“DERİN DEVLET”TEN “İKİLİ DEVLET”E

Kasım Akbaş, Tora Pekin
21 Mart 2020
SATIRBAŞLARI
Osman Kavala için kaç kez tutuklama, kaç kez tahliye kararı verildi? Korku filmine dönen süreçte kronoloji şimdilik şöyle: 1 Kasım 2017’de aynı dosyada hükümeti devirmeye teşebbüs (Gezi Davası’na dönüştü) ve darbeye teşebbüsten iki ayrı tutuklama kararı verildi. 11 Ekim 2019’da darbeye teşebbüsten tahliye kararı verildi. 18 Şubat 2020’de ise Gezi Davası’nda beraat ile birlikte tahliye kararı verildi… Ancak, Osman Kavala fiilen tahliye olamadan hapishane aracında tekrar gözaltına alındı ve 19 Şubat’ta üçüncü kez (yine darbeye teşebbüs) tutuklandı.
9 Mart 2020’de ise akşam saatlerinde koğuşundan çıkarılıp hapishanedeki bilgisayar ekranı aracılığıyla gördüğü yargıç tarafından aynı dosyada dördüncü kez tutuklandı. Suçlama ise casusluk olarak değiştirildi, zira aynı suçtan azami iki yıllık tutukluluk süresi dolmuştu. Böylece 20 Mart’ta iki yıllık tutukluluk süresi dolan darbeye teşebbüs suçundan tutuklama kaldırılarak üçüncü kez tahliye kararı verildi… Sonuç, Osman Kavala 1 Kasım 2017’den itibaren kesintisiz olarak tutuklu. Üstelik de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu tutuklukla ilgili olabilecek en ağır ihlâl kararını vererek bunun politik amaçla alındığına hükmettiği halde… Osman Kavala’nın avukatı İlkan Koyuncu 19 Şubat’ta birkaç dakika sonra tahliyeyi ortadan kaldıracak yargıca “Bugün AKP grup toplantısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan cübbe giymiş, müvekkilim hakkında tutuklama kararı vermiştir” diyerek tüm süreci özetliyordu… Yargıya güveni tamamen bitiren bu “yeniden tutuklamalar” dönemine, “ikili devlet” teorisinden bir bakış ve Gezi Davası üzerinden yakın plan, Express’in Bahar 2020 sayısından naklen…
Osman Kavala mahkemede ifade veriyor (İllüstrasyon: Murat Başol)

“Mahkeme kararlarının geçersiz kılındığı, olur olmaz kişiler tarafından etkisiz bırakılıp bozulduğu bir devlet yine de varlığını sürdürebilir, ayakta kalabilir mi?” Sokrates (Platon, Kriton diyaloğu)

90’lı yıllarda “derin devlet” analizleri, tartışmaları revaçtaydı. Malûm, Susurluk kazası ile derindeki pislik yüzeye çıktı, ortalık bir miktar bulandı. Kimi saflar buna göre belirlendi ve 2000’lere gelindi. AKP’yi iktidara taşıyan da, genel hoşnutsuzluğun önemli bir bileşeni yolsuzluklar, bunun sebep olduğu gelir adaletsizliği ve yoksullukla da harmanlanarak tartışılan hukuk dışı devlet pratikleriydi. Nitekim, AKP’nin çıkış söylemi “3Y” ile mücadeleydi: Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar. Bu tartışmalarda geçen “derin devlet” kavramı, devletin meşru gücünü ve yetkilerini, gizlilik imkânlarından da yararlanarak, “devletin ve milletin âli menfaatleri” için gayrimeşru ve hukuka uyma zorunluluğu duymadan kullanan “gruplar” yerine geçen bir kısaltmaydı. Bu kısa betimlemede üç unsur öne çıkıyor: Gizlilik, hukuk dışılık ve “gruplar”.

Halbuki henüz 1215’te Magna Carta Libertatum – Büyük Özgürlük Fermanı’nın ilanıyla egemen kendisini şöyle bağıtlıyordu: “Özgür hiç kimse, kendi benzerleri tarafından kanunlara göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” Devlet 13. yüzyıldan itibaren canımız ve malımız üzerinde gizli ve hukuk dışı bir güç uygulamamayı, kimseye de uygulatmamayı taahhüt ediyordu. İnsanlık tarihinin son sekiz yüzyılı, egemenin bu taahhüdünü yerine getirmemesinin de tarihidir aynı zamanda.

