BRİTANYA SEÇİMLERİ

Yücel Göktürk
11 Aralık 2019
SATIRBAŞLARI

Britanya seçimleri herhangi bir seçim değil, tarihi bir eşik. Zira, 12 Aralık’ta neoliberalizm oylanacak. İşçi Partisi’nin elde edeceği başarı kırk küsur yıllık hegemonyanın sandığa gömülmesi demek olacak. Gönlümüzden geçen o, işaretler de o yönde. Tahtaya vuralım…   
Loretto’nun duvar resminde Corbyn ve neoliberal düşmanları


Önce bir konum atalım –söze “Britanya seçimlerine ‘durduğum yer’den bakıyor, gelişmeleri yine ‘durduğum yer’den takip ediyorum. Peki, ‘durduğum yer’ neresi?” diye başlayan Osman Akınhay’a nazire olsun.

Konum, Erkin Koray’ın şarkısından esinle, şöyle: Hop hop gelsin, hemen gelsin, şimdi gelsin, Labour gelsin, Corbyn gelsin. “Yer” burası, burada buluşalım.

Aslanlar gibi uyan uykundan / Savur toprağa çiğ gibi / Uyurken üzerine vurulmuş zinciri / Sen çoksun, onlar az.”

Britanyanın 19. yüzyıl Nâzım’ı Shelleynin Mask of Anarchy / Anarşinin Maskesi adlı şiirinin son dizesi Ye are many, they are few / Sen çoksun, onlar azdan devşirilen For The Many, Not The Few” (Azınlık için değil, çoğunluk için): Yer burası. Jeremy Corbyn liderliğinde köklerine dönen İşçi Partisinin sloganı bu –sadece bir seçim sloganı değil, konum tarifi. Az”ın hangi sınıflar, “çok”un hangi sınıflar olduğunu o şiirde anlatıyordu Shelley. Shelleynin anlattığı anlamdaki sınıfsal konumu programının merkezine koyan bir İşçi Partisi söz konusu. Evet, hadise muhteşem bir şiirden, sınıfsal bir söylemden ibaret değil, çoğunluk için somut bir program var ortada. O yüzden yer burası.

Bazı insanların üstte bazılarının altta olması kaçınılmaz. Ekonomik eşitlik diye bir şey mümkün değil. Aslolan eşitsizliktir. Ekonominin mahmuzu eşitsizliktir.” Seleflerinin örtük olarak söylediğini, ima ettiğini, fısıldadığını Johnson alenen, yüzü kızarmadan, bağır bağır bağırıyor. 

O manifestoya gelmeden rakibimize bir bakalım –rakip yerine düşman desek yeridir. Öyle bir yerdeyiz…

Boris Johnson’ın ne menem bir yalancı olduğu, ikizi Trump’a bu branşta nal toplattığı sayısız örnekle varit. Ama tek örnek yeterli: Geçen yaz, Glastonbury festivalinde, Britanya’nın gözde hiphopçusu Stormzy’nin şu dizelerini binlerce kişi bir ağızdan haykırıyordu: “I could never die, I’m Chuck Norris / Fuck the government, fuck Boris.”


Böyle bir tezahürat ana akımda haber olmaz mı, orada oluyor tabii. Ve BBC televizyonuna konuk olan Johnson’a o görüntüler gösteriliyor, ne düşündüğü soruluyor. Cevap: “Stormzy’yi övmek istiyorum. Onun müziğine hayranım. Günümüzün en büyük şarkı yazarlarından, şairlerinden. Ve kendisine ‘Back Boris’ (Boris’e omuz ver) kampanyasını desteklediği için teşekkür ederim. Orada ‘Back Boris’ dedi, akustik bir sorundan ötürü kısa bir süre için söylediği yanlış anlaşıldı.”  Stüdyodakiler donup kalıyor tabii, “fuck Boris”i görüntülere ve milletin gözünün içine baka baka “Boris’e omuz ver” anlamındaki “back Boris”e çeviren tıynet kan dondurmaz mı? Post-truth denen şeyin daha özcesi olabilir mi?


“Aslolan eşitsizliktir”

Bu pervasızlıkta bir yalancı olmadığını varsayalım, gene de rakip değil düşman olarak, bir halk düşmanı olarak görmek için sebep çok.   

