GENCAY ŞAYLAN’LA “YARIN ENDİŞESİ” ÜZERİNE

Söyleşi: Tuba Çameli
3 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI

Üçü bir arada: Pandemi, ekonomik kriz, neo-faşizm. Bu üçgende geçen bir yılı geride bıraktık, aynı üçgende yeni bir yıla başladık. 2020’de yayınlanan “Yarın Endişesi” adlı kitabında içinde bulunduğumuz siyasal iklimi enine boyuna ele alan siyaset bilimci Gencay Şaylan’a bağlanıyoruz…
Gencay Şaylan

Tek karar merciinin cumhurbaşkanı olduğu, parlamentonun devre dışı bırakıldığı, yargının sarayın talimatlarına tabi olduğu, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının tanınmadığı, seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyımların atandığı bir yılı geride bıraktık. Bu tablo kamu yönetimi açısından nasıl yorumlanmalı?

Gencay Şaylan: Kamu yönetimi bir disiplin olarak 20. yüzyıl başında ABD’de ortaya çıktı, yaygınlaştı, dünyanın her yerinde üniversitelerde kamu yönetimi bölümleri açıldı. Bu gelişme bir tarihsel gerekliliği yansıtıyordu. Tarihsel koşullar değişti, kamu yönetiminin geleneksel paradigması da anlamını yitirdi.

Bir dünya sistemi olarak kapitalizmin yaklaşık 500 yıllık tarihsel süreci döngüsel bir çizgi izledi. 18. yüzyılın sonlarında, sanayi devrimi dünya sistemini kapsamlı olarak değiştirdi. Sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan toplumsal gerilim ve karşıtlıklar, sistem krizleri, özellikle 1929 Buhranı geleneksel kamu yönetimi paradigmasını zorunlu hale getirdi.

Kapitalist dünya sistemi 1929 krizini kapsamlı bir yeniden yapılanmayla aşabildi ve sistem “refah devleti kapitalizmi” olarak adlandırılan bir aşamaya geldi. Bu aşamada kaçınılmaz olarak devlet örgütü için ussallık, liyakat, tarafsızlık, göreli otonomi gibi öncüller öne çıktı.

1980’lerden itibaren ise dünya sisteminin yeniden yapılanması gündeme geldi. Bunu “refah devleti kapitalizminin küreselleşmiş kapitalizme dönüşmesi” olarak özetleyebiliriz. Bu dönüşümle beraber, çoğulcu söyleme dayalı temsili demokrasi giderek işlevini yitirdi. Neoliberal hegemonya altında farklı program ve hedefleri olan siyasi partilerin eşitliği ve özgürce yarışması anlamsızlaştı, siyasi rejimlerde otoriterleşme eğilimi çok belirgin olarak ortaya çıktı. Devlet örgütleri ya da kamu bürokrasileri için otoriterlik öne çıkarken liyakat, tarafsızlık, göreli otonomi gibi öncüller işlevsizleşmeye başladı. Bu gelişmenin kamu yönetimi paradigmasını ve uygulamasını etkilememesi beklenemez.

Otoriterleşme olgusu “popülizm” sözcüğüyle tanımlanıyor. Bazıları bunu “faşizmin geri dönüşü” olarak değerlendiriyor. Otoriter popülizmi “neo-faşizm” olarak adlandırmaya bir itirazım yok. Bugün otoriter popülizm olarak tanımlanan siyasi rejimlerle 1930’ların klasik faşist rejimleri arasında benzerlikler var.

Geleneksel kamu yönetimi paradigması Max Weber’in bürokratik yapıların ussallık, liyakat, tarafsızlık ve siyasi iktidara karşı göreli otonomi öncüllerine dayalı olarak kurgulanmıştı. Weber’in ussallık öncülü bürokratik örgütlerin verimli ve etkin olma normlarını kapsıyordu. Düşünürler binlerce yıldır “devlet nedir, ne yapar” ya da “siyasi otoritenin kaynağı ve işlevi nedir” türünden sorunları tartıştı. Bütün bu tartışmaların ortak paydası şöyle özetlenebilir: “Devletin varlık nedeni ve işlevi toplumsal sistemi ya da düzeni yeniden üretmektir.” Devlet örgütleri, ülkeden ülkeye yoğunluğu farklılaşmakla beraber, parti örgütü olma sürecine girdi. Bu durum geleneksel kamu yönetimi paradigmasının da çöküşü olarak yorumlanabilir.

Sözünü ettiğiniz çöküşün ilginç bir örneği ve 2020’nin sürpriz siyasi gelişmelerinin başlıcası Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın Instagram üzerinden duyurduğu ani istifasıydı. İktidar medyası üç maymunu oynadı, yaklaşık 30 saat sonra bakanın “affedildiği” duyuruldu. Yeni bakan devir teslim töreni yapılmadan göreve başladı. Bu durum bize neler söylüyor?

Albayrak’ın istifası ve yaşananlar bugünün Türkiye’sini anlamak açısından çok öğretici. Her siyasi parti içinde bir iktidar mücadelesi, kaynakları kontrol etme çekişmesi vardır. Çok uzun zamandan beri hegemonik parti konumundaki AKP içindeki iktidar mücadelesinin ve çekişmesinin çok daha çetin olduğu akla geliyor. Ülkenin ciddi bir kriz içine girdiği AKP’nin bazı ağır topları ve iktidar destekçisi MHP tarafından da dile getirilmişti. Bedeli ödemek istifa eden bakana düştü. Kriz her cephede inkâr edilemez bir boyuta geldi.

