HAMİT BOZARSLAN İLE SURİYE HAREKATI VE ÖTESİ

Söyleşi: Alican Tayla
2 Kasım 2019
SATIRBAŞLARI

“Barış Pınarı” harekâtıyla ne hedefleniyordu, nasıl bir noktaya gelindi, buradan nereye gidilir? Ortadoğu üzerine çalışmalarıyla tanınan, Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu EHESS’in öğretim üyesi, tarihçi ve siyaset bilimci Hamit Bozarslan’ı dinliyoruz…


Türkiye’nin “Barış Pınarı” ismini verdiği Kuzey Suriye askeri harekâtının başlangıcından bu yana, görece kısa bir sürede sayısız değişiklik, sıçrama ve önemli kırılmalar yaşandı. En son IŞİD lideri Bağdadi’nin Türkiye sınırında düzenlenen bir ABD operasyonuyla öldürülmesinden başlayarak geriye doğru gidersek, bu süreçte üzerinde durulması gereken en önemli noktalar sizce neler?

Hamit Bozarslan: Son haftalarda gözlenen en önemli olgu ABD’nin sahip olduğu gücün güçsüzleşmesi ve serseri bir mayına benzeyen Trump’ın hem Erdoğanizm gibi bir anti-demokrasi önünde diz çökmesi, hem de kendi bakanlıklarını ve Kongre gibi kurumları açıkça by-pass etmesi ve aşağılaması. İran’ın Suudi Arabistan’a saldırısından sonra net bir şekilde gözlemlenen bu gücün güçsüzleşme süreci, ABD’nin bölgedeki itibarını ciddi bir şekilde sarsıyor. Buna karşın, Rusya’nın hiçbir zaman olmadığı kadar güçlendiğini görüyoruz. Pentagon’un bütçesi Rusya’nın savunma bütçesinin 15 katı, Rus GSMH’sinin neredeyse iki katına yakın. Ama Putinizm son derece kinik ve uzun erimli bir siyaset güdüyor, 2000’lerden beri geliştirdiği “Batı’dan intikam” stratejisini adım adım uyguluyor, kanlı ihtilaflara göz yumarak bölgede bir hakem rolüne soyunuyor ve hegemonik bir konuma her gün biraz daha yaklaşıyor.
Türkiye’ye gelince, hem Putin’in hem de Trump’ın dostu olan Erdoğan şu anda dünya çapında en nefret edilen lider konumunda. Erdoğan rejimi Batı ülkelerinin tümünde artık bir “haydut devlet” olarak değerlendiriliyor. Temsilciler Meclisi’nin bu denli ezici bir çoğunlukla Türkiye’ye yaptırım uygulanmasını kararlaştırması Cumhuriyetçiler arasında da Erdoğan’a karşı dinmesi kolay olmayacak bir tepki olduğunu gösteriyor. Bu sadece Türkiye’yi zor günlerin beklediğini değil, aynı zamanda Erdoğanizmin ya geri adım atmak ya da giderek Putin’e daha fazla teslim olmak zorunda kalacağını da gösteriyor. Bu ikinci ihtimal kaçınılmaz olarak Türkiye’nin Orta Asya Cumhuriyetleri gibi bir Rus yarı-sömürgesi haline gelmesini de beraberinde getirebilir.

Daha büyük bir felaketi önlemek adına Rusya aracılığıyla Suriye rejimine ciddi tavizler vermek zorunda kalan Kürtler için bu durumun Rojava projesinin sonu anlamına geldiği söylendi. Fakat diğer yandan gerek ABD, gerekse Rusya için Mazlum Kobani önderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) hâlâ sürecin önemli bir aktörü olduğu görülüyor. 9 Ekim’den bu yana yaşanan gelişmeleri YPG ve Kürtler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önümüzdeki günlerde ne olup biteceğini öngörebilmek oldukça zor. Putin Erdoğan’ın Kobani’ye girmesine yeşil ışık yakacak mı? Bunu bilemiyoruz. Bununla birlikte, son sekiz yıldır bir yapı, bir tecrübe, bir tahayyül ve bir referans olarak var olan Rojava’da önemli bir kırılmanın yaşandığını söyleyebiliriz. Ama aynı zamanda, çok zor koşullarda da olsa, hem Rojava tarihinde hem de Kürdistan tarihinde yeni bir dönemin başladığını da görüyoruz. Rojava zinde kuvvetlerini korumakta, yeni bir geleceği mümkün kılabilecek önemli kaynaklara sahip bulunmakta.