İkili devlette diktatörlük yetkileri “Führer” tarafından ya tek başına veya himayesi altındaki makamlar tarafından kullanılır. “Hukuki düzen ile hukuksuzluk iç içedir; bir yandan olağan hukuki işleyiş sürmekte, mahkemeler çeşitli meselelerle ilgili kararlar vermektedir.” Zaman zaman mahkemelerin “bazı konularda” yargılama yapmaları engellenir. Örneğin siyasi polisin faaliyetleri için yargısal denetim ortadan kaldırılır.

“Derin devlet” terimi karşımıza, egemenin ve/veya devletin işte bu taahhüdünü yerine getirmemesini kısmen gizleyen bir kavram olarak çıkıyor. “Gruplar” dediğimiz unsur bu bağlamda gündeme gelir. Zira, meşru devlet aygıtını yönetenler, hukuk dışılıkları, devlet içerisinde/dışarısında kümelenmiş bu gruplara atfederek sorumluluktan kurtulmaya çalışır. Bu aynı zamanda devlete yönelik “rıza”nın zedelenmemesi için de gereklidir. Oysa, “derin devlet” denen faaliyetlerin önemli bir bölümü, devletin hukuki kurumları tarafından yasal alanın dışına çıkmak suretiyle yapılır. Devlet içi/dışı gruplar, çeteler, yapılar, gerektiğinde günah keçisi olacak korkuluklardır.

“Derin devlet”ten “paralel devlet”e

90’ların derin devlet tartışmalarını kuruluşunda bir dalga yakalamasını sağlayacak sörf tahtası olarak kullanan AKP, aynı gerekçeyi Balyoz-Ergenekon davalarında korkuluk olarak kullandı. Buna göre, derin devlet, demokratik olarak seçilmiş AKP iktidarını, dolayısıyla ona oy veren milleti “vesayet” altına almaya çalışıyordu. AKP Gülenci emniyet ve yargı mensupları aracılığıyla kullandığı bu korkulukla gittikçe güçlendi.

2010’larda dalga kırılacak gibi olunca, yeni koşullara uygun bir sörf tahtasına ihtiyaç duyuldu ve çok benzer, hatta aslında literatürde farklı yazarlar tarafından birbirinin yerine geçirilerek kullanılan bir başka kavrama atlandı: “paralel devlet”. Eski ortağın ismi de konmuş oldu böylece: Paralel Devlet Yapılanması.

Paralel devlet kullanımı, siyaset bilimi literatüründe daha yaygın bir kullanıma sahip ve bizdeki “devlet içerisinde odaklanarak, gizli örgütlenme usûlleriyle meşru iktidarı ele geçirmeye çalışan bir yapı” anlamının ötesinde bir içeriğe işaret ediyor. Terimin bizdeki “pratik” gerekçelerle ortaya çıkan ve son derece sinsi bir şekilde örgütlenen belli bir odak anlamındaki kullanımını bir yana bırakacak olursak, paralel devlet, demokratik iktidarın fiil ve işlemleri esnasında, devletin kurucu felsefesinin ve menfaatlerinin gözetilmesini takip eden bir “zihniyet”tir.

Bu zihniyetin taşıyıcıları da bizzat paralel devleti oluştururlar. Özellikle, gerçek veya sahte bir “güvenlik” tehdidi söz konusu olduğunda paralel devlet zihniyeti olağan, demokratik, günlük veya sıradan –siyasal duruşunuza uygun olarak nasıl tanımlıyorsanız– iktidarı hukuki olmayan usûllerle sınırlandırır. Ancak, lütfen dikkatimizden kaçmasın, söz konusu “demokratik” iktidarı kullananlar da pekâlâ paralel devlet zihniyetinin taşıyıcısı olabilirler, yani en azından bunun önünde bir engel yoktur. Böylece, paralel devlet derin devletten farklı olarak daha soyut veya akışkandır. Tek bir odağa atfedilerek olağan devlet işleyişinden bir çırpıda ayırıvermenin pek mümkün olmadığı bir çerçeve sunar.