2020’de siyasi mizah konusu olan sözlerden biri cumhurbaşkanının şu cümlesiydi: “İngiltere, Almanya, Fransa ve şahsım dörtlü zirve yaptık.” Bu cümleyi nasıl yorumluyorsunuz?

Siyasal gücün tek adamın elinde yoğunlaşması bugünün popülist iktidarlarının ortak özelliği. Dünya tarihine meraklı olanlar Fransa Kralı XIV. Louis’nin ünlü “devlet benim” özdeyişini bilir. Kral bu sözünde samimidir ve gerçekten Fransa devletini kendi şahsıyla özdeşleştirir. Türkiye’nin siyasal yaşamında şahıs kültünün çok güçlü bir kültürel norm olduğunu unutmamak gerek. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi şahıs kültünün daha da güçlenmesine yol açtı.

Resimler: Kazimir Malevich

2020’de en çok tartışılan konulardan biri “otoriter rejimler seçimle değiştirilebilir mi?” sorusuydu. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

20. yüzyılın tarihine bakıldığında, güçlü ve kapsayıcı bir ideolojiye sahip, iktidarını konsolide etmiş otoriter siyasi rejimler genel olarak kendi toplumsal iç dinamikleriyle yıkılmıyor, dış dünyayla çatışma rejimin sonunu getiriyor. İç dinamik sonucu yıkılan otoriter ya da faşist rejim için belki Şili örneğinden söz edilebilir. Pinochet kendi yaptığı referandumda “hayır” çıkınca iktidardan uzaklaşmıştı. Ama o olayda tam anlamıyla ABD’ye bağlı Şili ordusunun diktatörden desteğini çektiğini unutmamak gerek, yoksa Pinochet referandumda “evet” çıktığını ilan edebilirdi. Otoriter ya da faşist rejimler kaçınılmaz olarak dış dünyayla başını derde sokuyor. Devlet aygıtının bütünüyle kontrol edilmesi ve ideoloji kitle desteğini sürdürmek için yeterli olmuyor; bu rejimler dünyayı “biz” ve “bize düşman onlar” biçiminde ikiye bölüyor. Bu kitle desteği ve liderin karizmasının yeniden üretilebilmesi için yaşamsal öneme sahip. Toplum gözünde yanılmaz, hata yapmaz, toplumu ileri götürecek ve kendisine karizma atfedilen lider kültü tarihsel deneyimin gösterdiği gibi, dış dünyayla çatışmaya giriyor. Irak ve Libya’daki otoriter rejimlerin, Kaddafi ve Saddam’ın başına gelenler çok öğretici. Otoriter ya da faşist rejimler dışarıdan müdahaleyle yıkılırken toplum da çok büyük bedel ödüyor. 20. yüzyıl tarihi bunun örnekleriyle dolu.

Karizma kavramında biraz duralım mı? Gündelik dildeki kullanımıyla siyaset bilimi literatüründeki yeri arasında nasıl bir fark var?

Bizim kültürümüzde tam anlamlandıramadığımız ifadeleri kullanmak yaygın; ne dediğimiz anlaşılamazsa da savlarımıza güç kattığına inanılıyor. Örneğin, “düpedüz yalan söyleniyor” yerine “algı yaratılıyor” deniyor. Karizma da böyle bir sözcük. Weber’in toplum tipolojisi ile sosyal bilimlere girdi. Toplumun bir kesiminin, bir bireye olağanüstü yetenekler, özellikler atfetmesi anlamına geliyor. Weber’e göre, bu olağanüstülük otoritenin kaynağı oluyor. Sözcük güzel, ağzı dolduruyor ve günlük yaşamda “yakışıklı”, “etkileyici”, “çarpıcı” anlamında da kullanılıyor. Karizmatik otorite ya da lider, otoriter siyasi rejimler için olmazsa olmaz koşul. Düşünün, milyonlarca Alman 1945 Nisan’ında Kızıl Ordu Berlin’de savaşırken Hitler’in durumu kurtaracağına inanıyordu. Karizmatik otorite, ona karizma atfedenler için hiç sorgulamadan, tartışmadan izlemek anlamına geliyor.

Klasik faşizme, örneğin Hitler Almanya’sına bakalım. Öne çıkan özdeyiş “tek devlet, tek ulus ve tek führer”. Tek führerin gücünü sınırlayıcı kural olabilir mi? O anlı şanlı Alman hukukçuları bu nedenle “führer hukuku” doktrinini geliştirdiler.

Popülist iktidarlar” ile “otoriter rejimler”i eşanlamlı gibi kullandınız. Bu popülist-otoriter ikilisi faşizmin geri dönüşü olarak yorumlanabilir mi?

