Halduncu modele tamamen denk düşen bir iktidar ilişkisi kurabilmekte.

İkinci gönderme: “İbn Haldun’dan şunu biliyoruz: Eğer bir toplumda çok sayıda asabiyyet varsa, o asabiyyetlerin iktidara ulaşabilmesi mümkün olmuyor. İbn Haldun’un iktidar teorisi neredeyse tümüyle bu çıkmaz üzerine bina edilmiş durumda. Ona göre her iki alternatif de mümkün değil. Eğer ‘Medine’yi silahlı bir biçimde bırakırsanız, o zaman ‘Medine’nin medeni olması mümkün değil. Ama silahsızlandırırsanız da kendisini koruyabilmesi mümkün değil.” (zanenstitut.org, 6 Ocak 2015) Bu söyleşiyi 7 Haziran seçimlerinden altı ay önce vermiştiniz. 7 Haziran sonrasından bugünlere, özellikle de 2016’nın başından beri bölgede olup biten lere baktığımızda yine İbn Haldun’a geliyoruz…

Evet, yine İbn Haldun’a, ama aynı zamanda da trajik bir şekilde Makyavel’e geliyoruz. Çünkü Makyavel, İbn Haldun’un aksine, “Medine”nin silahlandırılmasının zorunlu olduğunu düşünüyor. Bu zorunluluğun iki sebebi var. Birincisi: Hükümdar günün birinde tiranlaşabilir. Bir ceberrut haline gelebilir. O koşullarda “Medine”nin kendisini savunabilmesi bir zorunluluk haline gelmektedir. İkincisi: “Medine” bilincine sahip olmayan bir toplumun kendisini dışardan gelen tehditlere karşı savunabilmesi mümkün değildir. İbn Haldun ise bunu öngöremiyor. İbn Haldun açısından, ancak ve ancak itaate alıştırılmış bir toplumda medeniyet mümkün olabiliyor. Fakat sorun şu: Medine ceberrutlaşan Sultan’a karşı kendisini nasıl savunabilecek? Ya da kendisini dışardan tehdit edecek aktörlere karşı nasıl koruyabilecek? Ortadoğu bize her iki örneği de veriyor: Saddam Hüseyin’in ceberrutlaşması, Beşşar el-Esad’ın ceberrutlaşması, diğer bazı ülkelerde de benzer örnekler mevcut. Ve buna karşılık toplumların tümüyle savunmasız olduğunu görüyoruz. Diğer yandan, Timbuktu, Kidal, Musul gibi şehirlerin düşmesine bakıyorsunuz… Musul 1 milyon 300 bin kişilik bir şehir, 86 bin polis ve askere sahip. 500 milyon dolar paraya sahip. Musul marjlardan gelen iki bin cihatçıya teslim oldu. Bu, İbn Haldun modelini tümüyle doğrulayan, ama aynı zamanda İbn Haldun modelini aşmamızı zorunlu kılan bir tablo.

Erdoğan, son derece berrak bir şekilde, kanunlara bağlı olmadığını ilan edebilen bir imparator. “İmparator”u etimolojik anlamıyla kullanıyorum, yani istisnai durum yaratabilen ve o istisnai durumun gerektirdiği istisnai cezaları uygulayabilen kişi.

Çok sayıda asabiyyet olması bu anlamda mı?

Çoğul asabiyyet olgusunu somut bir örnekle açıklayabiliriz: 1988-89’da Sovyetler Birliği Afganistan’da yenilmiş durumda. Düşünebiliyor musunuz? Dünyanın ikinci askeri gücünün yenilmesi… Ama iktidarı ve savaşı kazanan kumandanların her biri belli bir bölgeye sahip ve bunların ne birleşebilmeleri ne de birbirlerini tasfiye edebilmeleri mümkün. Birleşemeyen, ortak bir iktidar dinamiği yaratamayan çok sayıda silahlı asabiyyet söz konusu. Bu nedenle de Sovyet yanlısı iktidar dört yıl Kabil’de hüküm sürmeye devam edebiliyor. Taliban kurulduğunda 32 kişi! 32 kişi kalkıp binlerce askere sahip ve Sovyetler Birliği’ni yenmiş kumandanlara kendilerini dayatabildi. Üstelik, çok kısa bir zaman içinde. 2013’te, Suriye’de 1200 milis gücü vardı. IŞİD’in zaferi aynı zamanda her biri bir asabiyyete sahip olan bu milis güçlerinin birbirlerini tamamen felç etmiş olmasıyla açıklanabilir. Birkaç yüz kişilik bir güç. 2012’nin başında, sadece 300 cihatçı vardı Suriye’de. Bu 300 cihatçı iki yıl içinde bu noktaya gelebildi. Aynı şeyi Libya için de söyleyebiliriz. Sahada 300 milisin bulunması IŞİD’in Sirte’yi ele geçirmesini sağladı.