Erdoğanizm ya geri adım atmak ya da giderek Putin’e daha fazla teslim olmak zorunda. Bu ikinci ihtimal kaçınılmaz olarak Türkiye’nin Orta Asya Cumhuriyetleri gibi bir Rus yarı-sömürgesi haline gelmesini de beraberinde getirebilir.

“Barış Pınarı” öncesinde Erdoğan’ın üçlü bir hedefi vardı: Rojava’da, Sri Lanka’nın Tamil hareketine karşı uyguladığı türden bir topyekûn imha stratejisinin uygulanması, Rojava’nın tümünü içeren bir etnik temizlik ve demografik mühendislik ve de bölgenin bir Cihadistan’a dönüştürülmesi. Bu strateji en azından şimdilik başarıya ulaşamadı. Rojava’nın kinik Rusya ve bir mafya sistemi olarak Esad rejimine teslim olmaktan başka çaresi yoktu, ama Şam’la yapılan müzakereler SDG’nin korunmasını ve Suriye ordusuna entegre edilmesini de içerebilir. Rejimin dayandığı ana cemaat olan Suriye Alevilerinin son dokuz yılda 100 bin savaşçı kaybettiğini unutmamak gerek. Rejimin hem kendisine düşman olmayan bir nüfusa, hem de askeri güce ihtiyacı var. Bunun karşılığında ise kültürel bazı hakları ve sınırlı bir ademi merkeziyetçilik prensibini kabul edebilir. Erdoğanizmin böyle bir senaryodan kazançlı çıkmayacağı kesin. Mazlum Kobani’nin uluslararası arenada bu denli belirgin bir konum kazanması önemli, ama bu, özellikle de Rusya nezdinde gerçek bir korumaya dönüşebilecek mi? Bunu bilemiyoruz. Bilemediğimiz ikinci konu ise, Türkiye’nin paralı askerleri olan “Suriye Milli Ordusu”nun yarattığı tepkiler. Putin, büyük bir kinizmle, Suriye senaryosunun başoyuncusu olmayı başardı. Ama aynı zamanda, bu “Milli Ordu”’yu oluşturan ve ganimet peşindeki on binlerce cihatçı paralı askerin Suriye’de yer tutmasına da yol açtı. İdlib’i “temizleyeyim” derken yeni Cihadistanların oluşmasını sağladı. Buna ne kadar tahammül edebilir? 

Bozarslan: “11 Eylül’den bu yana El-Kaide, IŞİD (üstte) ve diğer Cihadi örgütler çok daha fazla güç kazanmış durumda”

Ankara’nın başlattığı bu operasyon sırasında, somut rakamlara ulaşmak imkânsız olsa da, çok sayıda tutuklu IŞİD militanının firar ettiği biliniyor. Bunun ve genel olarak Kuzey Suriye’deki bu yeni karmaşanın sonucu olarak, özellikle de Bağdadi’nin de öldürülmesiyle, neredeyse tamamen yok edildiği söylenen IŞİD’in yeniden doğma şansı oluştu mu?