Otoriterleşme olgusu “popülizm” sözcüğüyle tanımlanıyor. Bazıları bunu “faşizmin geri dönüşü” olarak değerlendiriyor. Dünya ölçeğinde yükselen otoriter popülizmi, birçoklarının yaptığı gibi, “neo-faşizm” olarak adlandırmaya bir itirazım yok. Madeleine Albright gibi ABD kurulu düzeninin seçkinleri arasında yer alan kişiler de bu görüşü ileri sürüyor. Albright’ın ABD halkını faşizme karşı uyarması ne kadar ilginç, değil mi? Bana göre, sorunun kaynağında bir dünya sistemi olarak kapitalizmin kendisini yeniden üretme krizi var. Neoliberalizm krizin sürmesine rağmen hegemonyasını koruyor. Bu da krizi daha da derinleştiriyor.

1930’lu yılların yoğun faşizminin benzer bir konjonktürden, 1929 krizinin aşılamamasından kaynaklandığını unutmamak gerekir. Bugün popülizm olarak tanımlanan siyasi rejimlerle 1930’lu yılların klasik faşist rejimleri arasında benzerlikler var. Benzerliklerden biri, popülizmde de güçlü ve totaliter bir ideolojinin varlığı. Bu ideoloji yabancı düşmanlığı, ulusçuluk ya da dinsel temelli olabiliyor. İdeoloji hem kitle desteği sağlamak hem de popülist öndere karizma atfetmek işlevini görüyor. Albright ve benzeri “batılı” tartışmacıların soruna “popülist liderler” üzerinden yaklaştıkları görülüyor.

Klasik faşizm ile popülizm arasındaki bir diğer benzerlik kitle iletişim alanında. Goebbels’in Hitler rejiminde neden ikinci adam olduğunu biliyoruz. Bugünün iletişim teknolojisinde ortaya çıkan devrimin ve bilgilendirme sürecinin büyük sermaye tarafından metalaştırılması Nazi propaganda bakanını kıskandıracak bir ortama yol açtı. Bugünün en önemli tartışma konularından birinin “gerçeğin aşılması” –post-truth– olduğunu unutmamak gerek. Artık gerçeklik siyasi otorite tarafından kuruluyor ve üzerinden bireye ulaştırılıyor. 1933’ün Almanya toplumu bilim, sanat, kültür açısından dünyanın en ilerisiydi. O toplumun ne hale geldiğini unutmamak gerek.


Felsefeci Nilgün Toker Türkiye toplumu için şu saptamayı yapıyor: “12 Eylül darbesi Türkiye toplumunu toplum olmaktan çıkardı. Elbette ortada bir toplumsallık, bir aradalık var. Ama bu bir aradalığın toplum vasfına sahip olmaya yetmediği açık. Toplum dediğimiz şey bir ortaklık üzerinden organize olmuş yapıdır. Yurttaş o
ortaklığın adıdır.Bugün yurttaşlığın bir tür suç ortaklığına dönüştüğünü dile getirenler de var. Toplumsallığın ve yurttaşlığın iyice çözüldüğü bir durumda, geride bıraktığımız yılda bazı çevrelerin gündeme getirdiği gibi, yeni bir anayasa çare olabilir mi?

Bugünkü anlamıyla yurttaşlık kavramı Fransız Devrimi ile ortaya çıktı. Toplumun tüm üyelerinin eşit olarak, “doğal” sayılan hak ve özgürlüklere sahip olduğunu ifade ediyor. Tabii bu eşitlikte 20. yüzyıla kadar kadınların yer almadığını unutmamak gerekir.

Fransız Devrimi’yle beraber gündeme gelen bir diğer önemli husus siyasi otoritenin kaynağının yurttaşlar topluluğu olması. Devlet kurumu tarafından kullanılan siyasi otoritenin kapsam ve içeriği de yurttaşların hak ve özgürlükleriyle sınırlı. Anayasa olarak tanımlanan en yüksek pozitif hukuk metni bunu düzenliyor. 19. yüzyıl “anayasa çağı” olarak tanımlanıyor; tebaa statüsünden yurttaş statüsüne geçen insanlar hak ve özgürlükleriyle sınırlandırılmış bir devlet talep ediyor. Demokratik siyasi rejim ve hukuk devleti bu süreç içinde gelişiyor.

Burada bir sorun var. Tanımı gereği, insan hak ve özgürlükleri evrensel; her insan, insan olduğu için bunlara sahip olarak doğuyor. Ama her insan aynı zamanda bir toplum üyesi olduğundan, sözü edilen hak ve özgürlükleri kendi kültürel normları içinde yorumlayıp değerlendiriyor. Örneğin, ortalama bir Danimarka yurttaşının hak ve özgürlükler anlayışıyla ortalama bir Türkiye yurttaşının anlayışı ve yorumlaması arasında ciddi farklılıklar olduğu yadsınamaz. Bu anlayış bir toplumsal uzlaşı olarak toplumun anayasasına yansıyor.

Hiç kuşkusuz, anayasanın varlığı ve işlerliği modern devleti ilkel devletten ayıran temel gösterge. Toplumlardaki yurttaşlık bilincinin gücü, konjonktürel kapsam ve içeriği siyasal rejimin niteliğini belirliyor. Popülizmin ya da despotik devlet yönetimlerinin herhangi bir anayasal düzene hoş bakmayacağı açık: Anayasal hükümler siyasi otoriteyi sınırlıyor. Bugün popülizmin derinleştiği toplumlarda, anayasanın hüküm ve düzenlemeleri devlet kurumları ya da kamusal otorite tarafından eğilip bükülüyorsa ve keyfi biçimde yorumlanabiliyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir.