Bunda bir ideoloji olarak İslâm’ın belirleyici bir rolü var mı?
İbn Haldun bunun üzerinde çok duruyor. Böyle bir hareketin bir davaya sahip olmadan başarıya ulaşabilmesi mümkün değil diyor. Asabiyyet ve dava arasında her zaman bir ilişki var. Bir davaya sahip olan bir asabiyyet her halükârda güçlenecektir. Fakat İbn Haldun’dan yola çıkarak şunu da düşünebiliriz: Eğer birbirini felç eden çok sayıda asabiyyet varsa, o zaman dava kendi asabiyyetini üretebilir. Taliban’ın yaptığı da buydu: Bir davaya sahip 32 kişilik bir grubun diğerlerini yenebilmesi, kendi başına özerk bir asabiyyet oluşturabilmesi sayesinde mümkün olabilmişti. Fakat İbn Haldun burada olsaydı, şöyle diyecekti: Davadan kastettiğim ille de İslâm davası değil, Marksizm-Leninizm de bir dava, Kürt meselesi de bir dava…

IŞİD’in gotik estetiğinin de cezbedici olduğunu söylüyorsunuz…
O gotik estetiği her yerde görüyorsunuz. Le Monde IŞİD’in propaganda videolarını yayınladı. Sanki bir Hollywood filmiyle karşı karşıyasınız. Bu gotik estetikte hem perspektif var, uzaktan çekim, yakından çekim, uzaydan çekim, mahalden çekim, kamera oyunlarının değişmesi, birdenbire birinin çıkıp yoldan geçen birini öldürmesi, zombileşme olayı, öngörülemezlik, vs. Gotik estetiğin neredeyse bütün konuları uygulanmakta. O yüzden şu anda IŞİD’in estetiği üzerine çalışan çok kişi var, çok ilginç bir olgu.

“Gotik derken 14. ya da 15. yüzyılı değil, bugünkü gençlik gotiğini kastediyorum” diyorsunuz…

Tabii, fakat eski gotik estetikte de benzer bazı öğeler var. Mesela Notre Dame’da da olduğu gibi kiliselerin üzerindeki “gargouilles” denen ucube mahlûkatlar. Her kilisede yüzlerce ucube mahlûkat görüyorsunuz. Bu ya koruyucu ya da korkutucu öğeler gerçek gotik estetikte mevcut, ama gerçek gotik estetiği tabii ki buna indirgeyemeyiz. Şu andaki gotik estetikte korku ve şiddet olgusu zamanının ve mekânının tümüne hâkim bulunmakta ve son tahlilde hem zamanı hem mekânı imha etmekte.

İbn Haldun açısından, ancak itaate alıştırılmış bir toplumda medeniyet mümkün. Sorun şu: Medine ceberrutlaşan Sultan’a karşı kendisini nasıl savunabilecek? Ya da kendisini dışardan tehdit edecek aktörlere karşı nasıl koruyabilecek? Ortadoğu’da ceberrutlaşmaya karşılık toplumların tümüyle savunmasız olduğunu görüyoruz.