Yalan söylemediği istisnai zamanlarda, sıradan yurttaşı, o büyük çoğunluğu aşağılamadığı konuşması vaki değil neredeyse. Irkçı, cinsiyetçi, işçi-emekçi düşmanı söylem şelaleler gibi dökülüyor ağzından. O yüzden her gittiği yerde, hakaretleri bazen misliyle, bazen nezaketle iade ediliyor. Sosyal medyada viral olan “please leave my town – lütfen şehrimi terkedin” seçmen tepkisi nazik örneklerden, “hiç utanman yok mu”, “defol git buradan”lar havada uçuşuyor. 


Seçim kampanyasının son düzlüğünde kahramanı olduğu büyük rezalet nasıl bir canlıyla karşı karşıya geldiğimizi harfiyen imliyor. Johnson Ulusal Sağlık Hizmeti’ne (NHS) nasıl da bol keseden yatırım yaptığını anlatırken ITV muhabiri Joe Pike, Leeds’deki bir kamu hastanesinde yere serilmiş paltoların üstünde yatan zatürreden muzdarip dört yaşındaki Jack Williment-Barr’ın durumu hakkında ne hissettiğini soruyor, cep telefonundan çocuğun fotoğrafını göstererek. Johnson hiç duymamış gibi yaparak NHS’ye ne büyük yatırımlar seferber edildiği makamından devam ediyor.

O anda görüntüye yansımıyor, ama Johnson, el çabukluğu marifet, gazetecinin telefonunu alıp cebine koyuyor. Tirad tamama erdiğinde, Joe Pike’ın “soruma cevap vermediniz, ayrıca telefonumu elimden kapıp cebinize attınız” demesi üzerine, Johnson cebinden Pike’ın telefonunu çıkarıyor, yarım ağız bir özür eveleyip iade ediyor. O arada “evet, üzücü bir durum” filan diye geveliyor.


Bu görüntüler Johnson’ın hamurunu nasıl gözler önüne seriyorsa, şu konuşması da ideolojik konumunu ortaya koyuyor: “Toplumun yüzde 16’sının IQ’su 85’in altında. Dolayısıyla bazı insanların üstte bazılarının altta olması kaçınılmaz. Ekonomik eşitlik diye bir şey mümkün değil. Aslolan eşitsizliktir. Ekonominin mahmuzu eşitsizliktir.”


Böyle bir başbakan, böyle bir Muhafazakâr Parti lideri var İşçi Partisi’nin karşısında. Farzedelim, o değil de selefi olsaydı, Demir Lady’liğe soyunan, “yumuşak Brexit”e hiç yanaşmayan, Johnson’ı dışişleri bakanı yapmakta beis görmeyen Theresa May olsaydı ne fark ederdi? Ya da May’in selefi, ülkeyi Brexit referandumuna götüren nispeten ölçülü, ırkçı-cinsiyetçi-emekçi düşmanı söylemden uzak duran David Cameron olsaydı? Bu listeyi John Major’dan Margaret Thatcher’a, “başka alternatif yok”çu Demir Lady’ye, eğitim bakanı olduğu dönemde okullardaki süt saatini kaldırmasıyla kazandığı lâkapla “süt hırsızı”na, “Thatcher the milk snatcher”a kadar uzatabiliriz.   

Seleflerinin örtük olarak söylediğini, ima ettiğini, fısıldadığını Johnson alenen, yüzü kızarmadan, bağır bağır bağırıyor.

“Neoliberal konsensüs ömrünü doldurdu”

Böylesi daha iyi tabii. Kral çırılçıplak. Örtünmeye gerek duymuyor, gerek duysa bile öyle bir örtü yok artık. Pareto’nun 20. yüzyılın başında dediği gibi, “kapitalizme liberalizm yetmiyorsa, faşizme geçilir.” Liberalizm yetmediği için neoliberalizme geçilmişti, “piyasa demokrasisi” olarak. O “şık” tabirin oksimoronluğu ayan beyan olunca, sermaye sınıfı dünyanın dört bir yanında Johnson tipolojisini göreve çağırmaya başladı.

Gordon Brown Kabul edelim ki Jeremy bir fenomen” diyor ve devamını şöyle getiriyor: İnsanlar öfkeli ve Jeremy o öfkeyi dile getiriyor. Şu kesin: Neoliberal konsensüs ömrünü tamamladı, hem uluslararası ölçekte hem Britanyada.”