Alman yasama meclisinin yasama yetkisini Hitler’in şahsına devreden bir yasa çıkarması, Alman mahkemelerinde yargıçların “bu davada führer nasıl bir karar verirdi” öncülüyle görev yapmaya başlamaları führer hukukunun ilk akla gelen örnekleri.

Klasik faşizme, örneğin Hitler Almanya’sına bakalım. Öne çıkan özdeyiş, “tek devlet, tek ulus ve tek führer”. Tek führerin gücünü, eylemlerini sınırlayıcı kural olabilir mi? O anlı şanlı Alman hukukçuları bu nedenle “führer hukuku” doktrinini geliştirdiler. Sonuç olarak, anayasaların temel işlevi kamu yaşamını düzenlemek ve siyasi iktidarı sınırlamak. Bu da otoriterlik dozu giderek yükselen siyasi iktidarlar için tercih edilecek bir durum değil.

Führer hukuku”nu biraz açar mısınız?

Führer hukuku kavram olarak Almanya’da ortaya çıktı. Almanya’nın çok güçlü bir hukuk geleneği olduğu söylenebilir. Hukuk fakültelerinde hâlâ yoksul değirmenci köylünün Prusya kralına cevabı bir ilke olarak okutulur. Kral saray yaptırmak için köylünün değirmenini istimlâk etmek ister, ama köylü razı olmaz. Kralın memurları razı olmasını, aksi takdirde değirmenine el konacağını söylediklerinde “Evet ama, Berlin’de yargıçlar var” der. Alman toplumunun ve düzeninin tarihsel serüveni sonucu olarak 1933’te Naziler iktidara gelir, faşizm yerleşir. Bu siyasal rejimin temel özelliği siyasi otoritenin hiçbir fren ve denge sistemiyle sınırlandırılmamasıdır. Almanya’da yerleşik hukukun evrensel ilkeleri ve hukuk devleti uygulaması kaçınılmaz olarak siyasi otoritenin ve bu otoriteyi kişi olarak kullanan Hitler’in sınırlanması anlamına gelecektir. Yani yeni bir hukuk anlayış ve düzeni gereklidir. Ünlü kamu hukukçusu Carl Schmitt toplumun yaşamında birinci dereceden belirleyici olan siyasetin normatif hukuk ilkeleri ile ikinci plana itilemeyeceğini, siyasetin hukuku belirlemesi gerektiğini öne sürmüştür. Alman yasama meclisi Reischtag’ın yasama yetkisini Hitler’in şahsına devreden bir yasa çıkarması, Alman mahkemelerinde yargıçların “bu davada führer nasıl bir karar verirdi” öncülüyle görev yapmaya başlamaları führer hukukunun ilk akla gelen örnekleri arasında sayılabilir.


Toplumdaki yurttaşlık bilincinin gücü, konjonktürel kapsam ve içeriği, siyasal rejimin niteliğini belirliyor” dediniz.
David Harvey “Kapitalizm çözüm değil, sorunun ta kendisidir” başlıklı makalesinde yeni bir siyasi çerçevenin bilinçli inşasını acil bir görev olarak tanımlıyor ve ekliyor: “Bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek için işe koşabileceğimiz kavramları ve kategorileri, kuramları ve iddiaları oluşturmak üzere hep birlikte düşünce güçlerimizi harekete geçirmeye ihtiyacımız var”. Nereden başlamalı?

Harvey günümüzün yüzakı sosyal bilimcilerinden biri. Demokratik rejimlerin çöküşünü durdurmak için öne sürdüğü değerlendirmeleri geniş bir biçimde yorumlamak gerek. En kolay öneri “bilinçli yurttaş” kavramını temel almak. Ama bu, iki bin küsur yıldır tartışılan bir konu. Örneğin, Aristoteles Atina’nın siyasi rejimi olan “demokrasi”yi eleştirirken “bilinçli yurttaş” kavramını temele koyuyor. Bugün temsili liberal demokrasi krize girmişse, popülist otoriterlik giderek yükseliyorsa, bu endişe verici süreç “bilinçli yurttaş” kavramına gönderme yaparak tersine çevrilebilir mi? Harvey’in çalışmalarına baktığımızda, yükselen popülizm kapitalist dünya sisteminin kendisini yeniden üretme krizinden bağımsız tartışılamaz. Kişisel olarak çok önemsediğim Harvey’in “bilinçli yurttaş” kavramına belli bir içerik yüklediğini düşünüyorum. Tabii siz haklı olarak, “fazla ütopik” bir değerlendirme yaptığımı söyleyebilirsiniz, ama Sartre’ın “bireyin kendisini evrendeki her şeyden sorumlu tutması” sözünü tekrar düşünelim derim.

Bugünlerle 1930’lar arasındaki benzerliklere dikkat çektiniz. 1930’ların başında, faşizmi önlemek için “halk cepheleri”nin kurulması gündemdeydi. Bu bugün de geçerli mi?

Bugünün popülizmi ile klasik faşizm arasındaki benzerlikler özellikle demokrasi kültürü ve deneyimi gelişmemiş toplumlarda çok daha ağır basıyor. Bu gelişmeye karşı geniş bir siyasi cephenin oluşturulması gereği her ülkede tartışılmaya başladı. Evet, 1930’ların başında, Halk Cephesi girişimi Fransa’da başarıya ulaştı, ama birçok ülkede de işe yaramadı. Bugün de benzer stratejilerle popülizmin geriletilmesine çalışıldığı görülüyor.