Fraenkel’in ikili devlet teorisinde hukuk devleti kırıntılarının temsilcisi olan norm devleti bile, günümüz Türkiye’sinde biraz “yarım” değil mi? Bugünkü manzarayı tariflerken, “ikili devlet” mi, yoksa “bir buçuk devlet” mi demek daha doğru?

İkili Devlet: Norm devleti ve imtiyaz devleti

Yukarıdaki kavramların her birinin çıkış noktası olan, literatürümüze giderek daha fazla giren ve önümüzdeki yıllarda daha çok kullanacağımız şimdiden belirginleşen kaynak kavram, Ernst Fraenkel’in 1941’de ortaya koyduğu Der Doppelstaat (İkili veya çift devlet) kavramıdır.

Fraenkel, Nazi Almanya’sının 1933’le birlikte kazandığı görünümün ikili içeriğe sahip olduğunu ileri sürer. 1933 ile 1938 arasında Berlin’de avukatlık yapan, bir sosyalist ve Yahudi olan Fraenkel, nasyonal-sosyalizmin hukuk sistemi pratiğini günlük olarak izleme imkânına sahiptir. Böylece önce genel pozitif hukuku ilk elden betimleyip hukukun tekil davalarda nasıl işlediğine dair yargısal usûlü ele alır. Nihayetinde de ikili devlet kavramını bu devlet yapısının hukuk sistemini ve hukuk teorisini tartışarak ortaya koyar.

Fraenkel “ikili devlet” derken, iki egemenlik şeklinin eşanlı olarak birlikte var olmasını kasteder. Bunlardan biri norm devleti ve diğeri ise –gerekli tedbirleri alan anlamında– müdahaleci devlet/tedbir devleti ya da “imtiyaz devleti”dir.

Norm devleti, mahkeme kararlarının ve idari organlarının faaliyetleriyle ifade olunan, hukuki anlamdaki işleyişi ifade eder. Bir başka deyişle, dışarıdan gözlediğimizde, ağır aksak da olsa işleyen bir devlet mekanizması vardır ve bu ikili devletin norm devleti kısmını temsil eder. Ama bu mekanizmayı oluşturan hukuki güvenceler ya da yargı kararları siyasi sahaya hükmedemez. Siyasi sahada devletin olağan işleyişin ötesine kolayca geçtiğini saptadığımız “imtiyaz devleti” vardır: Güç sahibi yetkililerin kendi takdir yetkilerini kullandıkları, keyfi tedbirlerle yönetim.

Fraenkel’in örneklerini sıralayarak tasvir ettiği bu ikili devlette diktatörlük yetkileri Führer tarafından ya tek başına veya himayesi altındaki makamlar tarafından kullanılır. Bu yetkinin nasıl kullanılacağı yalnızca Hitler’in kendi iradesine bağlıdır. Führer’in her türlü hukuki sınırlamadan bağımsız hareket etme iktidarı yasayla düzenlenmiştir. Kullanacağı yetkilerin kapsamına dair bir sınırlama söz konusu değildir. Keza parti ve devlet görevlilerinin de yetkileri genel kısıtlamalara tabi değildir, esnektir.

“Siyasi” davalarda ikili yargılama

Bu kısıtsızlığın en önemli göstergelerinden biri, söz konusu failler açısından yargısal denetimin ortadan kaldırılmasıdır. Savaş hukukundan farklı olarak imtiyaz devletinde hukuki düzen ile hukuksuzluk iç içedir; dolayısıyla bir yandan olağan hukuki işleyiş sürmekte, söz gelimi mahkemeler çeşitli meselelerle ilgili kararlar vermektedir. Ancak öte yandan, bu kararların ne kadar hukuki olduğu da elbette tartışılır durumdadır. Hatta zaman zaman mahkemelerin bazı konularda yargılama yapmaları engellenir. Örneğin 2 Mayıs 1935’te siyasi polisin faaliyetleri için yargısal denetim ortadan kaldırılır.