Bu şartlarda, değil şimdikine, Gordon Brown liderliğindeki “merkezci” İşçi Partisi’ne bile fit olunabilirdi. Neyse ki, öyle bir ehven-i şer seçimi değil 12 Aralık’taki. İki ağırlık merkezinden biri, neoliberalizmi iştahla sürdüren Muhafazakâr Parti, diğer tarafta enine boyuna tasarlanmış sistematik bir programla neoliberalizme bayrak açan İşçi Partisi.    

Gordon Brown demişken… Jeremy Corbyn’i bir de ondan dinlemekte fayda var. Konuk olduğu bir TV programında, “Kabul edelim ki Jeremy bir fenomen” diyor ve devamını şöyle getiriyor: “Birçok konuda anlaşamıyoruz, zaten başbakanlığımda 500 önerge verdi. Ama bir fenomen olduğu gerçeğini teslim ediyorum. İnsanlar öfkeli ve Jeremy o öfkeyi dile getiriyor. Şu kesin: Eşitsizliğin ekonomik büyüme sağlayacağını iddia eden neoliberal konsensüs ömrünü tamamladı, hem uluslararası ölçekte hem Britanya’da.”


Brown’ın bu “yiğidi öldür hakkını yeme” tavrına ve neoliberalizmin iflasını beyanına ilaveten Tony Blair’in umarsızca yürüttüğü anti-Corbyn kampanyası bizlere “durduğumuz yer”e dair sağlam bir sağlama. O Blair ki, yenilgiyle sonuçlanan 1994 seçimlerinin ertesinde “İşçi Partisi’nin iktidara gelebilmesi için Corbynist unsurlardan temizlenmesi gerektiğini” söylemiş, 1996’da ise bıyık altından gülerek “Corbyn’in aniden partiyi ele geçireceğinden endişelenmemize hiç gerek yok” demişti.

İşçi Partisi’nin Blair liderliğindeki iktidar dönemi malûm. Ömrünün son yıllarında Thatcher’a, “en büyük başarınız nedir” diye sorulduğunda, iki kelimeyle gayet özlü bir cevap vermişti: “Tony Blair.”   

Corbyn’in 16 yıl önce Londra’da Irak’ın işgalinin arefesinde 600 bin kişinin katılımıyla düzenlenen savaş karşıtı gösteride, Blair hükümetine yaptığı veryansını hatırlamakta fayda var.


“Hiç kimsenin istemediği bir savaş için niçin üç buçuk milyar pound harcıyoruz? AIDS salgını Afrika’yı kasıp kavururken, dünyadaki her dört çocuktan biri yoksulluk ve açlık içinde can verirken ve bu ülkede kamu hizmetleri için yeterli para olmadığı söylenirken? Irak’ta binlerce daha ölüm hiçbir şeyi halletmeyecek, nefret, sefalet, çaresizlik sarmalını tetikleyecek, savaşlar, çatışmalar, terörizm, krizler ve gelecek kuşaklara ıstırap getirecek. Bugün buradan verdiğimiz mesaj şudur: Savaşsız bir dünyada yaşamak istiyoruz. Savaş denen felaketten kurtulmanın yolu onunla bağlantılı olan adaletsizlikten, yoksulluktan, sefaletten kurtulmaktan geçiyor.”         

2003’ten bugüne, köprülerin altından çok sular geçti, ama Corbyn’in o günkü konuşmasının belkemiği bugünkü İşçi Partisi’nin seçim programının belkemiği. Halk sağlığı, kamu hizmetlerinin ihyası ve  büyük çoğunluğu canından bezdiren adaletsizlik, yoksulluk, sefalet belalarından kurtuluşun yolunu açmak.

“Sosisleri de kamusallaştıracak mısınız?”

Evet, bir başlangıç söz konusu. İşçi Partisi’nin 12 Aralık programı bir “ilk adımlar” manifestosu. Ve anahtar kavram kamusallaştırma: 1970’lerin sonundan itibaren Thatcherizm ile birlikte dünyanın dört bir yanına yayılan neoliberalizmin alamet-i farikası olan özelleştirmeyi, ilk aşamada temel kamu hizmetlerinin –sağlık, eğitim, barınma, ulaşım– bünyesinden çıkarmak. “Azınlık için değil, çoğunluk için” hedefine başka nasıl gidilebilir ki?