Etkin fren ve dengenin işlediği bir demokratik siyasi rejim, insan hak ve özgürlükleri ve hukuk devletinin tesisi bu tür bir “demokrasi cephesi”nin amaçları olmalıdır. Bunu sağlamak, özellikle demokrasi deneyimi güçlü olmayan toplumlarda, son derece zor bir iş. Farklı siyasi program ve ideolojiler, sübjektif hırs ya da egolar, toplumdaki egemen siyasi kültür ve gelenekler, kâğıt üzerinde çok anlamlı bulunan bu üç temel amaç için bir araya gelmeyi zorlaştıracak, hatta olanaksızlaştıracaktır. Zaten yaşanan örnekler bu yargıyı kanıtlıyor. Demokrasi cephesinin oluşturulmasında hangi siyasi aktörlerin ön alması konusunda genel bir şey söylemek de zor. Demokrasi cephesinin oluşumu ve popülist despotizmin geriletilmesi yüksek düzeyde siyasi beceri gerektiriyor. Sübjektif faktör ya da özne sorunu süreci etkiliyor. Mevcut deneylere ve başarılara bakıp buradan genel önermelere ulaşmanın pek mümkün olamayacağı unutulmamalı.

Haklı olarak “fazla ütopik” bir değerlendirme yaptığımı söyleyebilirsiniz, ama Sartre’ın “bireyin kendisini evrendeki her şeyden sorumlu tutması” sözünü tekrar düşünelim derim.

2020 12 Eylül darbesinin 40. yılıydı. 12 Eylül döneminde 38 ay tutuklu kalınız O günlerle bugünleri karşılaştırdığınızda nasıl bir tablo görüyorsunuz?  

12 Eylül darbesi kapitalizmin yeniden yapılanması açısından bir gereklilikti. Dünya kapitalist sistemi 1970’lerde belirtileri ortaya çıkan krizi aşmak için yeniden yapılanarak refah devleti kapitalizminden küreselleşmiş kapitalizme dönüştü. Bu dönüşüm neoliberal söylem hegemonyası altında gerçekleşti. Bu hegemonya sürüyor. İlginç olan nokta, geçmişteki krizlerin aksine, dünya sistemi yeniden yapılanmaya karşın bu krizi bir türlü aşamadı. 1990’ların büyük ölçekli bölgesel krizlerini 2008 total krizi izledi. Neoliberal hegemonya sürüyor, ama dünya sistemi bir türlü yukarıya doğru ivmelenemiyor. Bu nedenle de sistem artık zor kullanarak kendisini yeniden üretebiliyor. Klasik faşizm ile popülizm arasındaki bir diğer benzerlik de bu. 12 Eylül’ün askeri yargısında 38 ay süren ve aklanmayla biten kişisel deneyimime dayanarak, bugün için daha iyimser bir değerlendirme yapmaktan çok uzak olduğumu söyleyebilirim. Birçok kişide olduğu gibi bende de ciddi bir “yarın endişesi” var.

“Yarın endişesi” pandemiyle birlikte iyice yaygınlaşmış durumda. Yoksulluk ve işsizlik derinleşirken, emek alanının baskılanması da artıyor, kazanılmış haklara saldırılar hız kesmiyor. Kıdem tazminatları epeydir hedef tahtasında. İşçi konfederasyonlarının karşı çıkmasıyla kıdem tazminatı ve emeklilik hakkını gasp etmeyi hedefleyen torba yasadaki bazı maddeler geri çekildi. Bunun üzerine Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank sermaye kesimine “işçiler çok yoğun ses çıkarırken sessiz kaldınız” diyerek sitem etti. Erdoğan’ın “Bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı” deyişi de gündemdeki yerini koruyor. Bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?

Patronajın Türkiye’nin siyasal düzeninin temel özelliklerinden biri olduğu unutulmamalı. Patronaj siyasal otoritenin sermaye birikim sürecine doğrudan, yandaşları destekleyecek biçimde müdahalesidir. Cumhuriyet tarihi sermaye birikim süreci ve rant yaratma ile siyasi iktidarın eylemleri arasında sıkı bir bağıntı olduğunu gösteriyor. Her toplumun kendine özgü tarihsel koşulları patronaj siyasetinin yoğunluğunu belirliyor. Türkiye’ye özgü bir sorundan başlayalım. Bütün siyasi partilerde gözlemlenen katı oligarşi nasıl açıklanabilir? Çok partili yaşam içinde bir siyasi partinin kendi kurumsal işleyişi ve demokratik yöntemlerle yönetimini değiştirme örnekleri hemen hemen yok gibi. Bir tek ANAP’ta, olağan kongreyle yönetimin değiştiğini ve Mesut Yılmaz’ın genel başkan seçildiğini hatırlıyorum. Türk siyasi partilerinde değiştirilemez, “karizmatik” önder olgusu nasıl açıklanabilir? Siyasi partilerde bürokratik yapılanma nedeniyle, oligarşik bir eğilimin var olduğu bilinir. Ama özellikle batı dünyasında, partiler kurumlaşma sürecinde oligarşi eğilimini engelleyecek düzenleme ve gelenekler geliştirmiştir. Yani, Türkiye’deki durum sadece Michels’e gönderme yaparak açıklanamaz. Türkiye’ye özgü sermaye birikim süreci yoğun olarak siyasi patronaja bağlı bir biçimde sürmektedir. Demokratik rejimin krizi, popülizmin yükselmesi ve buna bağlı olarak hukuk devleti ilkesinin işlevsizleşmesi siyasi patronajı olağanüstü yoğunlaştırmıştır. Son yirmi yıl içinde ihale yasasının 190 kez değiştirilmesi başka nasıl açıklanabilir? Patronaj siyasetinin Türk siyasal kültüründe çok öne çıktığını düşünüyorum ve bu nedenle patronaj siyasetinin sürdürülemez olduğunu söyleyemiyorum. İlla fiyakalı bir şey söylemek gerekirse, bugünkü iktidarın kendi etkin ve güçlü burjuvazisini oluşturduğu gözden uzak tutulmamalı derim.