Yargının faaliyetleri imtiyaz devletinin en önemli müdahale alanlarından biridir. Fraenkel “günümüzde [Nazi döneminde] Almanya’da ‘siyasi’ olarak nitelenen davalarda ikili bir yargılama söz konusudur” der. Mahkemenin cezai yaptırımlarının yerine veya onlara ilave olarak kolluk kuvvetleri, idari cezalandırma usûlleri uygulamaktadır. İmtiyaz devleti, mahkeme yerine geçmekle kalmaz, sürmekte olan davalara doğrudan müdahale de eder. Siyasi gerekçelerle yargılanmakta olanların tutukluluklarının ne kadar süreceği belirsizdir: “Sanıkların tutuklu olduğu davalarda, hukuki görevleri yargılamayı hızlandırmak olan mahkemeler, Führer’in buyruğuyla duruşmaları ertelerler.”

İmtiyaz devleti, mahkeme yerine geçmekle kalmaz, sürmekte olan davalara doğrudan müdahale de eder. Siyasi gerekçelerle yargılanmakta olanların tutukluluklarının ne kadar süreceği belirsizdir: “Sanıkların tutuklu olduğu davalarda, hukuki görevleri yargılamayı hızlandırmak olan mahkemeler, Führer’in buyruğuyla duruşmaları ertelerler.”

Neyin “siyasi dava” olacağı ise belirsizdir, zira herhangi bir faaliyet hükümet karşıtı olarak nitelendirilebilir. Söz gelimi, bir davada iki keşişin eşcinsel ilişkisi “siyasi bir saldırı” olarak kabul edilmiştir. Mahkemeler, siyasi olan davaların kapsamını giderek genişletmişlerdir. Nihayet, Prusya Yüksek İdare Mahkemesi, trafk düzenlemelerinin siyasi nitelikte olduğunu ortaya koyarak bir davada davacının toplama kampında kalmış olmasını kendisine ehliyet verilmemesinin gerekçesi olarak kabul etmiştir. Zira “toplumun kendisini yaşamın her alanında düşmanlarından koruma hakkı vardır”.

Nazi hukukunda usûl, etrafından dolanılması gereken engeldir. Nitekim Ceza Yasası taslağına ilişkin kendi programlarında şu ifadelere yer verirler: “Nasyonal-sosyalist devletin ceza hukukunda formel adalete yer yoktur; biz yalnızca maddi adalet veya içerik adaletiyle ilgileniyoruz.”

Fraenkel, dönemin Almanya’sının siyasi mahkemelerinin imtiyaz devletinin aygıtları olduğunu ifade eder. Öyle ki, ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri olan “aynı suçtan dolayı iki kere yargılama yapma yasağı” sık sık ihlâl edilir. Söz gelimi Bavyera Yüksek Mahkemesi, yasadışı propaganda ile suçlanan ve cezasını çeken sanığı, aynı fiil nedeniyle ikinci kez, aslında yaptığı faaliyetin daha evvel tespit edilenden daha ciddi olduğu düşünüldüğü için yeniden yargılayarak mahkûm edebilmiştir.

Fraenkel maddi hukuk açısından başka hiçbir ilkenin “kesin hüküm” kadar önemli olamayacağını ve bir mahkeme kararı ile idari bir buyruğu birbirinden ayıran temel ölçütün bu olduğunu söyler. Çünkü, kesin hüküm bir kez verilmekle artık kesinleşmektedir. İdari buyruk ise ne zaman istenirse o zaman değiştirilebilecektir. Ne var ki, Bavyera Mahkemesi, kesin hüküm ilkesinin maddi hukukun işlemesi için kullanılamayacağına hükmetmiştir. Zira, “ciddi vatana ihanet davalarında, hiçbir hukuki ilke dikkate alınmaksızın uygun olan ceza verilmelidir! Devletin ve halkın korunması, istisnasız uygulanmaları hiçbir anlam ifade etmeyen şekli usûl kurallarına bağlılıktan daha önemlidir.

Norm devleti – imtiyaz devleti birlikteliği

Fraenkel’in ikili devlet teorisi Türkçe literatürde son zamanlarda giderek daha fazla gündeme geliyor. İkili devlet teorisi ve Türkiye pratiği kıyasa imkân tanıyan örnekler içerdiği için çeşitli benzetmeler ve kıyaslar yapılıyor. Kurucu bir tartışma yürütmemizi engelleyen, belirsiz bir “derin devlet” kavramsallaştırması yerine ikili devlet analizinin daha zihin açıcı olabileceği konusunda hemfikiriz. Öte yandan, acele kıyasların yaratabileceği sakıncaların da farkında olmak gerekir.