İşçi Partisi yönetiminin Brexit tutumu ikircikli olageldi –Nicky Wire ikilemi” olarak kodlayabiliriz. Ancak, varılan noktada gayet yaratıcı bir çözüm üretildi: Altı ay içinde bir Brexit planı ortaya koymak ve bunu referanduma, ABde kalmak” seçeneği ile birlikte sunmak.

Ve haliyle, bu anahtar kavram kapitalizmin kaptanlarının gözünde alarm sinyali. O yüzden besleme medyada “Corbynistalar”dı, “Britanya’yı Venezuela’ya benzetecekler”di, gırla gidiyor. Hatta, bir İşçi Partisi milletvekili, bir televizyon programında iklim krizi ve partisinin yeşil ekonomi politikası üzerine konuşurken sözü sunucunun “sosisleri de kamusallaştıracak mısınız?” sorusuyla kesilebiliyor. Üstelik bu BBC’de oluyor, Murdoch medyasını, tabloidleri varın tahmin edin. Ama öte yandan, 10 Aralık gecesi, Şampiyonlar Ligi’ndeki Salzburg deplasmanında, Liverpool taraftarları “Oo, Jeremy Corbyn” tezahüratıyla ortalığı inletiyor.


“Yeşil ekonomi” demişken… 12 Aralık manifestosu, yeşil ekonomiyle bir milyon kişiye yeni istihdam yaratılması, güneş ve rüzgâr enerjisine ağırlık verilmesi, kirlilik yaratan şirketlerden daha fazla vergi alınması gibi görece kısa vadeyi hedefleyen başlıklarla birlikte, ufkuna iklim krizine karşı bir “yeşil devrim” yerleştiriyor. Burun kıvıralım mı?

Burun kıvrılabilecek başka hedefler de var: Kamu çalışanlarına yüzde 5 zam, asgari ücretin saatine yüzde 20’lik artış. Bir milyon düşük maliyetli, dar gelirlilerin ödeme kapasitesine uygun konut projesi. Kiracıların lehine, ev sahiplerinin aleyhine ve dolayısıyla emlâk zenginlerinin şimşeklerini çeken düzenlemeler. Üniversite harçlarına altın makas. Büyük şirketlerin vergilerinde vites büyültme. Kooperatifleşmeye kucak açma…

Liste uzun, bütün başlıklar aynı kapıya çıkıyor: Azınlık için değil, çoğunluk için. Sermayedarlar için değil, emeğiyle geçinenler için. Mülklü sınıflar için değil, mülksüz sınıflar için. Para babalarının “İşçi Partisi kazanırsa fabrikalarımızı başka ülkelere taşırız” tehditleri savurmasına yol açan, yoksullukla cebelleşenlere umut veren bir manifesto.

Brexit ve “Nicky Wire ikilemi”

İşçi Partisi’nin bir aşil topuğu varsa, onun Britanya toplumunu enine boyuna yaran Brexit olduğu ortada. Partinin tabanı da çıkmak-kalmak arasında ikiye bölünmüş durumda. Galli ünlü rock grubu Manic Street Preachers’ın solisti Nick Wire meselenin künhünü özlü bir biçimde ifade etmişti: “AB yanlısıyım, özelleştirme karşıtıyım. AB ise özelleştirme yanlısı.” Tabandaki bölünme bu ikilemden neşet ediyor. Bir yanda AB’nin temsil ettiği ulus-ötesi siyasal birlik, diğer yanda güç merkezinin, Almanya-Fransa ekürisinin AB ülkelerine dayattığı neoliberal ekonomi. Sadece Britanya solu için değil, soldaki herkes için yaman çelişki. AB’nin hâlâ anayasasız olması o yüzden zaten. Hatırlanacağı gibi, AB anayasası Fransa’daki referandumda reddedilince rafa kaldırıldı, kolay kolay indirileceği de yok.

New Statesman dergisinin editörü Stephen Bush’un, 10 Aralık tarihli yazısının başlığı şöyle: Bütün anketler aynı şeyi söylüyor: Muhafazakârların lehine olan fark sert düşüşte.” Başlığın dayanağı YouGov verileri. O veriler Muhafazakâr Partinin sandıktan tek başına iktidar çıkamayacağını gösteriyor.