Bu konuda genellikle tutuklular üzerinde duruluyor. Cihadi hareketlerin 1979 sonrası tarihi, hapishanelerin gerçekten de radikalleştirici bir rol oynadığını gösteriyor. Bu tutukluların bir intikam hıncına ve büyük bir şiddet potansiyeline sahip oldukları inkâr edilemez. Ama kampların dışındaki IŞİD’lileri de unutmamak gerek. Irak’ta son bir yılda, hemen hemen her gün bir IŞİD saldırısı gerçekleşti. IŞİD şu anda, diğer bir yenilgi ânı olan 2007’deki gibi bir “sabır” dönemine, yani son yenilginin intikamının hazırlandığı bir döneme girmiş bulunuyor. Bu “sabır” zorunluluğunu da doğrudan Muhammed’in hayat hikâyesinden yola çıkarak açıklıyor. Kaldı ki, El-Kaide’nin otuz yıla yayılan tarihi, bir yenilginin bir muhit olarak El-Kaide geleneğini yok etmeye yetmediğini gösteriyor. IŞİD’i ve diğer cihadi hareketleri de içeren bir muhit olarak El-Kaide, iktidarlaşmak için zorunlu olan mekân-zaman ilişkisini kuramamakta, zamana sahip olduğunda kontrol ettiği mekânı, mekâna hükmettiğinde de kurumsallaşmasını, yani devletleşmesini mümkün kılabilecek zamanı yok etmekte, ama kendisi ortadan kalkmamakta. 11 Eylül’den bu yana neredeyse yirmi yıl geçti, ama El-Kaide, IŞİD ve diğer Cihadi örgütler, 11 Eylül’deki El-Kaide’den çok daha fazla güç kazanmış durumda. Kelimenin tam anlamıyla, kendisini zaman içinde yeniden üretebilen nihilizm olgusuyla karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıyız.

Erdoğan’ın üçlü bir hedefi vardı: Rojava’da, Sri Lanka’nın Tamil hareketine karşı uyguladığı türden bir topyekûn imha stratejisinin uygulanması, Rojava’nın tümünü içeren bir etnik temizlik ve demografik mühendislik ve de bölgenin bir Cihadistan’a dönüştürülmesi. Bu strateji en azından şimdilik başarıya ulaşamadı.

Erdoğan rejimi bu harekâtla içeride ve dışarıda neler kazandı? Ve gerek Rusya, gerek ABD’yle sürdürmekte olduğu müzakerelerde Erdoğan’ın elinde ne gibi kozlar var?

Erdoğan “20 milyon kilometrekarelik” imparatorluğun şiddetle belirlenmiş hasretini çekiyor, yaşanan ânı ve özellikle de geleceği yozlaşma ve yıkım öncesi Türk-Osmanlı düzeninin restorasyonunu ve geçmişten intikam almayı mümkün kılabilecek bir zaman dilimi olarak değerlendiriyor. Ama bu büyük tahayyül, “Reis”in gerçek hayatta sahip olduğu manevra sahasının sıradan bir kasaba kabadayısının manevra sahasından daha geniş olmadığı gerçeğini gizleyemiyor. Erdoğan, dile getirdiği gibi bir “oyun kurucu” değil, ama bu son operasyonla Suriye’deki Kürt hareketine önemli bir darbe vurduğu, içerde ise gölgesinden bile korkan iç muhalefeti çökerttiği inkâr edilemez. Bunun bedeli ise, 2011-2016 döneminde yıkmak istediği Esad rejimini konsolide etmesi ve çökertmek istediği Rus hegemonyasını pekiştirmesi.

Geçtiğimiz nisan ayında aktardığımız konuşmanızda Rusya, İran ve Türkiye rejimleri arasındaki tarihsel ve güncel benzerlikleri anlatırken özellikle üzerinde durduğunuz kavram “anti-demokrasi”ydi. Suriye’de yaşananlar özelinde baktığımızda günümüzün anti-demokrasilerinin jeopolitik stratejilerine dair neler görüyorsunuz?

Kant’tan yola çıkan Michael Doyles demokrasilerin birbirlerinden nefret edebildiğini, ama birbirleriyle savaşmadığını yazıyor. Habermas da bu tür bir hipotezi dile getiriyordu. Anti-demokrasiler ise birbirlerine hayran olabiliyor, ama aynı zamanda, rahatlıkla birbirlerini sırtlarından hançerleyebiliyorlar da. La Boétie’nin dile getirdiği gibi, kötüler dost olamıyorlar, olsa olsa işbirlikçi olabiliyorlar. Bu, Suriye’yi kana bulayan üç anti-demokrasi için de geçerli.

^