Türkiye’deki durum sadece Michels’e gönderme yaparak açıklanamaz”dan kastınız ne?

Robert Michels önemli bir siyaset bilimci. Max Weber’in ifade ettiği “modern toplumlarda ortaya çıkan bürokratik örgütlenme”nin kaçınılmaz olarak örgüt içi oligarşiyi de barındıracağını ileri sürmüştü. Bürokratik örgütlenme, örgütsel amaçları en etkin biçimde gerçekleştirmek için gerekli uzmanlıkların dikey bir hiyerarşik otorite tarafından birbirleriyle ilişkilendirileceğini öngörür. Hiyerarşinin tepesi tüm örgüt üzerinde geçerli bir gücü temsil eder. Demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarından biri olan siyasi partiler amaçlarına ulaşmak, yani oy maksimizasyonu sağlamak için bürokratik örgütlere dönüşmüşlerdir. Bu bürokratik yapı içinde güç dağılımı eşit değildir, hiyerarşi vardır. Michels bu paradoksu dile getirmiştir. Siyasi partiler bürokratik yapıları nedeniyle şu ya da bu oranda oligarşi içerir. Gelişmiş demokrasilerde bu paradoksu çözmeye, parti içi demokrasiyi geliştirecek çeşitli düzenlemelere, önlemlere rastlanır. Türkiye’de parti içi oligarşi bir yönüyle sermaye birikim sürecine ve patronaja, bir yönüyle de “biat geleneği” gibi kültürel normlara dayanır. O bakımdan Türkiye’deki katı parti oligarşilerini ve lider kültünü sadece Michels’e göndermeyle açıklamak tatmin edici gözükmüyor.

Bir siyasi partinin, kendi kurumsal işleyişiyle ve demokratik yöntemlerle yönetimi değiştirme örnekleri hemen hemen yok gibi” dediniz. 1972’de, İsmet İnönü gibi tarihsel bir kişilik kurultayla başkanlıktan indirildi, CHP liderliğini Bülent Ecevit devraldı. Bu “istisna” bize ne söylüyor?  

1972 İnönü-Ecevit çekişmesini farklı yorumluyorum. 1966’daki kurultayda, genel sekreterlik için yarışan adaylar Bülent Ecevit ve Kemal Satır’dı. Ecevit kurultayda İnönü’nün genel başkanlığını tartışmadı, eleştirmedi. 1972’deki kurultayda, İnönü Ecevit seçilirse istifa edeceğini söyledi, Ecevit seçilince 33 yılı aşkın bir süre bulunduğu genel başkanlıktan istifa etti. Zaten çok yaşlanmıştı ve sanıyorum isteseydi genel başkan olarak kalırdı ve kimse onu oradan indiremezdi. İsterseniz bu olayı da Türkiye’de parti içi demokrasinin işleyiş örneği alabilirsiniz, ama bu Mesut Yılmaz’ın Akbulut’u parti içi demokrasinin işleyişiyle yerinden etmesinden epeyce farklı. Hatırlayalım, Turgut Özal’ın 1989’da cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından ANAP içinde bir “iktidar” tartışması başladı. Özal Yıldırım Akbulut’u genel başkan ve başbakan olarak görevlendirdi. ANAP’ta ilk ciddi çatlağın yaşandığı bu dönemde, 1991’de, Mesut Yılmaz Özal tarafından aday gösterilen Akbulut karşısında genel başkan seçildi. Bu bir daha yaşanmadı ve şu an AKP’de hiç olmaz.

Geçmişteki krizlerin aksine, dünya sistemi bu krizi bir türlü aşamadı. Neoliberal hegemonya sürüyor, ama dünya sistemi bir türlü yukarıya doğru ivmelenemiyor. Bu nedenle de sistem artık zor kullanarak kendisini yeniden üretebiliyor. Klasik faşizm ile popülizm arasındaki bir benzerlik de bu.

2020’in tartışma konularından biri 2021’de erken seçime gidilme ihtimaliydi. Erken veya zamanında yapılacak bir genel seçim, sık sık dile getirilen “güçlendirilmiş parlamenter sistem”in kapısını arayabilir mi?