Bu bahiste, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Junker’in Grexit döneminde Syriza hükümetinin maliye bakanı Yanis Varoufakis’e söylediklerini hatırlamakta fayda var. Mealen: “Her ülkedeki seçim sonuçlarına, hükümet değişikliklerine göre ekonomi politikalarımızı değiştiremeyiz.” Özet: Sandıktan ne çıkarsa çıksın bizim dediğimiz olur.

Zaten en başından ve özellikle AB anayasasının referanduma götürülme döneminden beri, düğüm noktası “emeğin Avrupa’sı mı, sermayenin Avrupa’sı mı?” Bunun epey zaman sürecek bir çelişki olduğu apaçık. Dolayısıyla, suali şöyle formüle etmek daha yerinde: Sınıf mücadelesini onun yeni alanı olan AB’de mi sürdürmeli, AB dışında durarak ulus-devlet alanında mı?


İşçi Partisi tabanının aşağı yukarı yarısı, belki biraz daha fazlası referandumda ikinci şıkkı tercih etti. Muhafazakâr Parti’ye gelince, ABD ile özel bir ortaklığın kendileri için AB’den daha kârlı olacağında karar kılan sermaye kesimlerinin sözcüsü olarak AB üyeliğini referanduma götürdüler, mimarı oldukları neoliberalizme duyulan toplumsal tepkinin sandıkta Brexit’e dönüşmesini sağladılar. Birinci perde böyle kapandı, ama ikinci perde yılan hikâyesine döndü: Nasıl bir Brexit? Köprüleri tümden mi atmalı, Norveç misali bir nevi yarı-üyelik yoluna mı gitmeli? Ve tabii çeşitli ara tonlar, üçüncü yollar.

İşçi Partisi yönetimi ikinci şıkka yakın dururken Muhafazakâr Parti sert Brexit’le yumuşak Brexit –ve onun ara tonları– arasında bölündü, iki lider ve başbakan eskitti. Cameron ve May’in ardından sert Brexit’çi Johnson koltuğu devraldı. Johnson’ın “sert Brexit”i, Britanya solundaki ifadeyle, ülkeyi Avrupa’dan koparıp ABD eyaleti haline getirmek. 

İşçi Partisi yönetiminin Brexit tutumu ikircikli olageldi –“Nicky Wire ikilemi” olarak kodlayabiliriz. Ancak, varılan noktada gayet yaratıcı bir çözüm üretildi: Altı ay içinde bir Brexit planı ortaya koymak ve bunu referanduma, “AB’de kalmak” seçeneği ile birlikte sunmak. Bu, hem İşçi Partisi tabanına hem de AB’de kalma yanlısı kesimlere ve o paralelde uzun süredir “yeni bir Brexit referandumu” talebinde bulunanlara iyi gelen bir çözüm olarak görünüyor.

“Beraberlik yeterli olabilir”

Buradan 12 Aralık tahminlerine geçebiliriz. New Statesman dergisinin editörü Stephen Bush’un, 10 Aralık tarihli yazısının başlığı şöyle: “Bütün anketler aynı şeyi söylüyor: Muhafazakârların lehine olan fark sert düşüşte.     

Başlığın dayanağı 2017 seçim sonuçlarını tam isabetle kestiren YouGov verileri. O veriler Muhafazakâr Parti’nin sandıktan tek başına iktidar çıkamayacağını gösteriyor. İşçi Partisi’nin rakibinden bir veya birkaç tık altta olması bir koalisyon hükümeti kurarak üste çıkmasını kuvvetle muhtemel kılıyor.

İşçi Partisinin programı “oyunun kurallarını değiştirecek ve yeni bir durum yaratacak bir müdahale” anlamında bir olay” olarak okunabilir. Reformlara ise reformizm” deyip geçmeyip antagonistik” nitelikleri göz önüne alınabilir. Zira, doğrudan mülkiyet ilişkilerinin ve sınıf çelişkisinin “üstüne üstüne” yürüyen bir program For The Many, Not The Few”.