Birincisi, Fraenkel teorisini kapitalist gelişmenin Almanya örneğinde özel bir aşaması için geliştirmiştir. Bir başka deyişle, salt siyaset bilimi ve hukuk kavramlarıyla bir benzetmeden yola çıkmak pek mümkün görünmüyor, aynı zamanda politik-ekonomik bir perspektife de ihtiyaç var. İkincisi, Fraenkel, ikili devlet analizinde, kısmi bir hukuk devleti sayılabilecek norm devleti ile imtiyaz devletinin birlikte var olduğuna dikkat çekiyor. Dolayısıyla ikili devleti var eden, imtiyaz devleti uygulamalarının keyfiliği olduğu kadar, norm devleti uygulamalarının da hukukiliğidir. Dolayısıyla “imtiyaz devletinin oynadığı merkezi rol, nasyonal sosyalizmin dokunmadığı geleneksel hukuk işlemlerinin varlığını gözden kaçırmamıza yol açmamalıdır” (Zeybekoğlu, 2019: 41).

Fraenkel, dönemin Almanya’sının siyasi mahkemelerinin imtiyaz devletinin aygıtları olduğunu ifade eder. Öyle ki, ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri olan “aynı suçtan dolayı iki kere yargılama yapma yasağı” sık sık ihlâl edilir.

Burada, Fraenkel’in kitabının İngilizce baskısına sunuş yazan Meierhenrich’in sorusu önem kazanıyor: “Nazi rejimi, hukuk devletinden geriye kalan her şeyden kurtulmayı neden tercih etmedi?” Alman nasyonal sosyalistleri saf hukuk devletini “şeref ve haysiyetten yoksun” görüyorlardı; önceki dönemin Weimar hukukunu “içinde bir değer barındırmayan hukuk” olarak niteleyip kendi nasyonal sosyalist parti programlarını bu hukuk düzenine “değer” enjekte edecek bir araç olarak kabul ediyorlardı. Bütün bu saptamalara rağmen kısmen de olsa eski hukuk devleti nosyonunu korumayı neden tercih ettiler? Bu soruya öylesine yanıt vermek doğru olmayacaktır, bu nedenle yalnızca ortaya koymuş olmakla kalalım.

Bu noktada, Türkiye’deki yargı pratiğine dair büyük bir parantez açma ihtiyacı söz konusu. Fraenkel’in, dönemin Almanya’sının siyasi mahkemelerini imtiyaz devletinin aygıtları olarak tespit ettiğini yukarıda ifade etmiştik. Acele bir kıyas yapmak için değil, ama meramımızı bir miktar somutlaştırmak adına Türkiye yargısının mevcut görünümü içerisinde ikili devletin bir bileşeni olarak imtiyaz devletinin nasıl karşımıza çıktığına biraz yakından bakalım.

HSK: “Başkanın Bütün Adamları” veya imtiyaz devletinin inşası

Yargı kendi içinde kavgaya başladı. Çıkan haberlere göre, bir yanda Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ve ekibi, diğer yanda İstanbul Adliyesi’ne hâkim olan, Davutoğlu’nu sürecin dışına iten ekibin de dahil olduğu, “İstanbul Grubu” denilen bir yapılanma var. Kavga, bakanın Gülencileri yargıda himaye ettiği suçlamasına varınca Hâkimler Savcılar Kurulu’ndan açıklama geldi: “Halen görevde olan hâkim ve savcılar hakkında FETÖ/ PDY silahlı terör örgütü ile irtibat veya iltisaklarına dair gelen tüm ihbar ve şikâyetler titizlikle (…) hâkimlik ve savcılık teminatı ile masumiyet karinesi de gözetilerek ayrıntılı şekilde incelenmekte ve değerlendirilmektedir.” Bu açıklama cebimizde dursun.