Popülizme karşı dünya ölçeğinde demokrasiden yana muhalefete bakıldığında önemli bir hususun gözden kaçırılmaması gerek. Sistem krizinden kaynaklanan popülizm karşısında, çeşitli ülkelerde muhalefet partileri olağan, geleneksel kanallar içinde siyaset yapıyor. Bu tür bir siyasal yaşam için olmazsa olmaz öncüller var. Eşit ve adil yarışma, etkin bir iletişim özgürlüğü, bağımsız yargı, tarafsız kamu yönetimi ilk akla gelenler. Bugünün Türkiye’sine bakıldığında ne görülüyor? Kamu bürokrasisinin parti örgütüyle bütünleşmesi, yürütmenin yargı üzerinde etkin denetim ve yönlendirmesi, yandaşlara yönelik rant veya sermaye aktarımı, özellikle ifade ve iletişim özgürlüğüne getirilen sınırlamalar eşit, adil ve özgür yarışma sistemini ciddi ölçüde sınırlıyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, demokratik rejimler için olmazsa olmaz özellik sayılan etkin bir fren ve denge sisteminin olmadığı yadsınamaz. Muhalefetin “güçlendirilmiş parlamenter sistemden” söz ettiği görülüyor, ama bundan ne anlaşılması gerektiği açık değil. Türkiye’de demokratik bir siyasi rejim için gerekli anayasal düzenlemenin iki önemli özelliğinden söz etmek mümkün: Etkili bir anayasal fren ve denge mekanizması ve patronaj sisteminin tasfiyesi. Bu iki amacın gerçekleşmesi parlamenter, yarı başkanlık ya da başkanlık sistemleri içinde gerçekleşmesi kuramsal olarak mümkün. Türkiye’nin siyasal geleneği, kültürü ve tarihi göz önüne alınınca parlamenter sisteme dönme önerisine itiraz edilmeyebilir. Ancak, Türkiye’nin siyasal yaşamında patronajın ve parti oligarşisinin parlamenter sistem içinde serpilip geliştiğini unutmamak gerek. Güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmasında ilk aklıma gelen husus merkezi iktidardan yerel yönetimlere ciddi ölçüde güç kaydırılması gereği. Güçlendirilmiş parlamenter sistemden söz edenler kavramı nasıl anladıklarını bir an önce tartışma gündemine getirmeli.

“Güçlendirilmiş parlamenter sistem”i ilk gündeme getiren HDP sözcüleriydi. “Merkezi iktidardan yerel yönetimlere güç kaydırılması” da HDP’nin temel önceliklerinden. “Bütün siyasi partilerde gözlemlenen katı oligarşi”den söz ettiniz, HDP hakkındaki genel gözlemleriniz neler?

Bugünün Türkiye’sinde HDP’yi ve Kürt sorununu tartışmak hiç kolay değil. Olgulara bakalım. Kürtler kimlikleri nedeniyle baskı altında olduklarını ileri süren bir siyasi talebi ortaya koyuyor ve bu bir siyasi parti tarafından dile getiriliyor. Bu partinin siyasal yaşamda önemli bir ağırlığı olduğu açık. Bununla beraber, aynı talepleri dile getiren ve silahlı bir örgüt var. Bu örgüte karşı devletin de şiddet kullanması beklenen bir husus. Demokratik bir siyasi rejimin işlerliği içinde benzer talepleri hatta ayrılmayı amaçlayan hareketler var. İskoçya’da etkisi giderek yükselen ayrılıkçı bir siyasi parti var, Kanada’daki Quebec bağımsızlık hareketi, İspanya’daki Katalunya bağımsızlıkçılığı ilk akla gelen örnekler. İspanya, Franco faşizminden sonra, ileri bir demokratik siyasal rejim gerçekleştirdi. İspanya anayasasına göre, üniter bir devlet, ama Bask ve Katalunya gibi etnik ağırlığı farklı bölgelerin, federatif düzenlemeleri aşan otonomileri var. Türkiye’de de Kürt kimliğine dayalı, tüm baskı ve önlemlere karşı varlığını sürdüren bir hareket var. Sorunun çözümü İspanya, Kanada ya da Birleşik Krallık’taki gibi, demokrasi içinde mümkün. Türkiye’de giderek derinleşen otoriter devlet yönetimi, anti-demokratik uygulamalar yadsınamaz. Ancak, PKK’nın HDP üzerindeki vesayeti nedeniyle sorunun çözümünün zor olduğu da yadsınamayacak bir diğer gerçek. PKK’nın bir Türkiye partisi olmaya çalışan HDP üzerindeki şu ya da bu ölçüdeki vesayetinin popülist otoriterlik için çok işlevsel olduğunu da gözden uzak tutmamak gerek. Bu ortamda, bırakın herhangi bir demokratik çözüme ulaşmayı, tartışmak bile olanaksız. Bu noktada demokratik kültür ve birikim çok önemli. Kuzey İrlanda’da barışçı bir çözüme ulaşılması çok öğretici bir olay.

Kitabınızda faşizmin kapsam ve içerik açısından tarihsel ve coğrafi farlılıklar gösterse de ortak özelliklerini sıralıyorsunuz: “Kitle desteğine duyduğu ihtiyaç, düzeni korumak için başvurulan yaygın şiddet, karizmatik lider, aydın düşmanlığı, akla-bilgiye-bilime düşmanlık, devlet aygıtının yargı gücü dahil denetim altına alınmış olması, çaresiz ve endişeli halk.” Yaşanan pandemi bu özelliklerden hangilerini belirginleştiriyor?