Stephen Bush’un yorumu şöyle: “Kampanyanın en başında, Muhafazakâr Parti’nin konumunun maçın ilk 10 dakikasında 2-0 öne geçen bir takımın durumuna benzediğini söylemiştim: Maçın bittiğini söylemek akıl kârı olmadığı gibi, oyunun nasıl cereyan ettiğini ‘bilmemek’ de budalalık olur. Şu anda, anketler doğru söylüyorsa, İşçi Partisi skoru 2-1 yapmış bulunuyor ve iki dakika daha süre var. Bu durumun Muhafazakâr Parti’nin çeşitli meselelerde ayazda kalmasından kaynaklandığını hatırda tutalım. İşçi Partisi’nin seçimleri kazanması, hatta en çok oyu alan parti olması gerekmiyor. Beraberlik, uygun şartlarda, yeterli olabilir.”    

Uygun şartlardan kasıt Liberal Demokrat Parti, Yeşiller ve İskoçya Bağımsızlık Partisi’nin oy oranları ve seçim sonrasındaki tutumları.

 

Peki, İşçi Partisi beraberlik golünü atabilir mi? Kampanyanın son düzlüğünde, Corbyn’in gittiği her yerde büyük kalabalıklar ve ateşli tezahüratlarla, sevgi gösterileriyle karşılandığına –Britanya’dan bahsettiğimizi unutmayalım– bakılırsa, evet, atabilir. 8 Aralık gecesine zaplayalım…

BBC’nin ertesi günün gazetelerinin manşetlerini konu alan programında, Corbyn’in kampanyasını takip eden tecrübeli gazeteci Nigel Nelson’a izlenimleri soruluyor, “halkın tepkisi nasıl?” Cevap: “Halk onu seviyor. Nereye gitse bir rock star gibi karşılanıyor.” Stüdyo için can sıkıcı bir cevap tabii. Derhal karşı soru geliyor: “Peki, Corbyn’de başbakanlık kumaşı var mı?” Cevap: “Onunla yüz yüze temasınız olsaydı bu soruya siz de evet derdiniz.” BBC ekranında olacak şey değil. Oldurulmuyor zaten, 22:30’da canlı yayınlanan programın bir saat sonraki tekrarında o bölüm itinayla ayıklanıyor

Son dakika golünün pekâlâ mümkün olduğunu düşündüren başka güçlü veriler de var: İşçi Partisi’nin “seçmen ol, geleceğine oy ver” kampanyasında, iki aydan kısa bir süre içinde 4.1 milyon yeni seçmen kütüklere kaydoldu. Bu geniş kitlenin dörtte üçü 35 yaşın altında.  Ve, vurgulayalım, İşçi Partisi’nin çağrısına uyarak seçmen kartı almış bir kitle bu. 2017 seçimlerindeki oy patlamasına, 1960’ların gençliğinin karşı-kültür hareketine atıfla  “youth quake – gençlik zelzelesi” denmişti, son yoklamalarda 18-24 yaş aralığındaki seçmenlerin yüzde 60’ı İşçi Partisi’ne oy vereceğini belirtiyor. 

“Olay” ve “antagonistik reform”

Seçim tahminleri, beraberlik golü ihtimali, gönlümüzden daha ötesinin geçmesi bir yana, İşçi Partisi’nin “For The Many, Not The Few” programı dünya soluna ne söylüyor?

Geleneksel komünist / sosyalist paradigmadan bakıldığında, düzen içi, sistemi değiştirmeyi hedeflemeyen, reformist, ezcümle sosyal demokrat bir program.

Corbyn’e, bu İşçi Partisi’ne ve “For The Many, Not The Few” programına sosyal demokrat denebilir mi hakikaten? Kendileri öyle demiyor, sosyalizme dönük büyük bir dönüşüm programı olduğunu söylüyorlar. Kimseyi kendisi hakkında söyledikleriyle değerlendiremeyiz, bunu bir kenara yazalım –Marx’ın lafıdır zaten. Sosyalizmin 60’lardaki, 70’lerdeki gibi yaldızlı bir etiket olmadığı malûm, peki sosyal demokrasi gibi “yumuşak” bir adlandırma yapmak yerine Corbynista yakıştırmasına kapı açmak niye?

Washington Post’un ABD seçimleri bağlamında, Bu seçimde kapitalizmin kendisi oylanacak” başlığı, daraltarak söylersek, Britanya için de geçerli: 12 Aralıkta neoliberalizm oylanacak.  

Bernie Sanders misali, “İskandinav modeli”nden dem vurabilirlerdi. Öyle olsa, hitap etmeyi hedefledikleri o büyük çoğunluk “bunlar sosyal demokratmış meğer” diyerek İşçi Partisi’ne oy vermekten cayar mıydı? O halde, istikamet İskandinavya olmasa gerek.   