Kurul aynı açıklamasında “görevdeki hâkim ve savcıların vicdani kanaatlerine göre, bağımsız ve tarafsız şekilde yargı görevlerini yerine getirebilmeleri açısından gerekli hassas dengeyi koruduğunu” da ileri sürüyordu. Gerçekten öyle mi ya da daha doğrusu hâkim ve savcıların hangi “hassas dengeleri” koruması bekleniyor? Bu sorunun cevabını bir tarafını siyasal iktidarın oluşturduğu ağır ceza yargılamalarında bulmak mümkün.

Meierhenrich’in sorusu önem kazanıyor: “Nazi rejimi, hukuk devletinden geriye kalan her şeyden kurtulmayı neden tercih etmedi?” Alman nasyonal sosyalistleri saf hukuk devletini “şeref ve haysiyet”ten yoksun görüyorlardı. Kısmen de olsa eski hukuk devleti nosyonunu korumayı neden tercih ettiler?

Önce Atilla Taş ve Murat Aksoy’u, ardından adliyeye kendi ayağıyla gelen ÇHD başkanı Selçuk Kozağaçlı’yı “yeniden” tutuklayan, Sırrı Süreyya Önder’e verdiği cezanın Anayasa’ya aykırı olduğu şimdiden tespit edilen, aynı dosyada Selahattin Demirtaş’a, başka dosyalarda ÇHD ve Halkın Hukuk Bürosu avukatlarına, Barış İçin Akademisyenler’e, Canan Kaftancıoğlu’na, Ahmet Altan’a, İhsan Eliaçık’a, Sözcü gazetesi yazarlarına, velhasıl siyasal iktidarla uzlaşmayan kim varsa ona, kimi zaman savunma bile almadan cezalar yağdıran bir mahkeme başkanı olan Akın Gürlek’i anmak gerekir. Hakkındaki şikâyetler aylardır HSK’nin önünde, ama hiçbir şey olmuyor. Tam aksine, kamuoyunun en çok ilgisini çeken siyasi davalar Gürlek’in başkanlık ettiği İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nin önüne “gönderilmeye” devam ediliyor.

Gezi Davası

HSK’nin hassas denge arayışının son güçlü örneği ise Gezi Davası’nda yaşandı. HSK davanın başında ve sonunda olmak üzere iki kez bu dosyaya müdahale etti. Önce, ilk iki duruşmanın ardından heyet değiştirilerek, Osman Kavala’nın tahliyesi yönünde oy kullanan mahkeme başkanı Utku Ercan dosyadan alındı. Ayrıca mahkeme başkanıyla birlikte Yiğit Aksakoğlu’nun tahliyesini sağlayan ikinci oyun sahibi olan üye yargıç Hasibe Doğan da dosyadan alındı. Tutuklama yönünde oy kullanan kıdemsiz üye Tarık Çiftçioğlu ise yerinde bırakıldı. Görevden alınan yargıçların yerine Galip Perk ve Talip Ergen atandı. O andan karar duruşmasına kadar da bir daha tahliye oyu görülmedi. Hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “derhal tahliye” kararı dahi oybirliğiyle uygulanmadı.

Gezi Davası’nın sanıklarından avukat Can Atalay, yeni heyete karşı ilk sözlerinde, HSK’nin bu müdahalesinin yasal yargıç önünde yargılanma ilkesine aykırı olduğunu, adil yargılanma hakkını ihlâl ettiğini kayda geçirdi. Yiğit Aksakoğlu’nun avukatları aynı gerekçeyle HSK’den kararını geri almasını istedi. Sonraki aşamalarda heyetin yaptığı usûle aykırı işlemler nedeniyle yargıçlar sanık avukatları tarafından reddedilirken de bu atamanın hukuka aykırılığı defalarca açıklandı. Hiçbir şey olmadı.

HSK tüm Türkiye’nin gözü önünde cereyan eden bir davada, tahliyeyi bir olasılık olmaktan, davayı da çığrından çıkaran “özel” bir görevlendirme yapmış, savunma buna şiddetle itiraz etmişti, ama hiçbir şey olmamıştı. Sonra bir dizi abuk sabuk, ceza yargılamasındaki usûl hukukunu ve ilkelerini tamamen yok sayan duruşma yaşandı. Yine hiçbir şey olmadı. HSK’nin kılı bile kıpırdamadı.