Pandemi hiç kuşkusuz, yarattığı büyük insani dramlar yanında, zaten içinde yaşadığımız krizi daha da derinleştiriyor. Pandemi nedeniyle dünyanın her yerinde, kamu eliyle çaresiz insanlara şu ya da bu ölçüde kaynak aktarılıyor. Dünya kapitalist sistemi için “durgunluk” sorunu giderek daha ağır bir tehlike haline geliyor. Kriz derinleşiyor ve kapitalist dünya sisteminin kendisini yeniden üretebilmesi giderek zorlaşıyor. Ortaya çıkan tahribatın maliyetini toplumun hangi kesimleri ödeyecek? Neo-liberal hegemonya altında bu sorunun cevabı çok açık. Gelişmiş, zengin ülke yurttaşları dahil, dünya halklarını çok daha zorlu günler bekliyor.

Covid-19’un popülist siyaset ve ideoloji için daha uygun bir ortam yarattığını düşünüyorum. Popülist ideolojilerin bazı ortak özelliklerini hatırlayalım. Katı bir anti-elitizm, akla ve bilime karşıtlık ve führer hukukunun yükselişi. Tabii bu özelliklerin somutlaşması, kapsam ve içerikleri ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebiliyor. Örneğin, pandeminin yarattığı korku ve endişe anti-elitizmi körüklüyor, bilime düşmanlık ve akıl dışılık giderek yükseliyor. Türkiye’de günlük olağan haber haline gelen “tıpçılara yönelik şiddet” olgusu bu hususlar göz önüne alınmadan nasıl açıklanabilir? Tabii bu çözümlemeyi yadsıyan yaklaşımlardan da söz edilebiliyor. Örneğin, pandeminin büyük yığınları bilinçlendireceği ve her şeyin ciddi biçimde sorgulanmaya başlayacağı da öngörülüyor. Bu bakışın, en azından şimdilik, iyi niyetli bir temenni olmanın ötesine geçemediğini düşünüyorum.

Türkiye’ye özgü sermaye birikim süreci yoğun siyasi patronaja bağlı bir biçimde sürmekte. Demokratik rejimin krizi, popülizmin yükselmesi ve hukuk devleti ilkesinin işlevsizleşmesi siyasi patronajı olağanüstü yoğunlaştırdı. Son yirmi yıl içinde ihale yasasının 190 kez değiştirilmesi başka nasıl açıklanabilir?

Kitabınızı Marx ve Rosa Luxemburg’un deyişini anımsatarak “ya sosyalizm ya barbarlık” diyerek bitiriyorsunuz. Peter Frase de Dört Gelecek –Kapitalizmden Sonra Hayat kitabında dört olasılıktan söz ediyor: 1) Komünizm: eşitlik ve bolluk. 2) Rantizm: hiyerarşi ve bolluk. 3) Sosyalizm: eşitlik ve kıtlık. 4) Eksterminizm: hiyerarşi ve kıtlık. Size göre bunların hangisi olası görünüyor?

Büyük-büyük atamız homo sapiens’in yaklaşık yüz bin yıl önce ortaya çıktığını, nice sorunları çözebildiğini, nice zorlukların üstesinden geldiğini biliyoruz. Belki bu saptamaya dayanarak iyimser projeksiyonlar yapılabilir, yapılıyor. Şu ana kadar yaşım gereği iyimser bir tablo çizemedim. Bu durumun genç kuşakların omzuna ağır bir yük getirdiğinin de farkındayım.

Burada önemli bir nokta var: Çözümlemeler ve öneriler metafiziğe düşmemeli. Yarınlar için iyimser projeksiyonu, örneğin, insanlar tarafından kavranamaz yüce, yaratıcı bir varlığa iman üzerine oturtabilirsiniz. Bu zaten yapılıyor. Camilerde ibadet eden ve sayıları küçümsenemeyecek inançlı kişiler Covid-19’a karşı böyle korunacaklarını düşünebilir. Peki, homo sapiens’in akıl ve bilim temelli, lineer ilerleme öncülüne dayanarak iyimser projeksiyon yapmak da bir ölçüde metafizik sayılmaz mı?

Bakın, hep krizden, pandemiden söz ettik. İnsanları bekleyen çok daha büyük bir tehlike var: Doğal çevremiz ağır bir tahribat süreci içinde. Bu büyük soruna dair 21. yüzyılın ikinci yarısı için iyimser, uygulama şansı olan tutarlı bir projeksiyon var mı? Şimdilik, çevre kirliliği ve tahribatında açık ara en büyük pay sahibi ABD’de yeni seçilen başkanın bu konuyu ciddiye alması temennisinden öte bir şey söylenemiyor. Demokratik siyasi rejimlerin çöküşü ve krizlerin yol açtığı büyük insani dramlar ile popülizm nasıl durdurulabilir ya da geriletilebilir sorusuna tatmin edici cevaplar ya da projeksiyonlar var mı? Geçmiş yüz bin yıllık tarihe bakınca, akıl ve bilimle her sorunun üstesinden gelinebileceği bir temenniden öteye geçmiş görünmüyor.

^