Kuzeyden çok güney esintili gibi görünüyor –Corbynista yakıştırması bu anlamda yerinde sayılır. Corbyn’in bir Allende hayranı olduğu söylenir, Allende’nin iktidarı ve Pinochet darbesi döneminde Şili’de coğrafya öğretmenliği yaptığını ek bilgi hanesine kaydedelim ve dönelim İşçi Partisi’nin 12 Aralık manifestosuna. 

Geleneksel komünist / sosyalist paradigmadan bakıldığında” demiş, o bakışı özetlemiştik. Bu bahiste Bulutsuzluk Özlemini anmamak olmaz: “Çelişkiler keskinleşsin diye böyle mi geçsin ömürler?”

Ken Loach da öyle düşünüyor herhalde, zira İşçi Partisini açık açık desteklemekle kalmıyor, desteklenmesi için çağrı yapıyor. Yanılıyorsak onunla birlikte yanılıyoruz. Ken Loachla birlikte yanılmak ne gam.

Tabii başka çerçevelerden de bakılabilir. Halihazırdakilerden değil de oluşmakta olanlardan, onların köşe taşı sayılabilecek bazı kavramlardan hareketle. Örneğin, Komünist Hipotez’in yazarı, Fransız felsefeci Alain Badiou’nun “olay” kavramından ve Michael Hardt-Toni Negri ikilisinin “antagonistik reform”undan yola çıkarak.

İşçi Partisi’nin programı “oyunun kurallarını değiştirecek ve yeni bir durum yaratacak bir müdahale” anlamında bir “olay” olarak okunabilir. Reformlara ise “reformizm” deyip geçmeyip “antagonistik” nitelikleri göz önüne alınabilir. Zira, doğrudan mülkiyet ilişkilerinin ve sınıf çelişkisinin, Ahmed Arif’e selam olsun, “üstüne üstüne” yürüyen bir program “For The Many Not The Few”.

Tarihi eşik

Şili’de, ekim ortasından bugünlere süregelen gösterilerin başlangıç safhasında, “Neoliberalizm burada başladı, burada bitecek” sloganı atılıyordu. Doğru, orada başlamıştı, sosyalist Allende iktidarı ABD güdümlü kanlı bir darbeyle devrilmiş, piyasacılığın gurusu Milton Friedman’ın akıl hocalığını yaptığı Chicago Okulu’nun neoliberalizmi Pinochet diktatörlüğünün hamiliğinde uygulamaya orada konmuştu. Şili bir ilkti, ama daha ziyade bir laboratuar deneyi gibiydi. Egemen sınıflar sonuçtan memnun kaldı, Britanya’ya ithal edildi, neoliberalizm Thatcher’ın kaptanlığında ve “başka alternatif yok” sloganıyla dünyanın dört bir yanına yayıldı, kapitalizmin amentüsü oldu.

Şimdi İşçi Partisi ve Corbyn, bu amentüye meydan okuyor, Britanya toplumunun önüne ayakları yere basan bir alternatif koyuyor. Neoliberalizm küresel meşruiyetini Britanya’da kazanmıştı, defnedilmesi orada başlayabilir. Gordon Brown’ın ifadesiyle, “neoliberal konsensüs ömrünü doldurdu”, ama Pareto’nun “göreve çağırdığı” yeni aktörlerle hakimiyetini sürdürmeye çabalıyor.

İşçi Partisi’nin alacağı bir seçim galibiyetinin, hatta bir beraberliğin, Britanya ötesi bir etkide bulunması, küresel siyasal iklimi değiştirecek bir “olay” olması pekâlâ mümkün. O nedenle tarihi bir seçimin arefesindeyiz, kırk küsur yıllık hegomonyanın sona erebileceği, “başka bir dünya mümkün” fikrinin maddesiyle buluşabileceği bir eşikteyiz. Yer burası.

Washington Post’un ABD seçimleri bağlamında, editoryal yazısının başlığı (“Bu seçimde kapitalizmin kendisi oylanacak”), daraltarak söylersek, Britanya için de geçerli: 12 Aralık’ta neoliberalizm oylanacak. 

Uzun lafın kısası, hop hop gelsin, hemen gelsin, şimdi gelsin, Labour gelsin, Corbyn gelsin.

^