18 Şubat’ta ise o özel heyet hem tüm Gezi Davası sanıklarını beraat ettirdi hem de AİHM’in politik nedenlerle tutuklu olduğunu tespit ettiği Osman Kavala’nın da nihayet tahliyesine karar verdi. Davadaki tek doğru işlem de buydu.

Kısmen de olsa norm devleti mi işlemişti, aslında kimse anlamadı. Kimse bu tek kararla memlekete yeniden adalet geldiğini de düşünmedi elbette, ama davayı Silivri’de izleyen herkes sevindi. Zira hem Gezi’ye yönelik suçlamalar son bulmuştu hem de “Türkiye’de artık hukuk yok dedirten” tutuklamalardan biri bitmişti.

Derken, göz açıp kapayana kadar, henüz Kavala’nın tahliyesi bile gerçekleşmeden şunlar yaşandı: HSK dosyaya ikinci kez müdahale ederek mahkeme heyeti hakkında soruşturma başlattı, Erdoğan “beraat ettirmeye kalktılar” dedi, Kavala daha da haksız biçimde tekrar tutuklandı. Birkaç gün sonra ise mahkeme başkanı Galip Perk’in “Gülen bağlantılı olduğu” iktidar medyasında yazılıp çizilmeye başlandı: “200 FETÖ şüphelisiyle irtibatlı çıktı” (Yeni Şafak, 26 Şubat), “Osman Kavala için beraat kararı veren Galip Mehmet Perk’in amcası FETÖ’cü Alaeddin Kaya ile irtibatlı çıktı” (Ahaber, 26 Şubat).

Öyle ya da böyle HSK, hangi savcı-yargıcı, ne zaman, neyle suçlayabileceğini biliyor. Görevlendirmelerini de buna göre yapıyor. Mesele bunun ne zaman ortaya çıkarılacağı, yani ne zaman “isteneceği”.

Henüz birkaç hafta önce, yazının girişinde verdiğimiz ve “cebimizde dursun” dediğimiz iddialı lafları eden HSK üyelerinin Türkiye’nin en çok konuşulan davasına özel olarak atadığı mahkeme başkanının –eğer doğruysa– bu haberlerde yazılan ilişkilerinden haberdar olmaması mümkün mü? Ya da bu yargıcın dosyasına bakmadan böyle bir görevlendirme yapması?

Tabii şu da sorulabilir: Şu an Türkiye’de Gülenci polis-savcı-yargıçlarla temas etmemiş tek bir yargı mensubu olabilir mi? Bu soruyu yanıtlarken 15 bin civarındaki savcı-yargıcın 4 bininin bu suçlamayla görevden alındığını ve aynı adliyede çalışmış, aynı fakültede okumuş olanların birbirleriyle kurdukları her telefon irtibatının bir “temas” olduğunu hatırlayalım. 15 Temmuz’dan bu yana geçen sürede, yargıç-savcılar arasında kimin kiminle kaç kere konuştuğu, kimde Bylock olduğu ya da kimin Bank Asya’da hesap açtırdığı bilgisinin dosyalanmamış olması mümkün değil. Öyle ya da böyle HSK, hangi savcı-yargıcı, ne zaman, neyle suçlayabileceğini biliyor. Görevlendirmelerini de buna göre yapıyor. Mesele bunun ne zaman ortaya çıkarılacağı, yani ne zaman “isteneceği”.

7 Şubat’ta birartıbir.org’da yazdığımız yazıda, başka bir dava için “HSK bilinçli olarak rehin bir yargıcı mı görevlendirdi?” diye sormuştuk. Gezi Davası sonrası yaşananlar tüm savcı-yargıçların bu tehdit altında görev yaptığını gösteriyor.

“Bir buçuk devlet”

Acele kıyaslara kapılmadığımızı umarak soralım: Talimatlarla inşa edilmiş, mahkeme kararlarının tanınmadığı, “stratejik” bir davada beraat kararı vermeleri üzerine mahkeme heyetlerinin haklarında soruşturmaların açıldığı, hukuka aykırı delillerin yeniden “kıymetlendirildiği”, tahliye edilenlerin yeniden tutuklandığı, hâkim ve savcıların istendiği zaman bir örgüt üyesi olmakla itham edilebildiği bir hukuk düzeninde: Birincisi, asgari de olsa “hukuk devleti” var görüntüsü verilmeye çalışılmasındaki ısrarın sebebi nedir? Ve ikincisi, Fraenkel’in ikili devlet teorisinde hukuk devleti kırıntılarının temsilcisi olan norm devleti bile, günümüz Türkiye’sinde tam bir “bütün” olarak tespit edilebilir mi?