İbn Haldun’a üçüncü gönderme: “2012’de 18 Temmuz saldırılarından sonra ortaya çıkan durumu İbn Haldun çok güzel ifade ediyor: Eğer bir iktidar topraklarının tümünü kontrol edemiyorsa, o zaman stratejik eksenlerin ve başkentin kontrolüne ağırlık veren yeni bir strateji düşünmelidir. Koruyamayacağınız yerlere on binlerce asker gönderirseniz bunun size hiçbir stratejik faydası olmaz. Suriye bunu Kürt şehirlerinden çıkarak çok rasyonel bir şekilde yapabildi. İkincisi, burada Türkiye’ye verilen bir cevap vardı. Türkiye’nin Suriye’nin silahlı mücadelesine destek vermesi aynı zamanda Suriye’nin PKK’nin devamı olarak görülen örgütü (PYD’yi) öne çıkarmasını mümkün kıldı.” (zanenstitut.org, 6 Ocak 2015) Esad rejimi İbn Haldun’u hatmetmiş gibi. Peki, Kürt bölgesinden tamamen çekilirken o destansı direnişi öngörebilmiş olabilir mi? Türkiye’de ve dünyada hemen herkes Kobanê’nin çabucak düşeceğini düşünüyordu.

2012’de Esad Rojava’nın büyük bir kısmından geri çekildiğinde, Suriye’de henüz cihadileşmeden bahsedilmiyordu. El-Nusra son derece zayıftı, az sayıda elemana sahipti ve IŞİD henüz yoktu. IŞİD 2012’de İslâm Devleti adıyla sadece Irak’taydı. Yani Esad’ın bu senaryoyu öngörebilmiş olması mümkün değil. Fakat şunu biliyoruz: Mesela 2011’de, PYD’ye son derece benzer PJAK’la İran arasında bir ateşkes antlaşması imzalandı. Kürtler, Özgür Suriye Ordusu kuruluncaya kadar, sanıyorum 29 Haziran 2011’e kadar, muhalefetin bir parçası. Fakat o tarihten itibaren Kürt aktörlerin çok büyük bir kesimi “Bu savaş bizim savaşımız değil, Arapların iç savaşı” demeye başladı. Orada Kürt hareketinde ciddi bir kırılma yaşanıyor. Muğlak pozisyonlara sahip olsa da, KCK savaşa gitmeye ya da silahlanmaya pek niyetli değil aslında. Diğer yandan, PYD bu savaşın kendi savaşları olmadığını çok açık bir şekilde dile getiriyordu. Bunun nedenlerinden biri, Özgür Suriye Ordusu’nda bir yığın milliyetçi Arap subayın olması. Bu milliyetçi Arap subayları 2000’lerde Kamışlı’daki gösterilerin bastırılmasında, katliamlarda son derece önemli rol oynamış insanlar. Sanıyorum olup biten şu: Esad bunu son derece iyi anlıyor. “Bunlar ‘bu savaşa girmeyeceğiz’ diyorlar ve bu benim açımdan çok büyük bir avantaj, çünkü ikili bir savaş cephesi açmam için geçerli bir sebep yok.” Fakat Esad’ın ya da PYD’nin 2011-12’de Kobanê’yi öngörebilmesi kesinlikle mümkün değildi. Sadece onlar değil, hiç kimse olup bitecekleri tahmin edemezdi. Ben bayağı panik halindeydim. Suriye üzerine çalışan bir sürü öğrencim vardı, şimdi hepsi doktoralarını bitirdi, onlar muhtemelen “bizim bunak hoca yine boşa korkuyor” diye düşünüyordu. “300 cihatçının karşısında 60 bin direnişçi var, neden korkuyorsunuz?” diyorlardı. Gerçekten de 2012’nin başında beni korkuya iten cihatçıların sayısı 300’ü aşmıyordu. Akıl almaz hızlı bir gelişmeyle karşı karşıyayız. Suriye ihtilafı her yaz yeniden değişiyor. Baş döndürücü bir gelişim gösteriyor. Benim korkum, Libya’nın ya da Yemen’in, hatta ve hatta Lübnan’ın da bu tür baş döndürücü değişimlere tanık olması.

Türkiye’yle ve faşizm meselesiyle bitirelim…

Heinrich Heine 1850’lerde “Almanya’yı düşündüğüm zaman uykum kaçıyor” diyordu. Bununla bitirelim. (gülüyor)

Express, sayı 142, Nisan 2016

^