Bugünlerde norm devleti bile biraz “yarım” değil mi? Yani, bugünkü yargı pratikleriyle ortaya çıkan manzarayı tariflerken, şöyle dolu dolu bir “ikili devlet” mi, yoksa norm kısmının hayli aşınmasından hareketle, “bir buçuk devlet” mi demek daha doğru olur?


Yakın tarihten “Yeniden tutuklandı” örnekleri

• “HDP milletvekili İdris Baluken yeniden tutuklandı” (21 Şubat 2017)

• “Şarkıcı Atilla Taş ve 11 gazeteci yeniden tutuklandı” (15 Nisan 2017)

• “Ömer Faruk Kavurmacı hakkında tekrar tutuklama kararı” (16 Haziran 2017)

• “Uluslararası Af Örgütü Başkanı Taner Kılıç tahliye kararının üzerinden 24 saat geçmeden yeniden tutuklandı” (7 Şubat 2018)

• “Mobesko eski başkanı Ramazan Baştürk’ün FETÖ soruşturması kapsamında yeniden tutuklandığı öğrenildi” (22 Şubat 2018)

• “10 gün önce tahliye edilen, Balyoz kumpas davası kararını onayan dönemin Yargıtay 9. Ceza Dairesi Başkanı Ekrem Ertuğrul yeniden tutuklandı” (9 Ağustos 2018)

• “Tahliye edilen ÇHD’li avukatlar yeniden tutuklandı” (17 Eylül 2018)

• “Kapatılan Karşı Gazetesi davası kapsamında tutuklu yargılanan ve dün hakkında tahliye kararı verilen Eren Erdem üst mahkemece yeniden tutuklandı” (8 Ocak 2019)

• “Furkan Vakfı Başkanı Alparslan Kuytul yeniden tutuklandı” (26 Haziran 2019)

• “Demirtaş ve Yüksekdağ hakkında yeniden tutuklama kararı” – “Demirtaş Yine Tutuklandı Erdoğan ‘Bırakamayız’ dedi” (20 Eylül 2019)

• “Tahliye edilen HDP’li Abdullah Zeydan yeniden tutuklandı” (2 Kasım 2019)

• “Ahmet Altan, tahliyesinden 9 gün sonra yeniden tutuklandı” (13 Kasım 2019)

• “Tahliye edilen eski korgeneral Metin İyidil yeniden tutuklandı” (16 Ocak 2020)

• “Van’lı HDP’li DTK’lı siyasetçiler yeniden tutuklandı” (13 Şubat 2020)

• “Erdoğan: Soros’un Türkiye ayağını beraat ettirmeye kalktılar” (19 Şubat 2020)

• “Gezi Direnişi davasından beraat ettikten sonra 15 Temmuz soruşturması kapsamında gözaltına alınan Osman Kavala yeniden tutuklandı” (19 Şubat 2020)

KAYNAKÇA
• A. Emre Zeybekoğlu, “Rechtsstaat’tan Doppelstaat’a ya da Refah Devletinden Neoliberal Bir Ütopyaya Doğru”, Hukuk Kuramı, C. 6, S. 3, Eylül-Aralık 2019, ss. 32-56.
• Aysel Özdemir Çolak, “‘İşgal Edilmiş Devlet’: Modern Devletin İkili Yapısı Üzerine Kavramsal Bir Bakış”, Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, C. 8, S. 14, Nisan 2018, ss. 677-703.
• Ernst Fraenkel, The Dual State, UK: Oxford University Press, 2017.
• Jens Meierhenrich, “An Ethnography of Nazi Law: The Intellectual Foundations of Ernst Fraenkel’s Theory of Dictatorship”, The Dual State içinde ss. xxvii-lxxxi
• Serdar Tekin, “Diktatörlük Kuramına Bir Katkı: Ernst Fraenkel ve İkili Devlet”, Birikim, 354 (2018), s. 74-83.
^